{KELİME-İ ZEKERÂVİYYE'DE MÛNDEMİC "NIKMET-İ
MÂLİKİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR}
Çünkü herhangi lafız ile olursa olsun, mustalahun
-aleyh, kendi zâtıyle kendisinin gayrisinden mütemeyyis
bir hakikattir. Her ne kadar esmânın hepsi, ayn-ı
vâhideye delâlet etmek için vaz' olundu ise de... İmdi
onda hilâf yoktur ki, her bir isim için, başkası için
olmayan bir hüküm vardır. Binâenaleyh bu, yine vaz'
olunduğu gibi i'tibâr olunmak münâsibdir. Nitekim
esmânın zât-ı müsemmâya delâleti i'tibâr olunur (18).
Ya'ni herhangi lafız (söz)
ile olursa olsun, Arapça, Türkçe, Fârisîce
(Farsça,İran lisanıyla)
olsun, bir ma'nayı anlatmak için, o ma'nâ üzerine
ıstılah (deyiş, tabir)
vaz' olunur (konur).
Bu üzerine
ıstılah (tabir)
vaz' olunan (konulan)
ma'nâ, kendi zâtıyla kendisinin gayrısından
(başkasından)
ayrılmış bir hakîkattir. İşte esmâ-i melfûza-i İlahiyye
(Allah’ın esması dediğimiz)
birtakım hakâyık-ı ilâhiyyeyi
(İlahi hakikatleri)
anlatmak için vaz' olunmuş
(konmuş) birer ıstılahtır
(tabirdir).
Ve o hakâyıkın
(hakikatlerin) her
birisi yekdîğerinden (biri
diğerinden) başka olduğu için, esmâ-i melfûza
(esma, isimler diye tabir
ettiğimiz) dahi muhtelif
(çeşitli) ma'nâlara
delâlet (işaret)
eder. Meselâ Alîm ismi, ayn-ı ilm
(ilmin hakikati)
ile Kadir isminden ve Kadir ismi dahi ayn-i
kudret (kudretin hakikati)
ile Alîm isminden mütemeyyizdir
(farklıdır, ayrılmıştır).
Fakat Hakk'ın
zâtına delâlet (işaret)
etmeleri i'tibâriyle
(bakımından)
aralarında hiçbir fark yoktur. Ve esmânın kaffesi
(hepsi) her ne kadar
ayn-ı vâhideye (tek hakikate)
delâlet (işaret)
etmek için vaz' olundu
(konuldu) ise de,
mâdemki her bir isim o ayn-ı vâhidenin
(tek hakikatin)
nisebi (sıfatı)
olan bir ma'nâya ve bir hakikate delâlet
(işaret) ederler, bu
i'tibârla (hususla)
yekdiğerinden (biri
diğerinden) tefrîk
(ayrılmış) olunurlar.
Misâl: "İnsan" mefhûmu,
(kavramı) ayn-ı
vâhidedir (tek hakikattir).
Fakat, bunun gülme, ağlama, söyleme, yazma,
okuma ilh... gibi birtakım nisbetleri
(sıfatları) vardır.
Bu ma'nâları anlatmak için, her kavim
(topluluk) kendi
lisânına göre birer isim vaz' etmiştir
(koymuştur).
Gülen, ağlayan, söyleyen, yazan, okuyan
ilh... gibi. İşte bu isimlerin cümlesi
(bütün hepsi) insana
mahsûs (ait, özel)
olan birtakım nisebden (sıfatlardan) ibâret olmakla ayn-ı vâhide
(tak hakikat) olan bu
mefhûma (manaya)
delâlet (işaret)
etmek üzere mevzû'dur
(konulmuştur).
Fakat bu isimlerin delâlet
(işaret) ettiği ma'nâlar arasında fark olduğundan biri diğerine
delâlet (işaret)
etmez. Nitekim gülme ağlamanın aynı değildir.
