BU FASS-I ŞERÎF KELİME-İ İLYÂSİYYE'DE MÜNDEMİC
OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR
Ve bunun için evhâm, bu neş'et-i insâniyyede; galebede
ukûlden daha kavî oldu. Zîrâ âkıl, her ne kadar onun
aklı, bâliğ olduğu şeye bâliğ olduysa da, onun üzerine
vehmin hükmünden ve akl etti. şeyde tasavvurdan hâlî
değildir. İmdi vehm, bu sûret-i kâmile-i insâniyyede
sultân-ı a'zamdır. Ve şerâyi'-i münzele dahi onunla
geldi. Böyle olunca teşbîh etti ve tenzîh etti; tenzîhte
vehm ile teşbîh etti ve teşbîhte de akl ile tenzîh etti.
Binâenaleyh kül külle murtabıt oldu. İmdi tenzîhin
teşbîhten ve teşbîhin tenzîhten hâli olması mümkün
değildir. Binâenaleyh Allah Teâlâ
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ
(Şûrâ 42/11) dedi. Tenzîh ve teşbîh etti.
وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
(Şûrâ 42/ 11) dedi; teşbîh eyledi (5).
Ya'nî vehm, müdrekât-ı akliyye
(akılların idrakleri)
üzerine tenzîh ve teşbîh ile hükm ettiği
(karar verdiği) için,
bu neş'et-i unsuriyye-i insâniyyede
(insanın maddî yapısında)
evhâm, (vehimler)
ukûlden
(akıllardan) daha kavî
(güçlü, kuvvetli)
oldu; zîrâ (çünkü)
akılın (akıllı kişinin)
aklı, ne kadar kemâle
(mükemmelliğe, olgunluğa)
vâsıl olursa olsun
(ulaşırsa ulaşsın) yine vehme müntehî olur
(en sonu vehme dayanır).
Ve âkıl vehmin ahkâmından
(hükümlerinden)
kurtulma ve onun müdrekat-ı akliyyesi
(aklının idrak ettiği şeyler)
suver-i vehmiyyeden
(vehmi suretlerden)
mücerred (tecrid edilmiş,
yalın, soyunuk) kalmaz. Binâenaleyh
(bundan dolayı) vehm,
bu sûret-i kâmile-i insâniyyede
(yetkin-kemâle ermiş insan
suretinde) sultân-ı a'zamdır
(en büyük sultandır)
ve şerâyi'-i münzele (inen
şeriat hükümleri) mâdemki insan için geldi ve
vehm dahi insan üzerinde sultân-ı a'zamdır
(en büyük sultandır);
şu halde şerâyi'
(şeriat hükümleri) dahi vehmin hükmüyle nâzil
oldu (indi).
Böyle olunca hem teşbîh ve hem de tenzîh
etti. Ya'ni şerâyi' (şeriat
hükümleri) makâm-ı tenzîhte
(tenzih mertebesinde)
lisân-ı vehm (vehmin
dili) ile teşbih eyledi. Zîrâ
(çünkü) vehm ancak
suver-i hissiyyede
(hissedilen, görülen suretlerde) maânî-i
cüz'iyyenin (bir kısım
manaların) idrâkini i'tâ eder
(verir).
O vehm, (vehim)
müşahhas
(somutlaşmış) ve kendinin gayrinden
(kendinden başkasıyla)
müfârık (ayrılmış)
ve cism ve cismâni
(cisimle ilgili) veyâhut zamânî
(zamanla ilgili) veyâ
mekâni (mekanla ilgili)
olmaktan münezzeh
(arınmış, beri) olarak hâriçte
(dışarda) bir vücûd
tasavvur eder (düşünür);
bu ise ayn-ı teşbîhtir
(teşbihin ta kendisidir).
