Füsûs-ül Hikem

241. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

{KELİME-İ ZEKERÂVİYYE'DE MÛNDEMİC "NIKMET-İ   MÂLİKİYYE"     BEYÂNINDA OLAN FASTIR}

Ve ale'l hakîka rahmet, "râhim" tarafından bir nisbettir ve o hüküm için mûcibdir; böyle olunca o, rahmettir. Ve merhûmda rahmeti icâd eden, o rahmeti îcâd etmedi; tâ ki o merhûma rahmet ede. Ve ancak rahmet kendisi ile kaim olan kimseye, o rahmetle râhim olmak için, rahmeti icâd eyledi (13)

Ya'ni hakîkatte rahmet "râhim"in nisbetleri (sıfatları) cümlesinden bir nisbettir (sıfattır) ve bu "rahmet" nisbeti, (sıfatı) sâhibi üzerine hükmü mûcibdir (gerektirir) ya'ni bu nisbet-i rahmet (rahmet sıfatı),  "Rahmet et!" diye râhim üzerine hükmeder; zîrâ (çünkü) râhim bu rahmet sebebiyle râhimdir. Ve onu "râhim" kılan (yapan) bu "rahmet" nisbetidir (sıfatıdır).  Binâenaleyh (bundan dolayı) zât-ı râhim (rahim olan zat) üzerine hükmü mûcib olan (gerektiren) nisbet (sıfat), rahmettir. Ve merhûm olan (rahmetlenen) şeyde rahmeti icâd eden (yaratan) mûcid (yaratıcı), bu rahmetle rahmet etmek için, o rahmeti icâd etmedi (yaratmadı). Belki bu merhûm (rahmetlenmiş) râhim gibi, onunla rahmet etmek için bu rahmeti icâd etti (yarattı). Binâenaleyh (bundan dolayı) evvelen (ilk önce) mevcûd olmak i'tibâriyle (hususuyla) rahmet-i rahmâniyye (rahmanın rahmeti) ile ve ba'de'l-vücûd hâline (vücut bulduktan sonra) münâsib (uygun) kemâle (tamlığa, mükemmelliğe) vusûlü indinde (ulaşmasına göre) dahi, rahmet-i rahîmiyye (rahimin rahmeti) ile merhûm olan (rahmetlenen) kimsede rahmetin icâdı (yaratılması), bu iki rahmetle merhûm olduktan (rahmetlendikten) sonra, diğerlerine râhim olmak içindir. Ve bu halde o abd (kul), Rabb'inin sıfatıyle mevsûf olup (vasıflanıp) kendileriyle rahmet kâim (mevcut) olan kimselere râhim olur. Nitekim Hak bir abdine (kuluna) sıfât-ı fiiliyyeden (fiili sıfatlarından) olan sıfat-ı kudreti (kudret sıfatını) i'tâ etmiş (vermiş) olsa, ondan havârik-ı âdât (fevkalade haller) ve envâ'-ı mu'cizât (çeşitli mucizeler) ve kerâmât (kerametler) sâdır olur (çıkar).Halbuki rahmet, kaffe-i sıfât-ı fiiliyyenin (bütün fiili sıfatların hepsinin) mebdeidir (kaynağıdır, başlangıç noktasıdır). Zîrâ (çünkü) onların â’yân-ı rahmet (rahmetinin ayanı, açığa çıkması) sebebiyle mevcûd olur.

Ve Hak Sübhânehû hazretleri, havâdis için mahal değildir. Böyle olunca kendisinde rahmetin îcâdı için mahal değildir ve halbuki o, Râhim'dir. Ve Râhim, ancak onunla rahmetin kıyâmı sebebiyle Râhim olur. İmdi sâbit oldu ki O, rahmetin "ayn"ıdir (14).

Ya'ni Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri mahall-i havâdis (hadis olanların, sonradan meydana gelenlerin yeri) değildir; tâ ki rahmet, onun zâtı üzerine bir sıfat-ı zâide (ek, ilave sıfat) olarak hâdis (sonradan çıkmış) olsun. Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak kendi nefsinde rahmetin icâdı (yaratılması) için dahi mahal (yer) değildir. Halbuki Hak Teâlâ, cemi'-i esmâ ve sıfât (bütün esma ve sıfatlara) ve a'yân (ilmi suretlere)  ve ekvâna (âlemlere, varlıklara) rahmet eder. Çünkü o Râhim'dir ve Râhim ise, ancak kendisiyle rahmetin kıyâmı (mevcut olması) sebebiyle Râhim olur ve Hakk'ın rahmetiyle kıyâmı (mevcut oluşu) kendi nisbet-i zâtiyyesiyle (kendi sıfatlarıyle) kıyâmı (mevcut oluşu) demektir ve nisbet (sıfatlar) ise zâtın aynıdır, gayrı (başka) değildir. İmdi sâbit oldu (anlaşıldı) ki, Hak "rahmet"in aynıdır.

