Füsûs-ül Hikem

243. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

{KELİME-İ ZEKERÂVİYYE'DE MÛNDEMİC "NIKMET-İ MÂLİKİYYE"     BEYÂNINDA OLAN FASTIR}

Çünkü herhangi lafız ile olursa olsun, mustalahun -aleyh, kendi zâtıyle kendisinin gayrisinden mütemeyyis bir hakikattir. Her ne kadar esmânın hepsi, ayn-ı vâhideye delâlet etmek için vaz' olundu ise de... İmdi onda hilâf yoktur ki, her bir isim için, başkası için olmayan bir hüküm vardır. Binâenaleyh bu, yine vaz' olunduğu gibi i'tibâr olunmak münâsibdir. Nitekim esmânın zât-ı müsemmâya delâleti i'tibâr olunur (18).

Ya'ni herhangi lafız (söz) ile olursa olsun, Arapça, Türkçe, Fârisîce (Farsça,İran lisanıyla) olsun, bir ma'nayı anlatmak için, o ma'nâ üzerine ıstılah (deyiş, tabir) vaz' olunur (konur).  Bu üzerine ıstılah (tabir) vaz' olunan (konulan) ma'nâ, kendi zâtıyla kendisinin gayrısından (başkasından) ayrılmış bir hakîkattir. İşte esmâ-i melfûza-i İlahiyye (Allah’ın esması dediğimiz) birtakım hakâyık-ı ilâhiyyeyi (İlahi hakikatleri) anlatmak için vaz' olunmuş (konmuş) birer ıstılahtır (tabirdir).  Ve o hakâyıkın (hakikatlerin) her birisi yekdîğerinden (biri diğerinden) başka olduğu için, esmâ-i melfûza (esma, isimler diye tabir ettiğimiz) dahi muhtelif (çeşitli) ma'nâlara delâlet (işaret) eder. Meselâ Alîm ismi, ayn-ı ilm (ilmin  hakikati) ile Kadir isminden ve Kadir ismi dahi ayn-i kudret (kudretin hakikati) ile Alîm isminden mütemeyyizdir (farklıdır, ayrılmıştır).  Fakat Hakk'ın zâtına delâlet (işaret) etmeleri i'tibâriyle (bakımından) aralarında hiçbir fark yoktur. Ve esmânın kaffesi (hepsi) her ne kadar ayn-ı vâhideye (tek hakikate) delâlet (işaret) etmek için vaz' olundu (konuldu) ise de, mâdemki her bir isim o ayn-ı vâhidenin (tek hakikatin) nisebi (sıfatı) olan bir ma'nâya ve bir hakikate delâlet (işaret) ederler, bu i'tibârla (hususla) yekdiğerinden (biri diğerinden) tefrîk (ayrılmış) olunurlar.

Misâl: "İnsan" mefhûmu, (kavramı) ayn-ı vâhidedir (tek hakikattir). Fakat, bunun gülme, ağlama, söyleme, yazma, okuma ilh... gibi birtakım nisbetleri (sıfatları) vardır. Bu ma'nâları anlatmak için, her kavim (topluluk) kendi lisânına göre birer isim vaz' etmiştir (koymuştur). Gülen, ağlayan, söyleyen, yazan, okuyan ilh... gibi. İşte bu isimlerin cümlesi (bütün hepsi) insana mahsûs (ait, özel) olan birtakım nisebden (sıfatlardan) ibâret olmakla ayn-ı vâhide (tak hakikat) olan bu mefhûma (manaya) delâlet (işaret) etmek üzere mevzû'dur (konulmuştur). Fakat bu isimlerin delâlet (işaret) ettiği ma'nâlar arasında fark olduğundan biri diğerine delâlet (işaret) etmez. Nitekim gülme ağlamanın aynı değildir.

