Füsûs-ül Hikem

249. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

İmdi Hak, İlyas'da münezzeh oldu. Böyle olunca ma'rifet-i İlâhiyyeden nısf üzerine oldu. Zîrâ akıl kendi  nefsiyle mücerred oldukda, ulûmu nazarından aldığı haysiyyetten, onun Allah Teâlâ'ya ma'rifeti, teşbîh üzre değil, tenzîh üzre olur (3).

Ya'ni Hak, makam-ı akli (akıl makamı) olan cenâb-ı İlyas'da münezzeh (temiz, ari) oldu. Çünki Hz. İlyâs, şehevâttan (nefis düşkünlüklerinden, şehvetlerden) mücerred (soyunmuş, soyutlanmış) olup rûh-ı mücerred (soyut, saf ruh) olarak kaldı. Ve şehevâttan (şehvetlerden, nefsi arzulardan) mücerred (soyunuk, soyut) olan melâike (melekler) ve ervâh (ruhlar) ve ukûlûn (akılların) ma'rifeti (ilmi), tenzîh üzerine olduğundan onda dahi tenzih zâhir oldu. (açığa çıktı, göründü) Nitekim melâike (melekler)  نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ وَنَحْنُ  (Bakara, 2/30) dediler. Ve tenzîh (Hakk’ı bütün yaratılmışlardan münezzeh kılmak, beri tutmak) ma'rifet-i ilâhiyyenin (İlahi ilmin) yarısıdır. Zîrâ (çünkü) akıl, mücerred (soyut, tek, katıksız) olarak kendi nefsiyle olduğu vakit, ulûmu (ilimleri) nazar-ı aklisinden (akli görüşten) alır. Bu sebeple de onun Allah Teâlâ'ya ma'rifeti (bilgisi, ilmi) teşbîh (Hakk’ı yaratılmışlara benzetme) üzerine değil, tenzîh (Hakk’ı yaratılmışlardan mukaddes, beri kılma, ayrı tutma) üzerine olur. Nitekim akl-ı nazarilerine (kendi aklı görüşlerine) tâbi' (uyan, bağlı) olan ulemâ-i zâhir (zahir alimler) dahi  teşbihten (Hakk’ı yaratılmışlara benzetmekten) ürküp te'nzih ederler: (Hak her şeyden münezzehtir, sonradan yaratılmış hiçbir şeye benzemez derler) ve onların teşbihten (Hakk’ı yaratılmışlara benzetmekten) zevkleri yoktur.

Ve Allah Teâlâ ona ma'rifeti tecelli ile verdiği vakit, onun ma'rifet-i İlâhiyyesi kâmil olur. Binâenaleyh mevzi'-i tenzîhte, tenzîh-i hakiki ile tenzîh eder, tenzîh-i resmî ile değil. Ve teşbîh mevzi'inde dahi, teşbîh-i şuhûdî ve keşfî ile teşbîh eder ve suver-i tabîiyye unsuriyyede Hakk'ın vücûdu ile sereyânını görür. Ve  onun için bir sûret bâki kalmaz; illâ ki onun "ayn"ını  Hakk'ın "ayn"ı görür. Ve bu, Allah tarafından münzel olan şerâyi'in getirdiği ma'rifet-i tâmme-i kâmiledir; ve evhâmın küllîsi bu ma'rifetle hükmetti (4)

