Füsûs-ül Hikem

246. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS-I  ŞERÎF  KELİME-İ  İLYÂSİYYE'DE  MÜNDEMİC   OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR

Ma'lûm olsun (bilinsin) ki, cenâb-ı İlyâs (İlyas a.s.) mizâc-ı rûhânîsi (ruhunun tabiatı) hasebiyle suver-i melekiyye (meleklerin sureti) ve mizâc-ı cismânisi (bedeninin tabiatı) hasebiyle de suver-i beşeriyye (insanların suretlerinin) mizâcına (tabiatına) mensûb (bağlı, ilişkili, ait) olduğundan, sûret-i rûhâniyyesi (ruhunun sureti) cihetinden (tarafından) suver-i rûhâniyye (ruhani suretler) olan melâike (melekler) ile ünsiyyet (arkadaşlık) edip beynlerinde (aralarında) vâkı olan (gerçekleşen) hükm-i iştirâk (birlikte  karar almak) sebebiyle onların merâtib-i rûhâniyyesinde (ruhani mertebelerinde),  onlar ile musâhabe (görüştü, sohbet) etti. Ve sûret-i cismâniyyesi (bedeninin sureti) cihetinden (tarafından) dahi, sûver-i cismâniyye (cismi suretler) olan insanlar ile ünsiyyet (arkadaşlık) edip, sûret-i tabiiyye-i unsuriyyede (madde olan tabiat suretlerinde) onlar ile olan iştirâk (beraberlik, ortaklık) hasebiyle onlar ile muhâleta eyledi (uyuştu, anlaştı). Binâenaleyh (bundan dolayı) Hz. İlyâs, iki sûreti câmi' (toplamak) ve iki âlem arasında berzahıyyetle (arada, arasında olmaklıkla) zâhir oldu (meydana çıktı).

