BU FASS-I ŞERÎF KELİME-İ İLYÂSİYYE'DE MÜNDEMİC
OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR
Ve bu, tenzîh hakkında nâzil olan âyetin a'zamıdır ve
bununla berâber “kâf” sebebiyle teşbîhten hâlî olmadı.
İmdi O kendi nefsine a'lem-i ulemâdır. Halbuki ancak
bizim zikrettiğimiz şeyle kendi nefsinden ta'bîr etti.
Ba'dehû "Senin Rabb'in olan rabb-i izzet vasf ettikleri
şeyden münezzehtir" (Sâffât, 37/180) dedi. Halbuki onu
ancak akıllarının i'tâ ettiği şeyle vasfederler.İmdi
kendi nefsini onların tenzîhinden tenzîh etti; zirâ
onlar bu tenzîh ile Hakk'ı tahdid ettiler: Bu da, bunun
mislini idrâkten, ukûlün kusûrundan nâşîdir (6).
Ya'nî bu
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ
(Şûrâ, 42/11) âyeti tenzîh hakkında nâzil olan
(inen) âyetin,
a'zamıdır (en büyüğüdür).
Maahâzâ (böyle
iken) edât-ı teşbih
(benzetme edatı) olan
"kâf' sebiyle teşbihden hâlî
(boş, kayıtsız) değildir; nitekim bâlâda
(yukarıda) îzâh
olundu (anlatıldı).
İmdi Allah Teâlâ,
Hakk'ın nefsini bilen ulemânın
(alimlerin) a'lemidir
(en alimidir).
Ya'nî kendi nefsini kullarının ulemâsından
(alimlerinden, bilginlerinden)
elbette daha ziyâde
(fazla) bilir.
Halbuki Hak Teâlâ hazretlerinin kendi nefsinden beyân
buyurduğu (bildirdiği)
şey, ancak akıl ve vehim hükmüyle vâkı' olan
(oluşan) tenzîh ve
teşbîhten bizim zikrettiğimiz
(anlattığımız)
şeydir. Ondan sonra Hak Teâlâ
يَصِفُونَ
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا
(Sâffât, 37/180) ya'nî "Senin Rabb'in olan Rabb-i
izzet halâikın vasf ettikleri şeyden münezzehtir"
buyurdu. Halbuki halâik
(mahluklar) O'nu ancak akıllarının ettiği
vasıf (bildirdiği,
tanımladığı) ile tavsif ederler
(vasıflandırırlar, bilirler).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hak Teâlâ kendi nefsini
halâikın (mahlukların)
akılları ile icrâ eylediği
(yaptığı) tenzîhden
tenzîh buyurdu: Çünkü akıl ile tenzîh edenler Hakk'ı
tahdîd ettiler (sınırladılar,
kayıtladılar). Zîrâ
(çünkü)
akıllarıyla tenzîh edenler, "Hak cisim, cevher
(asıllar. Özler,(maddeci
filozoflar cevher olarak yalnız maddeyi kabul ederler.)
Buradaki mana bu anlamda) ve araz
(sonradan meydana gelmiş, gelip
geçici şey) ve sâire
(diğer başka şeyler)
değildir" dediler. Halbuki âlemde
(dünyada) bunlar
vardır.
Meselâ: Hak bir had (sınır)
ile mahdûd olan
(sınırlanan) cisimden münezzehtir
(arıdır, temizdir, beridir),
denildiği vakit: Hak bundan hâriçtir
(bunun dışındadır),
cismin hudûdu
(sınırı) biter Hakk'ın hudûdu
(sınırı) başlar,
demek olur; zîrâ (çünkü)
yekdiğerine
(birbirine) muğâyir
(aykırı, zıt) olan
iki şeyin başka türlü temyîzi
(ayrılması) mümkün
değildir. Halbuki Hak hakkında tahdîd
(sınır) mümteni'dir
(olamaz, mümkün değildir).
Belki cisim vücûd-i mutlak-ı latîfin
(Hakk’ın sınırsız, kayıtsız
nurların nuru olan vücudu) bi-hasebi's-sıfât
(sayısız sıfatlarının)
mertebe-i kesâfete
(yoğunlaşması, koyu, yoğun mertebeye)
tenezzülünden (inişinden)
husûle gelen
(oluşan) bir vücûd-ı izâfidir
(göreli vücuttur, gölge
vücuttur).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) o latîf
(şeffaf,nur) ile bu kesîf
(koyu,madde) beyninde
(arasında) bir
hadd (sınır)
ta'yîni (belirlenmesi)
mümkin değildir. İşte bunun için Hak kendi nefsini
halâikın (mahlukların)
tenzîh-i aklîsinden (aklı
ile yaptığı tenzihten) tenzîh etti ve Hakk'ın
kendi nefsini böyle tenzîh etmesi, Hakk'ın kendi nefsini
idrâk ettiği gibi, ukûlün
(akılların) idrâk edememesinden nâşîdir
(dolayıdır). Zîrâ
(çünkü) ukûl-i
beşeriyye (insanların aklı)
nazar-ı fikrî
(kendi fikri görüşleri)
ile mukayyeddir
(kayıtlıdır).
Hakk’ın nefsini ancak tecelli
(ilham) ve keşf-i
şuhûdi-i nûrî (kalbe ilham
nurlarının akması dolayısıyle sırların açılmasına dayalı
görüş) ile
münevver olan (nurlanan)
ukûl (akıllar)
bilirler. Zîrâ
(çünkü) bu gibi zevât
(zatlar, kişiler)
indinde (kendilerince, kendi
inanışlarında) ma'lûmdur
(bilirler) ki, teşbîh
ve tenzîh ancak zâhir
(görünür, dış) ve bâtın
(gizli, iç) dediğimiz
iki şe'n-i ilâhinin (Hakk’ın
işlerinin) birbirine nisbeti
(göreliği, bağıntılığı)
i'tibâriyle (bakımından)
söylenen sözlerdir. Yoksa teşbîh ile tenzih,
Hakk'ın hakîkati için zâtidir
(zatıyla alakalıdır);
çünkü Zâhir ve Bâtın isimleri Hakk'ın
şuûnât-ı zâtiyyesiidir
(zatının işleridir) ve şuûnâtı
(işleri) ise O'nun
zâtının aynıdır; binâenaleyh
(bundan dolayı) vücûd-i Hak
(Hakk’ın vücudu) hem
tenzîhi ve hem de teşbîhi câmi'dir
(kendinde toplamıştır).
Bu hakikati ise
ancak mütehakkıkîn (hakikate
erenler) zevkan
(manevi zevk) ve şuhûden
(görerek (manevi gözle)
bilirler. Nazar-ı fikrî
(fikri görüş) ile mukayyed
(kayıtlanmış) olan
ukûl, (akıllar)
suâl (soru)
üzerine sualler (sorular)
ve bahs (iddia)
üzerine bahisler
(iddialar) îcâd edip
(yaratıp) mes’eleyi
içinden çıkılmaz bir hâle sokarlar.
Devam edecek |