Ve kezâ (böylece)
şerâyi' (şeriat
hükümleri) makâm-ı teşbîhte
(teşbih mertebesinde)
lisân-ı akl ile (aklının
diliyle, aklıyla) tenzîh eder; zîrâ
(çünkü) akıl, vehmin
isbât eylediği (kanıtladığı,
var dediği) gavâşi-i hissiyyeden
(hissi perdelerden,
görüntülerden) maâni-i külliyyeyi
(bütün manaları)
mücerred kılar (tecrid eder,
soyutlar).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) teşbîhin küllîsi
(bütünü) tenzîhin
küllîsine (bütününe)
ve tenzîhin küllîsi
(bütünü, hepi) teşbîhin küllîsine
(bütününe, hepine)
murtabıt (bitişik, rabt
edilmiş) oldu. Ve binnetîce
(sonuç olarak)
tenzîhin teşbîhten ve teşbîhin tenzîhten hâlî
(boş, kayıtsız)
olması mümkin değildir. Zîrâ
(çünkü) senin O'nu tenzîh ettiğin
(mukaddestir dediğin)
nakâyısın
(noksanlıkların) kâffesi
(bütün hepsi),
O'nun merâtib-i kevniyyede
(kevni mertebelerde)
zuhûru indinde (açığa çıktığı
anda) O’'nun için sâbittir.
(mevcuttur) Halbuki
bu teşbîhtir ve senin O'nu teşbîh edip O’nun için isbât
eylediğin (kanıtladığın,
vardır dediğin) kemâlâtın
(tamlıkların, mükemmelliklerin)
kâffesi (bütün
hepsi) mertebe-i ahadiyyetinde
(ahadiyet mertebesinde)
O'ndan nefy olunur
(atılır, yok edilir),
bu da tenzîhtir.
Böyle olunca Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ
(Şûrâ 42/ 11) buyurdu. Ve bu âyette hem tenzîh
(yaratılmışlardan münezzeh
kıldı) ve hem de teşbîh etti.
(yaratılmışlara benzetti)
Şöyle ki:
كَمِثْلِهِ
deki “kaf” zâid (ek, ilave)
i'tibâr olunursâ,
(sayılırsa) "O'nun misli
(benzeri, tıpkısı)
bir şey yoktur" demek olur. Bu ma'nâya göre mümâselet
(benzeşim, benzeyiş)
nefy olunduğu (atıldığı,
olumsuzlaştırıldığı) için bu tenzîhtir. Ve
eğer “kâf” zâid (ek, ilave)
i'tibâr olunmayıp
(sayılmayıp) “misl”' ma'nâsına alınırsa,
ma'nâ “O'nun mislinin misli
(benzerinin benzeri) bir şey yoktur” demek
olur. Bu ise ayn-ı teşbîhtir;
(teşbihin ta kendisidir)
zîrâ (çünkü)
evvel (önce)
Hakk'ın misli (eşi, benzeri)
isbât (vardır
demek) ve ba'dehû
(daha sonra) bir şeyin onun misline
(benzerine, aynısına)
benzemesi nefy
(olumsuzlaştırmak, yoktur demek) olunur. İmdi
isbât-ı misl, (benzeri vardır
demek) teşbîh ve bir şeyin benzemesinin o
mislden (benzerinden)
nefyi (olumsuz yapmak
(benzeri yoktur demek) tenzîhtir. Bu ise
tenzîhte teşbîh ve teşbîhte tenzîh olur.
Ondan sonra Hak Taâlâ hazretleri
وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ
(Şûrâ, 42 / 11) buyurdu. Bununla da teşbîh etti; zîrâ
(çünkü) bu kelâm
işitildiği vakit, işiticilikte ve görücülükte Hakk'ın
halka (yaratılmışlara)
benzediği ma'nâsı anlaşılır. İşte bu teşbîhtir.
(yaratılmışları Hakk’a
benzetmektir) Fakat fehm-i havâssa
(ariflerin anlayışlarına)
göre bu âyet dahi hem teşbîhi ve hem tenzîhi
câmi'dir (kendinde
toplamıştır). Teşbîhi
câmi' olduğu (topladığı)
zikrolundu.
(anlatıldı) Tenzîhi câmi' olması
(toplaması) dahi
budur ki:
هو
Zamîrinin evvelen (önce)
zikri (söylenmesi)
ve
سميع
veبصير
kelimelerinin harf-i ta'rîf
(tanım edatı) ile
gelmesi "hasr" (kısıtlama,
mahsus kılma) ifâde eder; ve bu surette
ma'nâ Semî' (işiten)
ve basîr olan (görüp
anlayan) ancak Hak'tır; başka semî'
(işiten) ve basîr
(gören) yoktur" demek
olur. Bu da tenzîhtir.
Devam edecek |