İmdi her bir isme mahsûs
(ait, özel) bir hüküm vardır ki, kendisinden
başka olan bir isimde o hüküm yoktur. Binâenaleyh
(bundan dolayı) sâil
(dua eden kişi)
Hakk'a duâ ettiği vakit "Yâ Ganiyy", "Yâ Kerim," "Yâ
Latif' gibi birtakım esmâ-i ilâhiyyeyi
(İlahi esmayı) zikr
ettikde (andığında),
bu esmâ onun
indinde (katında) nasıl ki zâta delâlet
(işaret) eder ve bu esmâ ile o dâi
(dua eden kişi) zât-ı
Hakk'ı (Hakk’ın zatını)
murâd eyler ise, "Yâ Allah" "Yâ Rahmân" diye
duâ ettiği vakit dahi, muhtâc olduğu şey hangi ismin
yediyle (eliyle)
ihsân olunacak (verilecek,
bağışlanacak) ise, o ismin hükmünü nazar-ı
i'tibâra almak (önem vermek,
değerlendirmek) lâzımdır; zirâ
(çünkü) atâyâ-yı
ilâhiyye (İlahi bağışları),
hademe-i esmâdan
(esmanın hizmetlilerinden)
bir hâdimin
(hizmetçinin) iki eli üzerine vâkı’' olur
(gerçekleşir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) hasta
duâ ettiği vakit kendisinin muhtaç olduğu şifâyı îsâl
edecek (ulaştıracak)
olan "Şâfî" ismini ve aç olan kimse dahi "Rezzâk"
ismini nazar-ı i'tibâra almalıdır
(önem vermelidir,
değerlendirmelidir).
Ve atâyâ-yı esmâiyyenin
(esmaya ait bağışların,
ihsanların) tafsilâtı
(geniş açıklaması)
Fass-ı şîşî’de (Şişi
bölümünde) mürûr etti
(geçti).
Ve işte bunu için Ebu'l-Kâsım bin Kasiyy, esmâ-i
İlâhiyye hakkında dedi ki: Muhakkak her bir ism-ilâhi,
infirâdi üzere, hepsi cemî'-i esmâ-i İlâhiyye ile
müsemmâdır. Zikirde onu takdim ettiğin vakit, onu
cemi'-i esmâ ile vasfedersin. Bu dahi esmânın âyn-ı
vâhide üzerine delâletinden nâşîdir; her ne kadar esmâ
ayn-ı vâhide üzerine mütekessir ve her ne kadar onların
hakâyıkı, ya'nî bu esmânın hakâyıkı muhtelif olur ise de
(19)
Ve esmânın kâffesi (bütün
hepsi) ayn-ı vâhide
(tek hakikât) olan
zât-ı Hakk'a (Hakk’ın zatına)
delâlet (işaret)
ettiği için, cenâb-ı Ebu'l-Kâsım bin Kasiyy,
Hal'-ı Na'leyn ismindeki kitâbında, esmâ-i
ilâhiyye (İlahi esma)
hakkında buyurdu ki: Her bir ism-i ilâhi
(İlahi isim)
münferiden (tek olarak)
cemi'-i esmâ-i ilâhiyye
(bütün İlahi isimler)
ile müsemmâdır
(isimlenmiştir).
Ya'nî esmâ-i ilâhiyyeden
(İlahi esmadan) her bir münferiden
(ayrı ayrı) kendi
hakikâtlerine delâlet
(işaret) etmeleri hasebiyle
(bakımından) muhtelif
(çeşitli) ise de,
ayn-ı ahadiyyette (Ahad olan
zatta) müttehiddirler
(birleşmiş, bir olmuşlardır).
Münferiden
(tek olarak, sadece)
herhangi bir ism-i Hakk'ı
(Hakk’ın ismini) zikretmiş
(anmış) olsan, o
ismi, esmâ-i İlâhiyyenin kâffesi ile
(bütün İlahi isimlerin hepsiyle birden)
vasfetmiş (övmüş)
olursun. Bu da esmânın ayn-ı vâhide
(tek hakikât) olan
zât-ı Hakk'a (Hakk’ın zatına)
delâletinden
(işaret etmesinden) nâşidir
(dolayıdır).
Bu babdaki
(konudaki) tafsîlât
(geniş açıklama)
îrâd-ı misâl (misal vermek)
sûretiyle Fass-ı süleymânî'de
(Süleyman bölümünde)
mürûr etmiştir (geçmiştir). |