Ve bu emri zevk etmeyen ve onun için onda kadem olmayan kimse, Hak rahmetin aynıdır; yâhut sıfatın aynıdır, demeğe cür'et etmedi. Hak sıfatın aynı değildir; gayrı da değildir, dedi. Bu böyle olunca sıfât-ı Hak onun indinde "lâ hiye hüve ve lâ hiye gayruhû"dur; zîrâ o kimse sıfât-ı Hakk'ın nefyine kâdir değildir. Ve onu, O'nun aynı kılmağa da kâdir değildir. İmdi bu ibâreye udûl etti. Bu da ibârei hasenedir. Ve onun gayrısı ondan emre ehaktır ve işkâl için dahi erfa'dır. O dahi mevsûfun zâtıyle kâim vücûd olduğu halde a'yân-ı sıfâtın nefyiyle olan kavildir. Ve ancak a'yân-ı sıfât, mevsûf ile onlar arasında ve onların a'yân-ı ma'külesi beyninde niseb ve izâfâttır (15).

Ya'nî rahmet onunla kâim (mevcut) olduğunu zevkan (manevi zevkle) bilmeyen ve Mâtürîdî ve Eş'arîler (mezhebinde olanlar) gibi, kendisi için bu emrde (hususta) kadem-i sülûk  (iyi, uğurlu bir tarikatta, yolda) sâbit olmayan kimse, ale'l-ıtlak (umumiyetle) "Hak, rahmetin aynıdır veyâhut sıfatın aynıdır"  demeğe cesâret edemez: Zîrâ (çünkü) o kimsede vehm-i isneyniyyet (ikilik vehmi) gâlibdir (üstündür). Bu vehim sâikasıyle (vehmin sevkiyle) Hakk'ı kemâliyle (tam, mükemmel olarak) tenzih etmemiş (mukaddes kılmamış) olmaktan korkar. Binâenaleyh (bundan dolayı) o kimse der ki: "Hak, sıfatın ne aynıdır, ne gayrıdır". Şu halde onun indinde (katında, düşüncesinde) sıfât-ı Hak (Hakk’ın sıfatı), “lâ hiye hüve ve lâ hiye gayruhû”dur. Ya'ni "Sıfat ne Hakk'ın hüviyetidir (zatıdır) ve ne de Hakk'ın gayrıdır (Hakk’tan başkadır)".  Zîrâ (çünkü) o kimse Hakk'ın zâtından, sıfâtın nefyine (sıfatı sürmeye, uzaklaştırmaya) muktedir değildir (gücü yetmez) ve onun indinde (düşüncesinde) sıfât mevcûd olduğundan, bu sûrette gayrin (başkanın) vücûdunu isbât etmiş (kanıtlamış (vardır demiş) olur. Ve "Sıfât-ı Hak (Hakk’ın sıfatı), zâtın aynıdır" diyemez. Çünkü zâta nazaran (göre) ıtlâk (kayıtsızlık, sınırsızlık) ve sıfâta nazaran (göre) dahi takyîd (kayıtlılık) ile hükm olunur. Binâenaleyh (bundan dolayı) zât ile sıfât arasında ıtlâk (kayıtsızlık) ve takyîd (kayıtlılık) husûsunda muğâyeret (değişiklik, başkalaşma) sâbittir (mevcuttur). İşte bunun için Mâtüridi ve Eş'ari tâifesi (mezhebinde olanlar), Hak hakkında "lâ hiye hüve ve lâ hiye gayruhû" ibâresine tecâvüz etti (cümlesini kullandı) ve "Sıfat, ne Hakk'ın hüviyyetidir (zatıdır) ve ne de Hakk'ın gayrıdır" (Hakk’tan başkadır) dedi. Ve bu ibâre (cümle) iyi bir ibâredir (cümledir);  zîrâ (çünkü) bi-haseb-i zâhir, (görünür olması ile) ayniyyet (aynılık) veyâ gayriyyet (başkalık) takdîri (değerlendirmesi) üzerine vârid olan (düşünülen) şey, vârid olmaz  (söylenmez). Çünkü zât münhasıran (sadece) sıfâtın aynı i'tibâr olunsa (kabul edilse), zât sıfâtla mukayyed (kayıtlanmış) olmak lâzım gelir ve münhasıran (sadece) gayrı (başka) itibar olunsa (kabul edilse),  iki vücud isbât olunmuş (anlaşılmış) olup zât kendi nefsinde nâkıs (noksan) olmak icâb eder (gerekir). Böyle olunca bu ibârenin gayrı (cümleden başka) olan ibâre (cümle) nefsû'l-emrde (aslında) ehakk (daha müstehakk) ve elyaktır (daha yaraşır) ve işkâli (şüphe ve karışıklığı) daha ziyâde (çok) ref’ eder (kaldırır, hükümsüz bırakır). Ve o ibâre (cümle) dahi, "A'yân-ı sıfât (açığa çıkmış sıfatlar), mevsûf olan (sıfatlanan) Hakk'ın zâtıyle kâim (mevcut) bir vücûd-i izâfî (varsayımsal, göreli vücut) olup zâtın vücûd-i hakîkîsi (gerçek varlığı) ve müstakılli (bağımsızlığı) üzerine ziyâde olmuş (ilave edilmiş) bir vücud-i müstakil (bağımsız, ayrıca bir vücut sahibi) değildir; belki o a'yân-ı sıfât, (açığa çıkmış sıfatlar), mevsûf olan (sıfatlanan) zât-ı Hak (Hakk’ın zatı) ile kendileri arasında ve kendilerinin a'yân-ı ma'kulesi, ya'ni suver-i zihniyyeleri  (zihni suretleri) beyninde (arasında) bir takım niseb (sıfatlar) ve izâfattır (izafiliklerdir, göreliklerdir)." kavlidir (sözüdür).

