{KELİME-İ ZEKERÂVİYYE'DE MÛNDEMİC "NIKMET-İ
MÂLİKİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR}
Ve ale'l hakîka rahmet, "râhim" tarafından bir nisbettir
ve o hüküm için mûcibdir; böyle olunca o, rahmettir. Ve
merhûmda rahmeti icâd eden, o rahmeti îcâd etmedi; tâ ki
o merhûma rahmet ede. Ve ancak rahmet kendisi ile kaim
olan kimseye, o rahmetle râhim olmak için, rahmeti icâd
eyledi (13)
Ya'ni hakîkatte rahmet "râhim"in nisbetleri
(sıfatları)
cümlesinden bir
nisbettir (sıfattır)
ve bu "rahmet" nisbeti,
(sıfatı) sâhibi üzerine hükmü mûcibdir
(gerektirir) ya'ni bu
nisbet-i rahmet (rahmet
sıfatı),
"Rahmet et!" diye râhim üzerine hükmeder; zîrâ
(çünkü) râhim bu
rahmet sebebiyle râhimdir. Ve onu "râhim" kılan
(yapan) bu "rahmet"
nisbetidir (sıfatıdır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) zât-ı râhim
(rahim olan zat)
üzerine hükmü mûcib olan
(gerektiren) nisbet
(sıfat), rahmettir. Ve
merhûm olan (rahmetlenen)
şeyde rahmeti icâd eden
(yaratan) mûcid
(yaratıcı),
bu rahmetle rahmet etmek için, o rahmeti icâd
etmedi (yaratmadı).
Belki bu merhûm
(rahmetlenmiş) râhim gibi, onunla rahmet
etmek için bu rahmeti icâd etti
(yarattı).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) evvelen
(ilk önce) mevcûd
olmak i'tibâriyle (hususuyla)
rahmet-i rahmâniyye
(rahmanın rahmeti)
ile ve ba'de'l-vücûd hâline
(vücut bulduktan sonra) münâsib
(uygun) kemâle
(tamlığa, mükemmelliğe)
vusûlü indinde
(ulaşmasına göre) dahi, rahmet-i rahîmiyye
(rahimin rahmeti) ile
merhûm olan (rahmetlenen)
kimsede rahmetin icâdı
(yaratılması),
bu iki rahmetle merhûm olduktan
(rahmetlendikten)
sonra, diğerlerine râhim olmak içindir. Ve bu halde o
abd (kul),
Rabb'inin sıfatıyle mevsûf olup
(vasıflanıp)
kendileriyle rahmet kâim
(mevcut) olan kimselere râhim olur. Nitekim
Hak bir abdine (kuluna)
sıfât-ı fiiliyyeden
(fiili
sıfatlarından)
olan sıfat-ı kudreti
(kudret sıfatını)
i'tâ etmiş (vermiş)
olsa, ondan havârik-ı âdât
(fevkalade haller) ve
envâ'-ı mu'cizât (çeşitli
mucizeler) ve kerâmât
(kerametler) sâdır
olur (çıkar).Halbuki
rahmet, kaffe-i sıfât-ı fiiliyyenin
(bütün fiili sıfatların
hepsinin) mebdeidir
(kaynağıdır, başlangıç
noktasıdır). Zîrâ
(çünkü) onların â’yân-ı rahmet
(rahmetinin ayanı, açığa
çıkması)
sebebiyle mevcûd olur.
Ve Hak Sübhânehû hazretleri, havâdis için mahal
değildir. Böyle olunca kendisinde rahmetin îcâdı için
mahal değildir ve halbuki o, Râhim'dir. Ve Râhim, ancak
onunla rahmetin kıyâmı sebebiyle Râhim olur. İmdi sâbit
oldu ki O, rahmetin "ayn"ıdir (14).
Ya'ni Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri mahall-i havâdis
(hadis olanların, sonradan
meydana gelenlerin yeri)
değildir; tâ ki rahmet, onun zâtı üzerine bir
sıfat-ı zâide (ek, ilave
sıfat) olarak hâdis
(sonradan çıkmış)
olsun. Binâenaleyh (bundan
dolayı) Hak kendi nefsinde rahmetin icâdı
(yaratılması) için
dahi mahal (yer)
değildir. Halbuki Hak Teâlâ, cemi'-i esmâ ve sıfât
(bütün esma ve sıfatlara)
ve a'yân (ilmi suretlere)
ve ekvâna
(âlemlere, varlıklara) rahmet eder. Çünkü o
Râhim'dir ve Râhim ise, ancak kendisiyle rahmetin kıyâmı
(mevcut olması)
sebebiyle Râhim olur ve Hakk'ın rahmetiyle kıyâmı
(mevcut oluşu) kendi
nisbet-i zâtiyyesiyle (kendi
sıfatlarıyle) kıyâmı
(mevcut oluşu) demektir ve nisbet
(sıfatlar) ise zâtın aynıdır, gayrı
(başka) değildir.
