{KELİME-İ ZEKERÂVİYYE'DE MÛNDEMİC "NIKMET-İ
MÂLİKİYYE" BEYÂNINDA OLAN FASTIR}
Ba’dehü muhakkak rahmete iki tarîk üzere nâil olunur.
Birisi tarik-ı vücûbdur. O da Hakk'ın
الزَّكَـاةَ
فَسَأَكْتُبُهَا لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ
(A'râf, 7/156) kavlidir. Ve onları sıfât-ı ilmiyye ve
ameliyyeden onunla takyîd eylediği şeydir (20).
Ma'lûm olsun (bilinsin)
ki, Cenâb-ı Şeyh (r.a.) bâlâda
(yukarıda) rahmetin
iki vech ile (şekilde)
te’sîri (etkisi)
olup birisinin bizzat ve diğerinin suâl
(dua) sebebiyle vâkı'
olduğunu (gerçekleştiğini)
beyân buyurmuş
(anlatmış) idi ki, bunlardan birisi "rahmet-i
vûcûb (bu rahmet dünyada
yapılan ibadetler ve iyi işler neticesinde kazanılır)"
ya'ni “rahmet-i hâssa”
(zatın özel, seçkin kullarına
olan rahmeti) ve diğeri "râhmet-i imtinân
(ahad olan zatında bulunan
esmaların , zatından zatına tecellisi ile ilminde açığa
çıkarması) "
ya'nî "rahmet-i âmme"
(zatın her şeye olan genel
rahmeti) idi. Şimdi de rahmete iki tarîk
üzere (yoldan)
nâil olunduğunu (erildiğini)
izâh ederler
(anlatırlar).
Rahmete nâil olunan (erilen)
iki tarîktan
(yoldan) birisi tarîk-ı vücûbdur
(zaruri ve lazım olan yoldur).
Bu da Hak Teâlâ hazretlerinin
الزَّكَـاةَ
فَسَأَكْتُبُهَا لِلَّذِينَ يَتَّقُونَ وَيُؤْتُونَ
(A'raf, 7/156) ya'ni "Ben rahmeti ittikâ edenler ve
zekât verenler için farz kıldım" âyet-i kerîmesinden
müstefâddır (anlaşılmıştır).
Zîrâ (çünkü)
Hak Teâlâ
كَتَبَ عَلَى نَفْسِهِ
الرَّحْم
(En'âm; 6/12) âyet-i kerimesinde beyân buyurduğu
(bildirdiği) rahmeti,
onlar için kendi üzerine vâcib
(zorunlu, zaruri)
kıldı. Ve bu rahmet, namaz ve oruç ve hac ve zekât gibi
sıfât-ı ameliyyeden (amel
sıfatlarından) ve ma'rifet-i Hak
(Hakk ilmi, hakikat ilmi)
gibi sıfât-ı ilmiyyeden
(ilim sıfatından) o
müttakîleri (Allah’tan
korkanları, çekinenleri) takyîd eylediği
(bağladığı, şartladığı)
şey mukâbilinde
(karşılığında) onlara vâsıl olur
(ulaşır).
Zîrâ (çünkü)
rahmet-i vücûb
(amel karşılığında elde edilen rahmet),
Fass-ı Süleymâni'de
(Süleyman bölümünde)
tafsîl olunduğu (geniş olarak
anlatıldığı) üzere ba'de'l-vücûd
(vücuda geldikten sonra), muktezâ-yı isti'dâd (istidadın
gereği) hasebiyle
(bakımından) sâdır olan
(çıkan) amel
mukâbilinde (karşılığında)
vakı' olur
(gerçekleşir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) bir kimse bu âlem-i şehâdette
(dünyada) Hakk'ın
Resûl'üne imân ve şerîatine tevessül edip
(sarılıp, iman edip)
a'mâl-i sâliha (iyi, güzel
işler) işler ve ma'rifet-i ilâhiyye
(hakikat ilmini)
tahsîl eylerse (öğrenirse),
Hakk'ın kendi üzerine vâcib
(zorunlu, zaruri)
kıldığı bu rahmet-i hâssaya
(özel rahmetine) nâil olur
(erer).
