BU FASS-I ŞERÎF KELİME-İ İLYÂSİYYE'DE MÜNDEMİC
OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR
Ma'lûm olsun (bilinsin)
ki, cenâb-ı İlyâs
(İlyas a.s.) mizâc-ı rûhânîsi
(ruhunun tabiatı)
hasebiyle suver-i melekiyye
(meleklerin sureti) ve mizâc-ı cismânisi
(bedeninin tabiatı)
hasebiyle de suver-i beşeriyye
(insanların suretlerinin)
mizâcına (tabiatına)
mensûb (bağlı,
ilişkili, ait) olduğundan, sûret-i
rûhâniyyesi (ruhunun sureti)
cihetinden
(tarafından) suver-i rûhâniyye
(ruhani suretler)
olan melâike (melekler)
ile ünsiyyet
(arkadaşlık) edip beynlerinde
(aralarında) vâkı
olan (gerçekleşen)
hükm-i iştirâk (birlikte
karar almak)
sebebiyle onların merâtib-i rûhâniyyesinde
(ruhani mertebelerinde),
onlar ile
musâhabe (görüştü, sohbet)
etti. Ve sûret-i cismâniyyesi
(bedeninin sureti)
cihetinden (tarafından)
dahi, sûver-i cismâniyye
(cismi suretler) olan
insanlar ile ünsiyyet
(arkadaşlık) edip, sûret-i tabiiyye-i
unsuriyyede (madde olan
tabiat suretlerinde)
onlar ile olan iştirâk
(beraberlik, ortaklık)
hasebiyle onlar ile muhâleta eyledi
(uyuştu, anlaştı).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hz. İlyâs, iki sûreti câmi'
(toplamak) ve iki
âlem arasında berzahıyyetle
(arada, arasında olmaklıkla) zâhir oldu
(meydana çıktı).
İmdi "rûh" ile, "nefs" ta'bîr ettiğimiz
(dediğimiz) cesed,
hakîkatte şey'-i vâhidden
(tek hakikatten) ibârettir. Aralarındaki
fark, letâfet (şeffaflık)
ve kesâfetten
(koyuluktan) başka bir şey değildir.
Mertebe-i kesâfette (koyu,
yoğun olduğu mertebede) rûha "nefs" ve
kuvâsına da (meleki
kuvvelerine de) kuvâ-yı tabîiyye
(tabii güçler) ta'bîr
olunur (denir).
Fesâd (bozulma)
ve fenâ (yok olma)
keyfiyyeti
(hususiyeti) ancak bu cesed-i kesif-i
unsurîye (yoğunlaşmış bedenin
maddesine) taalluk eder. Nitekim, buhar ile
buz hakîkatte şey'-i vâhiddir
(tek hakikattir).
Aralarındaki fark, letâfet
(şeffaflık) ve
kesâfetten (koyuluktan)
ibârettir. Bulut, su ve buz buhardan başka
bir şey olmadığı halde, her mertebede isimleri değişir.
Ve latîf (latif)
olan buharın, buzun cismine taalluku
(ilişkisi) derkârdır
(aşikâr, bilinmektedir).
Bu taalluk
(ilişki) hulûl
(girmek, geçmek) ve ittihâd
(birleşmek) sûretiyle
(yoluyla)
değildir; zîrâ (çünkü)
hulûl (girme)
ve ittihâd (birleşme)
yekdîğerinin
(birbirinden) gayrı
(başka) olan iki şey
arasında vâkı' olur (oluşur).
Şu kadar ki buzun
kesb-i letâfet etmesi
(şeffaflık kazanması),
sûretinin
(şeklinin) fesâdından
(bozulmasından) sonra
mümkün olur. Velâkin kesîf
(yoğunlaşmış, koyu) olan cesed-i insânînin
(insanın madde yapısı)
kesb-i letâfet etmesi,
(şeffaflık kazanması) mutlaka, suver-i
cesedânîsinin (madde
yapısının) infisâhını
(bozulmasını) icâb
etmez; sûret bâki (kalıcı) iken keyfîyyet-i letâfet
(şeffaflık hususiyeti, özelliği) husûle gelir
(olur).
O cesed artık rûh-ı musavverdir
(cisimlenmiş ruhtur).
