Füsûs-ül Hikem

244. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

{KELİME-İ ZEKERÂVİYYE'DE MÛNDEMİC "NIKMET-İ  MÂLİKİYYE"     BEYÂNINDA OLAN FASTIR}

Ba’dehü muhakkak rahmete iki tarîk üzere nâil olunur. Birisi tarik-ı vücûbdur. O da Hakk'ın الزَّكَـاةَ فَسَأَكْتُبُهَا لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ  (A'râf, 7/156) kavlidir. Ve onları sıfât-ı ilmiyye ve ameliyyeden onunla takyîd eylediği şeydir (20).

Ma'lûm olsun (bilinsin) ki, Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bâlâda (yukarıda) rahmetin iki vech ile (şekilde) te’sîri (etkisi) olup birisinin bizzat ve diğerinin suâl (dua) sebebiyle vâkı' olduğunu (gerçekleştiğini) beyân  buyurmuş (anlatmış) idi ki, bunlardan birisi "rahmet-i vûcûb (bu rahmet dünyada yapılan ibadetler ve iyi işler neticesinde kazanılır)" ya'ni “rahmet-i hâssa” (zatın özel, seçkin kullarına olan rahmeti) ve diğeri "râhmet-i imtinân (ahad olan zatında bulunan esmaların , zatından zatına tecellisi ile ilminde açığa çıkarması) " ya'nî "rahmet-i âmme" (zatın her şeye olan genel rahmeti) idi. Şimdi de rahmete iki tarîk üzere (yoldan) nâil olunduğunu (erildiğini) izâh ederler (anlatırlar).

