İmdi Hak, İlyas'da münezzeh oldu. Böyle olunca
ma'rifet-i İlâhiyyeden nısf üzerine oldu. Zîrâ akıl
kendi nefsiyle mücerred oldukda, ulûmu nazarından
aldığı haysiyyetten, onun Allah Teâlâ'ya ma'rifeti,
teşbîh üzre değil, tenzîh üzre olur (3).
Ya'ni Hak, makam-ı akli (akıl
makamı) olan cenâb-ı İlyas'da münezzeh
(temiz, ari) oldu.
Çünki Hz. İlyâs, şehevâttan
(nefis düşkünlüklerinden, şehvetlerden)
mücerred (soyunmuş,
soyutlanmış) olup rûh-ı mücerred
(soyut, saf ruh)
olarak kaldı. Ve şehevâttan
(şehvetlerden, nefsi arzulardan) mücerred
(soyunuk, soyut) olan
melâike (melekler)
ve ervâh (ruhlar)
ve ukûlûn (akılların)
ma'rifeti (ilmi),
tenzîh üzerine olduğundan onda dahi tenzih
zâhir oldu. (açığa çıktı,
göründü) Nitekim melâike
(melekler) نُسَبِّحُ
بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ
وَنَحْنُ
(Bakara, 2/30) dediler. Ve tenzîh
(Hakk’ı bütün yaratılmışlardan
münezzeh kılmak, beri tutmak) ma'rifet-i
ilâhiyyenin (İlahi ilmin)
yarısıdır. Zîrâ
(çünkü) akıl, mücerred
(soyut, tek, katıksız)
olarak kendi nefsiyle olduğu vakit, ulûmu
(ilimleri) nazar-ı
aklisinden (akli görüşten)
alır. Bu sebeple de onun Allah Teâlâ'ya
ma'rifeti (bilgisi, ilmi)
teşbîh (Hakk’ı
yaratılmışlara benzetme) üzerine değil,
tenzîh (Hakk’ı
yaratılmışlardan mukaddes, beri kılma, ayrı tutma)
üzerine olur. Nitekim akl-ı nazarilerine
(kendi aklı görüşlerine)
tâbi' (uyan, bağlı)
olan ulemâ-i zâhir
(zahir alimler) dahi
teşbihten (Hakk’ı
yaratılmışlara benzetmekten) ürküp te'nzih
ederler: (Hak her şeyden
münezzehtir, sonradan yaratılmış hiçbir şeye benzemez
derler) ve onların teşbihten
(Hakk’ı yaratılmışlara benzetmekten) zevkleri yoktur.
Ve Allah Teâlâ ona ma'rifeti tecelli ile verdiği vakit,
onun ma'rifet-i İlâhiyyesi kâmil olur. Binâenaleyh
mevzi'-i tenzîhte, tenzîh-i hakiki ile tenzîh eder,
tenzîh-i resmî ile değil. Ve teşbîh mevzi'inde dahi,
teşbîh-i şuhûdî ve keşfî ile teşbîh eder ve suver-i
tabîiyye unsuriyyede Hakk'ın vücûdu ile sereyânını
görür. Ve onun için bir sûret bâki kalmaz; illâ ki onun
"ayn"ını Hakk'ın "ayn"ı görür. Ve bu, Allah tarafından
münzel olan şerâyi'in getirdiği ma'rifet-i tâmme-i
kâmiledir; ve evhâmın küllîsi bu ma'rifetle hükmetti (4)
Ya'ni Allah Teâlâ, akla ma'rifeti
(ilmi, bilgiyi)
tecelli (ilham)
ile verdiği vakit, artık o kendi nazarından
(görüşünden) kurtulup
ma'rifetin (ilmin)
nısfı (yarısı)
olan tenzîh üzerine olmaz ve teşbîh üzerirıe de
olmaz; belki ıtlâk
(kayıtsızlık) üzerine olur. Çünkü tecelli
(ilham) ile olan
ma'rîfet (bilgi, ilim),
Hakk'ı takyîd (kayıtlayıp)
ve tahdîd etmez
(sınırlamaz).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) onun ma'rifeti
(ilmi) kemâlde
(tam eksiksiz olarak)
olur. Şu halde bu akıl, Hakk'ı tenzîh mevzi'inde
(tenzih edilecek yerde), tenzîh-i resmî ile
(görüşe dayalı, takliden tenzih
etmekle)
değil, belki tenzîh-i hakîkî ile
(gerçekten, hakîkaten tenzih ederek) tenzîh
eder (Hakk’ı bütün
yaratılmışlardan beri kılar, Allah her şeyden
münezzehtir der).