İmdi sâbit oldu (anlaşıldı)
ki, Hak "rahmet"in aynıdır.
Ve bu emri zevk etmeyen ve onun için onda kadem olmayan
kimse, Hak rahmetin aynıdır; yâhut sıfatın aynıdır,
demeğe cür'et etmedi. Hak sıfatın aynı değildir; gayrı
da değildir, dedi. Bu böyle olunca sıfât-ı Hak onun
indinde "lâ hiye hüve ve lâ hiye gayruhû"dur; zîrâ o
kimse sıfât-ı Hakk'ın nefyine kâdir değildir. Ve onu,
O'nun aynı kılmağa da kâdir değildir. İmdi bu
ibâreye udûl etti. Bu da ibârei hasenedir. Ve onun
gayrısı ondan emre ehaktır ve işkâl için dahi erfa'dır.
O dahi mevsûfun zâtıyle kâim vücûd olduğu halde a'yân-ı
sıfâtın nefyiyle olan kavildir. Ve ancak a'yân-ı sıfât,
mevsûf ile onlar arasında ve onların a'yân-ı ma'külesi
beyninde niseb ve izâfâttır (15).
Ya'nî rahmet onunla kâim
(mevcut) olduğunu zevkan
(manevi zevkle)
bilmeyen ve Mâtürîdî ve Eş'arîler
(mezhebinde olanlar)
gibi, kendisi için bu emrde
(hususta) kadem-i
sülûk (iyi,
uğurlu bir tarikatta, yolda) sâbit olmayan
kimse, ale'l-ıtlak
(umumiyetle) "Hak, rahmetin aynıdır veyâhut
sıfatın aynıdır" demeğe cesâret edemez: Zîrâ
(çünkü) o kimsede
vehm-i isneyniyyet (ikilik
vehmi) gâlibdir
(üstündür).
Bu vehim sâikasıyle
(vehmin sevkiyle) Hakk'ı kemâliyle
(tam, mükemmel olarak)
tenzih etmemiş (mukaddes
kılmamış) olmaktan korkar. Binâenaleyh
(bundan dolayı) o
kimse der ki: "Hak, sıfatın ne aynıdır, ne gayrıdır". Şu
halde onun indinde (katında,
düşüncesinde) sıfât-ı Hak
(Hakk’ın sıfatı),
“lâ hiye hüve ve lâ hiye gayruhû”dur. Ya'ni
"Sıfat ne Hakk'ın hüviyetidir
(zatıdır) ve ne de
Hakk'ın gayrıdır (Hakk’tan
başkadır)".
Zîrâ (çünkü)
o kimse Hakk'ın zâtından, sıfâtın nefyine
(sıfatı sürmeye, uzaklaştırmaya)
muktedir değildir
(gücü yetmez) ve onun indinde
(düşüncesinde) sıfât
mevcûd olduğundan, bu sûrette
gayrin (başkanın)
vücûdunu isbât etmiş
(kanıtlamış (vardır demiş)
olur. Ve "Sıfât-ı Hak
(Hakk’ın sıfatı),
zâtın aynıdır" diyemez. Çünkü zâta nazaran
(göre) ıtlâk
(kayıtsızlık, sınırsızlık)
ve sıfâta nazaran
(göre) dahi takyîd
(kayıtlılık) ile hükm
olunur. Binâenaleyh (bundan
dolayı) zât ile sıfât arasında ıtlâk
(kayıtsızlık) ve
takyîd (kayıtlılık)
husûsunda muğâyeret
(değişiklik, başkalaşma) sâbittir
(mevcuttur).
İşte bunun için Mâtüridi ve Eş'ari tâifesi
(mezhebinde olanlar),
Hak hakkında "lâ hiye hüve ve lâ hiye
gayruhû" ibâresine tecâvüz etti
(cümlesini kullandı)
ve "Sıfat, ne Hakk'ın hüviyyetidir
(zatıdır) ve ne de
Hakk'ın gayrıdır" (Hakk’tan
başkadır) dedi. Ve bu ibâre
(cümle) iyi bir
ibâredir (cümledir);
zîrâ
(çünkü) bi-haseb-i
zâhir, (görünür olması ile)
ayniyyet (aynılık)
veyâ gayriyyet
(başkalık) takdîri
(değerlendirmesi)
üzerine vârid olan
(düşünülen) şey, vârid olmaz
(söylenmez).