Rahmete nâil olunan (erilen) iki tarîktan (yoldan) birisi tarîk-ı vücûbdur (zaruri  ve lazım olan yoldur). Bu da Hak Teâlâ hazretlerinin الزَّكَـاةَ فَسَأَكْتُبُهَا لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ (A'raf, 7/156) ya'ni "Ben rahmeti ittikâ edenler ve zekât verenler için farz kıldım" âyet-i kerîmesinden müstefâddır (anlaşılmıştır). Zîrâ (çünkü) Hak Teâlâ   كَتَبَ عَلَى نَفْسِهِ   الرَّحْم (En'âm; 6/12)  âyet-i kerimesinde beyân buyurduğu (bildirdiği) rahmeti, onlar için kendi üzerine vâcib (zorunlu, zaruri) kıldı. Ve bu rahmet,  namaz ve oruç ve hac ve zekât gibi sıfât-ı ameliyyeden (amel sıfatlarından) ve ma'rifet-i Hak (Hakk  ilmi, hakikat ilmi) gibi sıfât-ı ilmiyyeden (ilim sıfatından) o müttakîleri (Allah’tan korkanları, çekinenleri) takyîd eylediği (bağladığı, şartladığı) şey mukâbilinde (karşılığında) onlara vâsıl olur (ulaşır). Zîrâ (çünkü) rahmet-i vücûb (amel karşılığında elde edilen rahmet), Fass-ı Süleymâni'de (Süleyman bölümünde) tafsîl olunduğu (geniş olarak anlatıldığı) üzere ba'de'l-vücûd (vücuda geldikten sonra), muktezâ-yı isti'dâd (istidadın gereği) hasebiyle (bakımından) sâdır olan (çıkan) amel mukâbilinde (karşılığında) vakı' olur (gerçekleşir). Binâenaleyh (bundan dolayı) bir kimse bu âlem-i şehâdette (dünyada) Hakk'ın Resûl'üne imân ve şerîatine tevessül edip (sarılıp, iman edip) a'mâl-i sâliha (iyi, güzel işler) işler ve ma'rifet-i ilâhiyye (hakikat ilmini) tahsîl eylerse (öğrenirse), Hakk'ın kendi üzerine vâcib (zorunlu, zaruri) kıldığı bu rahmet-i hâssaya (özel rahmetine) nâil olur (erer). Fakat bu rahmet-i vücûb (amel karşılığında verilen bu rahmet), rahmet-i imtinândandır (zatın her şeye olan genel rahmetindendir). Çünkü hükmû hâss (özel, has hüküm) olan Rahîm ismi, dühûl-i tazammun ile (içinde bulunması, içermesi bakımından), hükmü âmm (umumi, genel, her şeye) olan Rahmân isminin tahtına (hükmü altına) dâhil olur (girer). Zîrâ (çünkü) Hak zât-ı ahadiyyette (ahad olan zatında) mahfî (gizli) olan esmâya rahmet-i zâtiyye-i âmmesiyle (zatının her şeye olan genel rahmeti, zatından zatına olan tecellisiyle) rahmet edip onları sıkıntıdan tenfis etti (ferahlandırdı) ve cümlesinin hakayıkı, (hepsinin hakikati) ilm-i ilâhide (Allah’ın ilminde) sâbit (sabitleşti, mevcut) oldu. Velâkin bu hakayık-ı sâbite (mevcut olan, sabitleşmiş hakikatler) içinde bulunan ba'zı hakâyık (hakikatler) hak­kında hubb-i ezelîsi (ezeli sevgisinin) eseri olmak üzere, inâyet-i mahsûsa-i ilâhiyyesi (özel ilahi ihsanı, hususi lütfu) sebk etti (öne geçti) ki, bunlar dahi enbiyâ (nebiler (peygamberler) ve evliyâ (veliler) ve bilcümle mü'minlerin (bütün inananların) a’yân-ı sâbiteleridir. (ilmi suretleridir) İşte o hakayıkın (hakikatlerin) mezâhiri (göründüğü, çıktığı yer) bu âlem-i vücûda (dünyaya) gelince bu inâyeti-i ezeliyye (ezelde verilen inayet, ilmi suretlerin istidatları) hasebiyle (bakımından) onlardan a'mâl-i sâliha (iyi güzel işler) zâhir oldu (açığa çıktı). Ve bu amelleri mukabilinde (karşılığında) dahi Hak onlara kendi üzerine vâcip (zorunlu, zaruri) kıldığı rahmet ile tecellî eyledi (belirdi, göründü). Binâenaleyh (bundan dolayı) rahmet-i vücûb (kulun istidadı dolayısıyle, kendisinden çıkan iyi amellerin karşılığında kazandığı rahmet), rahmet-i imtinâna (Hakk’ın zatından zatına tecellisi neticesinde ilmi suretlerin Allah’ın ilminde açığa çıkması,zatın her şeye olan genel rahmetine) dâhil oldu (katıldı, girdi). Çünkü bunların vücûdu rahmet-i imtinân ile zâhir olmasaydı (açığa çıkmasaydı); rahmet-i hâssanın (özel rahmetinin) mahall-i tecellisi (görüneceği, belireceği yer) bulunmaz idi.

Mesnevi:

ست بلكه  شرط  قابليت  داد  اوست                 داد  لب  وقابليت  هست  پو

Tercüme: "Belki şart-ı kabiliyyet O'nun atâsıdır. Atâ iç, ve kabiliyyet kabuk gibidir."

Bundan dahi anlaşıldığı üzere abdin (kulun) amâl-i sâlîha ifâsına (iyi güzel işler yapmayı) muvaffakıy­yeti (başarması) dahi Hakk’ın atâsı (ihsanı, bağışı) ve fazl-ı ihsânıdır (bağışladığı ihsandır).  Binâenaleyh (bundan dolayı) abdin (kulun) ameliyle (yaptığı işlerle) tefâhürü (iftihar etmesi, övünmesi) kadar kendisi için bâdî-i hicâb (utanma sebebi) ve hacâlet (utanılacak) bir şey yoktur.

 

 
 
İzmir - 14.11.2006
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com