Ve teşbîh mevzi'inde
(teşbih edilecek yerde) dahi, kendisinin müşâhedesi
(görüşü (idraki) ve
keşfi (sırrı öğrenmesi,
bilmesi) üzerine teşbîh eyler
(Hakk’ı yaratılmışlara benzetir);
zîrâ (çünkü)
Hakk'ın vücûdunun
(varlığının) hâricinde
(dışında) bir vücûd
(varlık) ve sûret
(birim) müşâhede
etmez (görmez) ki,
Hakk'ı ondan tenzih etsin.
(beri, mukaddes kılsın) Ve Hakk'ın vûcudundan
(varlığından)
başka bir vücûd (varlık)
isbât etmez
(vardır demez) ki, vehmiyle Hakk'ı ona teşbîh
eylesin (benzetsin).
Hak kendi nefsini nerede tenzîh ve teşbîh
etmiş ise o da O'nu oralarda tenzîh ve teşbîh eder. Onun
tenzîhi nazâr-ı aklînin (aklı
görüşünün) verdiği tenzih-i resmi
(görüşe dayalı, taklidi tenzih
ile) değil, tecellînin
(ilhamın, kalpte sırların
açılmasının) i'tâ ettiği
(verdiği) tenzîh-i
hakîkîdir (gerçek tenzihtir).
Ve teşbîhi dahi
şuhûdi (görerek)
ve keşfîdir (sırrını bilerek,
anlayarak),
ya'nî müşâhedeye
(görmesine, idrakine) müsteniddir
(dayalıdır).
Ve o kimse vücûd-i Hakk'ın
(Hakk’ın varlığını)
suver-i tabîiyye (tabiat
suretlerinde) ve unsuriyyede
(elementlerde, maddede)
ne vechile (şekliyle)
sereyân ettiğini
(yayıldığını, dağıldığını) görür ve onun
nazarında (görüşünde,
zihninde) hiçbir sûret kalmaz ki, o sûretin
"ayn"ını (zatını, hakikatini)
Hakk'ın "ayn"ı
(zatı, hakikati olarak) görmesin; ya'nî her
bir sûretin (birimin)
"ayn"ını (hakikatini).
Hakk'ın "ayn"ı
(Hakk’ın zatı, hakikati olarak) görür. İşte
Hakk'ın kendi nefsini tenzîh ve teşbîh ettiği
mevzi'lerde (yerlerde),
bu kimsenin Hakk'ı tenzîh ve teşbîh etmesi
öyle bir ma'rifet-i tâmme-i kâmiledir
(noksansız, tam ilimdir,
biliştir) ki, cânib-i Hak'tan
(Hakk tarafından)
münzel (indirilmiş)
olan şerâyi' (şeriat
hükümlerini) bu ma'rifeti
(bilişi) getirmiştir.
Ve evhâmın (vehimlerin,
zanların) hepsi dahi bu ma'rifetle
(ilimle, bilişle)
hükmeylemiştir (irade etmiş,
karar vermiştir).
Ya'nî nazar-ı aklîye
(akli görüşüne) tâbi'
(uyan, bağlı) olan
ehl-i zâhir (zahirde kalmış
kimseler) kî, kuvve-i vehmiyye
(vehim) sâhipleridir,
onların cümlesi (hepsi)
bu ma'rifetle
(ilimle) hükm ederler
(karar verirler),
zîrâ (çünkü)
vehm, mutlak
(sınırsız, kayıtsız) hakkında takyîd
(kayıtlılık) ve
mukayyed (bağlı, sınırlı)
hakkında dahi ıtlak
(kayıtsızlık) ile
hükm eder (karar verir). Ve kezâ (böylece)
mevcûdun (var olanın)
ademine (yok olduğuna)
ve ma'dûmun (yok
olanın) dahi vücûduna
(var olduğuna) hükm
eyler (karar verir).
Gerçi şerâyi'
(şeriat hükümleri) tenzîh ve teşbîh üzerine
vârid olmuştur (gelmiştir
(kurulmuştur);
fakat bunlarda ifrât
(aşırı gitmek) ve
tefrît (normalin altında
kalmak) câiz
(doğru) değildir; belki tenzîh içinde teşbîh
ve teşbîh içinde dahi tenzîh etmek lâzımdır. Bu bahsin
(konunun) tafsili
(geniş açıklaması)
Fass-ı Nûhî'de
(Nuh bölümünde) mürûr etmiştir
(geçmiştir).
Devam edecek |