Ya'ni Allah Teâlâ, akla ma'rifeti (ilmi, bilgiyi) tecelli (ilham) ile verdiği vakit, artık o kendi nazarından (görüşünden) kurtulup ma'rifetin (ilmin) nısfı (yarısı) olan tenzîh üzerine olmaz ve teşbîh üzerirıe de olmaz; belki ıtlâk (kayıtsızlık) üzerine olur. Çünkü tecelli (ilham) ile olan ma'rîfet (bilgi, ilim),  Hakk'ı takyîd (kayıtlayıp) ve tahdîd etmez (sınırlamaz). Binâenaleyh (bundan dolayı) onun ma'rifeti (ilmi) kemâlde (tam eksiksiz olarak) olur. Şu halde bu akıl, Hakk'ı tenzîh mevzi'inde (tenzih edilecek yerde), tenzîh-i resmî ile (görüşe dayalı, takliden tenzih etmekle) değil, belki tenzîh-i hakîkî ile (gerçekten, hakîkaten tenzih ederek) tenzîh eder (Hakk’ı bütün yaratılmışlardan beri kılar, Allah her şeyden münezzehtir der). Ve teşbîh mevzi'inde (teşbih edilecek yerde) dahi, kendisinin müşâhedesi (görüşü (idraki) ve keşfi (sırrı öğrenmesi, bilmesi) üzerine teşbîh eyler (Hakk’ı yaratılmışlara benzetir); zîrâ (çünkü) Hakk'ın vücûdunun (varlığının) hâricinde (dışında) bir vücûd (varlık) ve sûret (birim) müşâhede etmez (görmez) ki, Hakk'ı  ondan tenzih etsin. (beri, mukaddes kılsın) Ve Hakk'ın vûcudundan (varlığından) başka bir vücûd (varlık) isbât etmez (vardır demez) ki, vehmiyle Hakk'ı ona teşbîh eylesin (benzetsin). Hak kendi nefsini nerede tenzîh ve teşbîh etmiş ise o da O'nu oralarda tenzîh ve teşbîh eder. Onun tenzîhi nazâr-ı aklînin (aklı görüşünün) verdiği tenzih-i resmi (görüşe dayalı, taklidi tenzih ile) değil, tecellînin (ilhamın, kalpte sırların açılmasının) i'tâ ettiği (verdiği) tenzîh-i hakîkîdir (gerçek tenzihtir).  Ve teşbîhi dahi şuhûdi (görerek) ve keşfîdir (sırrını bilerek, anlayarak), ya'nî müşâhedeye (görmesine, idrakine) müsteniddir (dayalıdır). Ve o kimse vücûd-i Hakk'ın (Hakk’ın varlığını) suver-i tabîiyye (tabiat suretlerinde) ve unsuriyyede (elementlerde, maddede) ne vechile (şekliyle) sereyân ettiğini (yayıldığını, dağıldığını) görür ve onun nazarında (görüşünde, zihninde) hiçbir sûret kalmaz ki, o sûretin "ayn"ını (zatını, hakikatini) Hakk'ın "ayn"ı (zatı, hakikati olarak) görmesin; ya'nî her bir sûretin (birimin) "ayn"ını (hakikatini). Hakk'ın "ayn"ı (Hakk’ın zatı, hakikati olarak) görür. İşte Hakk'ın kendi nefsini tenzîh ve teşbîh ettiği mevzi'lerde (yerlerde), bu kimsenin Hakk'ı tenzîh ve teşbîh etmesi öyle bir ma'rifet-i tâmme-i kâmiledir (noksansız, tam ilimdir, biliştir) ki, cânib-i Hak'tan (Hakk tarafından) münzel (indirilmiş) olan şerâyi' (şeriat hükümlerini)  bu ma'rifeti (bilişi) getirmiştir. Ve evhâmın (vehimlerin, zanların) hepsi dahi bu ma'rifetle (ilimle, bilişle) hükmeylemiştir (irade etmiş, karar vermiştir). Ya'nî nazar-ı aklîye (akli görüşüne) tâbi' (uyan, bağlı) olan ehl-i zâhir (zahirde kalmış kimseler) kî, kuvve-i vehmiyye (vehim) sâhipleridir, onların cümlesi (hepsi) bu ma'rifetle (ilimle) hükm ederler (karar verirler), zîrâ (çünkü) vehm, mutlak (sınırsız, kayıtsız) hakkında takyîd (kayıtlılık) ve mukayyed (bağlı, sınırlı)  hakkında dahi ıtlak (kayıtsızlık) ile hükm eder (karar verir). Ve kezâ (böylece) mevcûdun (var olanın) ademine (yok olduğuna) ve ma'dûmun (yok olanın) dahi vücûduna (var olduğuna) hükm eyler (karar verir). Gerçi şerâyi' (şeriat hükümleri) tenzîh ve teşbîh üzerine vârid olmuştur (gelmiştir (kurulmuştur); fakat bunlarda ifrât (aşırı gitmek) ve tefrît (normalin altında kalmak) câiz (doğru) değildir; belki tenzîh içinde teşbîh ve teşbîh içinde dahi tenzîh etmek lâzımdır. Bu bahsin (konunun) tafsili (geniş açıklaması) Fass-ı Nûhî'de (Nuh bölümünde) mürûr etmiştir (geçmiştir).

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 26.12.2006
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com