İmdi "rûh" ile, "nefs" ta'bîr ettiğimiz (dediğimiz) cesed, hakîkatte şey'-i vâhidden (tek hakikatten) ibârettir. Aralarındaki fark, letâfet (şeffaflık) ve kesâfetten (koyuluktan) başka bir şey değildir. Mertebe-i kesâfette (koyu, yoğun olduğu mertebede) rûha "nefs" ve kuvâsına da (meleki kuvvelerine de) kuvâ-yı tabîiyye (tabii güçler) ta'bîr olunur (denir). Fesâd (bozulma) ve fenâ (yok olma) keyfiyyeti (hususiyeti) ancak bu cesed-i kesif-i unsurîye (yoğunlaşmış bedenin maddesine)  taalluk eder. Nitekim, buhar ile buz hakîkatte şey'-i vâhiddir (tek hakikattir). Aralarındaki fark, letâfet (şeffaflık) ve kesâfetten (koyuluktan) ibârettir. Bulut, su ve buz buhardan başka bir şey olmadığı halde, her mertebede isimleri değişir. Ve latîf (latif) olan buharın, buzun cismine taalluku (ilişkisi) derkârdır (aşikâr, bilinmektedir). Bu taalluk (ilişki)  hulûl (girmek, geçmek) ve ittihâd (birleşmek) sûretiyle (yoluyla) değildir; zîrâ (çünkü) hulûl (girme) ve ittihâd (birleşme) yekdîğerinin (birbirinden) gayrı (başka) olan iki şey arasında vâkı' olur (oluşur).  Şu kadar ki buzun kesb-i letâfet etmesi (şeffaflık kazanması), sûretinin (şeklinin) fesâdından (bozulmasından) sonra mümkün olur. Velâkin kesîf (yoğunlaşmış, koyu) olan cesed-i insânînin (insanın madde yapısı) kesb-i letâfet etmesi, (şeffaflık kazanması) mutlaka, suver-i cesedânîsinin (madde yapısının) infisâhını (bozulmasını) icâb etmez; sûret bâki (kalıcı) iken keyfîyyet-i letâfet (şeffaflık hususiyeti, özelliği) husûle gelir (olur). O cesed artık rûh-ı musavverdir (cisimlenmiş ruhtur). İşte bu cesed kesb-i letâfet (letafet kazanmak) ile rûh mertebesine irtikâ ettikde (yükseldiğinde) onun için mevt (ölüm) yoktur. Ve rûhun bedene taalluku (ilişkisi) ta'biri (deyimi) bu izâhattan anlaşılır ve böyle cesedden bu hazret-i şehâdette (içinde bulunduğumuz mertebede (dünyada) âsâr-ı ruhiyye (ruhla ilgili, ruha ait eserler) zâhir olur (açığa çıkar, görülür). Nitekim, kibâr-ı evliyâullâhın (büyük velilerin) menakıbında (övülecek vasıflarında) bir zamanda muhtelif mahallerde (çeşitli yerlerde) huzûr (bulunmak) ve muhtelif sûretlerde (çeşitli suretlerde) zuhûr (açığa çıkmak, kendini göstermek) gibi pek çok ahvalin (hallerin, oluşların) vuku'u (olduğu) nakl olunmuştur (söylenmiş, anlatılmıştır) ki, bunların cümlesi (bütün hepsi) rûhun şânındandır (tabiatından, hususiyetindendir). Ve böyle bir kimsenin kuva-yı tabîiyyesi (tabii güçleri), kuva-yı rûhâniyyesinde (ruhi güçlerinde) mahv ü müstehlek (bitmiş, yok olmuş) olur. Maahazâ (bununla beraber) halk nazarında (bakışında) sûret-i cesedâniyyesi (bedeninin sureti) manzûr olduğundan, (görüldüğünden) bu cihetten (yönünden) ehl-i kesâfet (yoğunlaşmış birimler) ile üns (arkadaşlık eder) ve muhâleta eder. (uyuşur, anlaşır, konuşur) Ve letâfet (şeffaf oluşu) ve rûhaniyyeti  (ruh oluşu) cihetiyle (yönüyle) de ehl-i letâfet (şeffaf birimler) olan melâike-i kirâm (yüce melekler) ile ünsiyyet ve musâhabe eyler (uyuşur, anlaşır, konuşur ve arkadaşlık eder). Nitekim, Hızır ve İsâ (aleyhime's-selâm)’ın halleri budur. Şu kadar vardır ki, Hızır (a.s.)’ın sûret-i beşeriyyesi (beşer suretinin) üzerine sûret-i melekiyyesi (meleki sureti) gâlib (üstün) olduğundan nâsın (insanların) gözlerinden muhtefî (gizlenmiş, saklanmış) kaldı. Sûret bâki (kalıcı) iken kesb-i letâfet olunması (letafet kazanılması) keyfiyyetini (hususiyetini, özelliğini) akıl ile idrâk mümkin olmaz. Bunu, ecsâdı (vücutları, bedenleri) rûh-i musavver (cisimlenmiş ruh) olan zevât-ı kirâm (ulu, muhterem kişiler) zevkan (manevi zevk ile, yaşayarak) bilirler. Mesnevî:

               پس   قيا مت  شو  قيامت  را بة بين                ديدن هر چيزرا   شرط ا ست   ا ين

Tercüme: “İmdi kıyâmet ol, kıyâmeti gör! Her şeyi görmek için bu şarttır.”

Yok ol! Bilmek dilersen bilmek oldur
O  ol, bulmak dilersen bulmak oldur

Meselâ ateşte kıpkırmızı olan demir parçası, sûret-i kesîfesi (madde yapısı, şekli) mevcûd iken ateşin vasfıyle mevsûf olur (vasıflanır). Kendisine temâs edeni (dokunanı) yakar. O bu halde iken hem demirdir, hem de ateştir.

Mesnevî:

شد زرنك و  طبع آتش محتشم              كويد اومن آتشم من آتشم

Tercüme: "Demir ateşin renk ve tab'ından (tabiatından) muhteşem (görkemli, ihtişamlı) oldukda o, ben ateşim ben ateşim, der."

İşte İlyâs (a.s.) dahi neş'et-i melekiyye (meleki hayat) ile neş'et-i insâniyye (insani hayat) beyninde (arasında) böylece berzah (ara, ara geçit) gibi olup, her iki tarafın ahkamını (hükümlerini) câmi' oldu (kendinde topladı).

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 28.11.2006
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com