Fakat bu rahmet-i vücûb
(amel karşılığında verilen bu
rahmet),
rahmet-i imtinândandır
(zatın her şeye olan genel rahmetindendir).
Çünkü hükmû hâss
(özel, has hüküm) olan Rahîm ismi, dühûl-i
tazammun ile (içinde
bulunması, içermesi bakımından),
hükmü âmm (umumi,
genel, her şeye) olan Rahmân isminin tahtına
(hükmü altına)
dâhil olur (girer).
Zîrâ (çünkü)
Hak zât-ı ahadiyyette
(ahad olan zatında) mahfî (gizli)
olan esmâya rahmet-i zâtiyye-i âmmesiyle
(zatının her şeye olan genel
rahmeti, zatından zatına olan tecellisiyle)
rahmet edip onları sıkıntıdan tenfis etti
(ferahlandırdı) ve
cümlesinin hakayıkı,
(hepsinin hakikati) ilm-i ilâhide
(Allah’ın ilminde)
sâbit (sabitleşti, mevcut)
oldu. Velâkin bu hakayık-ı sâbite
(mevcut olan, sabitleşmiş
hakikatler) içinde bulunan ba'zı hakâyık
(hakikatler)
hakkında hubb-i ezelîsi
(ezeli sevgisinin) eseri olmak üzere,
inâyet-i mahsûsa-i ilâhiyyesi
(özel ilahi ihsanı, hususi
lütfu) sebk etti
(öne geçti) ki, bunlar dahi enbiyâ
(nebiler (peygamberler)
ve evliyâ (veliler)
ve bilcümle mü'minlerin
(bütün inananların)
a’yân-ı sâbiteleridir. (ilmi
suretleridir) İşte o hakayıkın
(hakikatlerin)
mezâhiri (göründüğü, çıktığı
yer) bu âlem-i vücûda
(dünyaya) gelince bu
inâyeti-i ezeliyye (ezelde
verilen inayet, ilmi suretlerin istidatları)
hasebiyle (bakımından)
onlardan a'mâl-i sâliha
(iyi güzel işler) zâhir oldu
(açığa çıktı).
Ve bu amelleri mukabilinde
(karşılığında) dahi
Hak onlara kendi üzerine vâcip
(zorunlu, zaruri)
kıldığı rahmet ile tecellî eyledi
(belirdi, göründü).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) rahmet-i vücûb
(kulun istidadı dolayısıyle,
kendisinden çıkan iyi amellerin karşılığında kazandığı
rahmet),
rahmet-i imtinâna
(Hakk’ın zatından zatına tecellisi neticesinde ilmi
suretlerin Allah’ın ilminde açığa çıkması,zatın her şeye
olan genel rahmetine) dâhil oldu
(katıldı, girdi). Çünkü bunların vücûdu rahmet-i imtinân
ile zâhir olmasaydı
(açığa çıkmasaydı);
rahmet-i hâssanın
(özel rahmetinin) mahall-i tecellisi
(görüneceği, belireceği yer)
bulunmaz idi.
Mesnevi:
ست
بلكه شرط قابليت داد اوست داد لب
وقابليت هست پو
Tercüme: "Belki şart-ı kabiliyyet O'nun atâsıdır. Atâ
iç, ve kabiliyyet kabuk gibidir."
Bundan dahi anlaşıldığı üzere abdin
(kulun) amâl-i sâlîha
ifâsına (iyi güzel işler
yapmayı) muvaffakıyyeti
(başarması) dahi
Hakk’ın atâsı (ihsanı,
bağışı) ve fazl-ı ihsânıdır
(bağışladığı ihsandır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) abdin
(kulun) ameliyle
(yaptığı işlerle)
tefâhürü (iftihar etmesi,
övünmesi) kadar kendisi için bâdî-i hicâb
(utanma sebebi) ve
hacâlet (utanılacak)
bir şey yoktur. |