Çünkü zât münhasıran
(sadece) sıfâtın aynı
i'tibâr olunsa (kabul edilse),
zât sıfâtla mukayyed
(kayıtlanmış) olmak
lâzım gelir ve münhasıran
(sadece) gayrı
(başka) itibar olunsa
(kabul edilse),
iki vücud isbât
olunmuş (anlaşılmış)
olup zât kendi nefsinde nâkıs
(noksan) olmak icâb
eder (gerekir).
Böyle olunca bu ibârenin gayrı
(cümleden başka) olan ibâre
(cümle) nefsû'l-emrde
(aslında) ehakk
(daha müstehakk) ve
elyaktır (daha yaraşır)
ve işkâli (şüphe
ve karışıklığı) daha ziyâde
(çok) ref’ eder
(kaldırır, hükümsüz bırakır).
Ve o ibâre (cümle)
dahi, "A'yân-ı sıfât
(açığa çıkmış sıfatlar),
mevsûf olan
(sıfatlanan) Hakk'ın zâtıyle kâim
(mevcut) bir vücûd-i
izâfî (varsayımsal, göreli
vücut) olup zâtın vücûd-i hakîkîsi
(gerçek varlığı) ve
müstakılli (bağımsızlığı)
üzerine ziyâde olmuş
(ilave edilmiş) bir
vücud-i müstakil (bağımsız,
ayrıca bir vücut sahibi) değildir; belki o
a'yân-ı sıfât, (açığa çıkmış
sıfatlar),
mevsûf olan (sıfatlanan)
zât-ı Hak (Hakk’ın
zatı) ile kendileri arasında ve kendilerinin
a'yân-ı ma'kulesi, ya'ni suver-i zihniyyeleri (zihni
suretleri) beyninde
(arasında) bir takım
niseb (sıfatlar)
ve izâfattır (izafiliklerdir,
göreliklerdir)."
kavlidir (sözüdür).
İşte bu ibâre (cümle)
"lâ hiye hüve ve lâ hiye gayruhû"
(Allah’ın sıfatları zatının ne
aynıdır ne de gayrıdır) ibâresinden
(cümlesinden) daha
ziyâde (fazla)
nefsü'l-emre (gerçeğe)
lâyıktır (uygundur);
zîrâ (çünkü)
sıfât-ı Hak
(Hakk’ın sıfatı),
hâriçte (dışarıda)
müstakıllü'l- vücûd
(kendi başına bağımsız bir vücut
sahibi) değildir. Fakat akılda zât-ı Hak
(Hakk’ın
zatı) üzere zâid
(ilave) olarak mevcûddur. Çünkü akılda
onların hakâyık-ı mümtâzesi
(diğerlerinden ayrılmış, seçkin, belirlenmiş
hakikatleri) sâbittir
(mevcuttur);
velâkin hâriçte
(dışarıda) "ayn"ları
(zatları, hakikâtleri)
ve vücûdları (varlıkları)
yoktur. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
onların hâriçte (dışarıda)
vücûdları, Hak Teâlâ hazretlerinin ayn-ı
zâtıdır (kendi zatıdır).
İşte muhakkık
(gerçeği arayıp meydana çıkaran) olan ârif-i
billâhın (Allah’ı Allah ile
bilen ariflerin) kavli
(sözleri) budur.
Gerçi (eğer)
hükemânın (âlimlerin)
birçoğu ve Mu'tezile tâifesi
(mutezile mezhebinde olanlar)
dahi böyle söylemişlerse de, bu söz onlardan
zevkan sâdır olmamıştır
(çıkmamıştır).
Belki nazar-ı akli ile
(akıl yürüterek) bu kavli
(sözleri) ihtiyâr
ettiler (söylediler)
ve nazar-ı aklî (akıl
yorma) ile olan hükümde ayak kayıp varta-i
hatâya (hata çukuruna)
düşmek ihtimâli kesîrdir
(çoktur).
Fakat ârif-i muhakkık
(tahkik sahibi arifler) ki, sıfat-ı Hak
(Hakk’ın sıfatı) olan
rahmetin kendisiyle kaim
(mevcut) olduğunu zevkan
(manevi haz ile)
bilmiştir; onun bu sözü nazar-ı aklîye
(akıl yürütmekle)
değil müşâhedeye (bizzat
görmeye) müstenid
(dayalı) bulunduğundan nefsü'l-emrden
(gerçekten) şaşmak
ihtimâli yoktur. |