İmdi her bir isme mahsûs (ait, özel) bir hüküm vardır ki, kendisinden başka olan bir isimde o hüküm yoktur. Binâenaleyh (bundan dolayı) sâil (dua eden kişi) Hakk'a duâ ettiği vakit "Yâ Ganiyy", "Yâ Kerim," "Yâ Latif' gibi birtakım esmâ-i ilâhiyyeyi (İlahi esmayı) zikr ettikde (andığında),  bu esmâ onun indinde (katında) nasıl ki zâta delâlet (işaret) eder ve bu esmâ ile o dâi (dua eden kişi) zât-ı Hakk'ı (Hakk’ın zatını) murâd eyler ise, "Yâ Allah" "Yâ Rahmân" diye duâ ettiği vakit dahi, muhtâc olduğu şey hangi ismin yediyle (eliyle) ihsân olunacak (verilecek, bağışlanacak) ise, o ismin hükmünü nazar-ı i'tibâra almak (önem vermek, değerlendirmek) lâzımdır; zirâ (çünkü) atâyâ-yı ilâhiyye (İlahi bağışları),  hademe-i esmâdan (esmanın hizmetlilerinden) bir hâdimin (hizmetçinin) iki eli üzerine vâkı’' olur (gerçekleşir).  Binâenaleyh (bundan dolayı) hasta duâ ettiği vakit kendisinin muhtaç  olduğu şifâyı îsâl edecek (ulaştıracak) olan "Şâfî" ismini ve aç olan kimse dahi "Rezzâk" ismini nazar-ı i'tibâra almalıdır (önem vermelidir, değerlendirmelidir). Ve atâyâ-yı  esmâiyyenin (esmaya ait bağışların, ihsanların) tafsilâtı (geniş açıklaması) Fass-ı şîşî’de (Şişi bölümünde) mürûr etti (geçti).

Ve işte bunu için Ebu'l-Kâsım bin Kasiyy, esmâ-i İlâhiyye hakkında dedi ki: Muhakkak her bir ism-ilâhi, infirâdi üzere, hepsi cemî'-i esmâ-i İlâhiyye ile müsemmâdır. Zikirde onu takdim ettiğin vakit, onu cemi'-i esmâ ile vasfedersin. Bu dahi esmânın âyn-ı vâhide üzerine delâletinden nâşîdir; her ne kadar esmâ ayn-ı vâhide üzerine mütekessir ve her ne kadar onların hakâyıkı, ya'nî bu esmânın hakâyıkı muhtelif olur ise de (19)

Ve esmânın kâffesi (bütün hepsi) ayn-ı vâhide (tek hakikât) olan zât-ı Hakk'a (Hakk’ın zatına) delâlet (işaret) ettiği için, cenâb-ı Ebu'l-Kâsım bin Kasiyy, Hal'-ı Na'leyn ismindeki kitâbında, esmâ-i ilâhiyye (İlahi esma) hakkında buyurdu ki: Her bir ism-i ilâhi  (İlahi isim) münferiden (tek olarak) cemi'-i esmâ-i ilâhiyye (bütün İlahi isimler) ile müsemmâdır (isimlenmiştir). Ya'nî esmâ-i ilâhiyyeden (İlahi esmadan) her bir münferiden (ayrı ayrı) kendi hakikâtlerine delâlet (işaret) etmeleri hasebiyle (bakımından) muhtelif (çeşitli) ise de, ayn-ı ahadiyyette (Ahad olan zatta) müttehiddirler (birleşmiş, bir olmuşlardır).  Münferiden (tek olarak, sadece) herhangi bir ism-i Hakk'ı (Hakk’ın ismini) zikretmiş (anmış) olsan, o ismi, esmâ-i İlâhiyyenin kâffesi ile (bütün İlahi isimlerin hepsiyle birden) vasfetmiş (övmüş) olursun. Bu da esmânın ayn-ı vâhide (tek hakikât) olan zât-ı Hakk'a (Hakk’ın zatına) delâletinden (işaret etmesinden) nâşidir (dolayıdır).  Bu babdaki (konudaki) tafsîlât (geniş açıklama)  îrâd-ı misâl (misal vermek) sûretiyle Fass-ı süleymânî'de (Süleyman bölümünde) mürûr etmiştir (geçmiştir).

 

 
 
İzmir - 07.11.2006
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com