İşte bu cesed kesb-i letâfet
(letafet kazanmak)
ile rûh mertebesine irtikâ ettikde
(yükseldiğinde) onun
için mevt (ölüm)
yoktur. Ve rûhun bedene taalluku
(ilişkisi) ta'biri
(deyimi) bu izâhattan
anlaşılır ve böyle cesedden bu hazret-i şehâdette
(içinde bulunduğumuz mertebede
(dünyada) âsâr-ı ruhiyye
(ruhla ilgili, ruha ait eserler)
zâhir olur (açığa
çıkar, görülür).
Nitekim, kibâr-ı evliyâullâhın
(büyük velilerin)
menakıbında (övülecek
vasıflarında) bir zamanda muhtelif mahallerde
(çeşitli yerlerde)
huzûr (bulunmak)
ve muhtelif sûretlerde
(çeşitli suretlerde) zuhûr
(açığa çıkmak, kendini
göstermek) gibi pek çok ahvalin
(hallerin, oluşların)
vuku'u (olduğu)
nakl olunmuştur
(söylenmiş, anlatılmıştır) ki,
bunların cümlesi (bütün
hepsi) rûhun şânındandır
(tabiatından, hususiyetindendir).
Ve böyle bir kimsenin kuva-yı tabîiyyesi
(tabii güçleri),
kuva-yı rûhâniyyesinde
(ruhi güçlerinde)
mahv ü müstehlek (bitmiş, yok
olmuş) olur. Maahazâ
(bununla beraber)
halk nazarında (bakışında)
sûret-i cesedâniyyesi
(bedeninin sureti)
manzûr olduğundan,
(görüldüğünden) bu cihetten
(yönünden) ehl-i
kesâfet (yoğunlaşmış
birimler) ile üns
(arkadaşlık eder) ve muhâleta eder.
(uyuşur, anlaşır, konuşur)
Ve letâfet (şeffaf
oluşu) ve rûhaniyyeti
(ruh oluşu)
cihetiyle (yönüyle)
de ehl-i letâfet (şeffaf
birimler) olan melâike-i kirâm
(yüce melekler) ile
ünsiyyet ve musâhabe eyler
(uyuşur, anlaşır, konuşur ve arkadaşlık eder).
Nitekim, Hızır ve İsâ (aleyhime's-selâm)’ın
halleri budur. Şu kadar vardır ki, Hızır (a.s.)’ın
sûret-i beşeriyyesi (beşer
suretinin) üzerine sûret-i melekiyyesi
(meleki sureti) gâlib
(üstün) olduğundan
nâsın (insanların)
gözlerinden muhtefî
(gizlenmiş, saklanmış) kaldı. Sûret bâki
(kalıcı) iken kesb-i
letâfet olunması (letafet
kazanılması) keyfiyyetini
(hususiyetini, özelliğini)
akıl ile idrâk mümkin olmaz. Bunu, ecsâdı
(vücutları, bedenleri)
rûh-i musavver
(cisimlenmiş ruh) olan zevât-ı kirâm
(ulu, muhterem kişiler)
zevkan (manevi zevk ile,
yaşayarak) bilirler. Mesnevî:
پس
قيا مت شو قيامت را بة بين ديدن هر
چيزرا شرط ا ست ا ين
Tercüme: “İmdi kıyâmet ol, kıyâmeti gör! Her şeyi görmek
için bu şarttır.”
Yok ol! Bilmek dilersen bilmek oldur
O ol, bulmak dilersen bulmak oldur
Meselâ ateşte kıpkırmızı olan demir parçası, sûret-i
kesîfesi (madde yapısı,
şekli) mevcûd iken ateşin vasfıyle mevsûf
olur (vasıflanır).
Kendisine temâs edeni
(dokunanı) yakar. O bu halde iken hem
demirdir, hem de ateştir.
Mesnevî:
شد زرنك و طبع آتش محتشم كويد اومن آتشم من
آتشم
Tercüme: "Demir ateşin renk ve tab'ından
(tabiatından)
muhteşem (görkemli,
ihtişamlı) oldukda o, ben ateşim ben ateşim,
der."
İşte İlyâs (a.s.) dahi neş'et-i melekiyye
(meleki hayat) ile
neş'et-i insâniyye (insani
hayat) beyninde
(arasında) böylece berzah
(ara, ara geçit) gibi
olup, her iki tarafın ahkamını
(hükümlerini) câmi'
oldu (kendinde
topladı).
Devam edecek |