İşte  bu ibâre (cümle) "lâ hiye hüve ve lâ hiye gayruhû" (Allah’ın sıfatları zatının ne aynıdır ne de gayrıdır) ibâresinden (cümlesinden) daha ziyâde (fazla) nefsü'l-emre (gerçeğe) lâyıktır (uygundur); zîrâ (çünkü) sıfât-ı Hak (Hakk’ın sıfatı), hâriçte (dışarıda) müstakıllü'l- vücûd (kendi başına bağımsız bir vücut sahibi) değildir. Fakat akılda zât-ı Hak (Hakk’ın zatı) üzere zâid (ilave) olarak mevcûddur. Çünkü akılda onların hakâyık-ı mümtâzesi (diğerlerinden ayrılmış, seçkin, belirlenmiş hakikatleri) sâbittir (mevcuttur); velâkin hâriçte (dışarıda) "ayn"ları (zatları, hakikâtleri) ve vücûdları (varlıkları) yoktur. Binâenaleyh (bundan dolayı) onların hâriçte (dışarıda) vücûdları,  Hak Teâlâ hazretlerinin ayn-ı zâtıdır (kendi zatıdır). İşte muhakkık (gerçeği arayıp meydana çıkaran) olan ârif-i billâhın (Allah’ı Allah ile bilen ariflerin) kavli (sözleri) budur. Gerçi (eğer) hükemânın (âlimlerin) birçoğu ve Mu'tezile tâifesi (mutezile mezhebinde olanlar) dahi böyle söylemişlerse de, bu söz onlardan zevkan sâdır olmamıştır (çıkmamıştır). Belki nazar-ı akli ile (akıl yürüterek) bu kavli (sözleri) ihtiyâr ettiler (söylediler) ve nazar-ı aklî (akıl yorma) ile olan hükümde ayak kayıp varta-i hatâya (hata çukuruna) düşmek ihtimâli kesîrdir (çoktur). Fakat ârif-i muhakkık (tahkik sahibi arifler) ki, sıfat-ı Hak (Hakk’ın sıfatı) olan rahmetin kendisiyle kaim (mevcut) olduğunu zevkan (manevi haz ile) bilmiştir; onun bu sözü nazar-ı aklîye (akıl yürütmekle) değil müşâhedeye (bizzat görmeye) müstenid (dayalı) bulunduğundan nefsü'l-emrden (gerçekten) şaşmak ihtimâli yoktur.

 

 
 
İzmir - 25.10.2006
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com