BU FASS-I ŞERÎF KELİME-İ İLYÂSİYYE'DE MÜNDEMİC
OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR
Ba'dehû şerâyi'in hepsi, evhâmın hükmettiği şeyle geldi.
Binâenaleyh onda zâhir olduğu bir sıfattan Hakk'ı hâlî
kılmadı. Böyle dedi ve böyle getirdi. İmdi ümem bunun
üzerine bildi. Böyle olunca, Hak onlara tecellîyi i'tâ
eyledi. Şu halde verâseten resûllere lâhık oldu.
Binâenaleyh, Allâh'ın resûllerinin nâtık olduğu şeyle
nâtık oldu.
أَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَا
اللّهُ
(En'âm, 6/ 124) Ya'nî "Allah risâletini nerede
kılacağını pek a'lâ bilir."
İmdi أَعْلَمُ
اللّهُ
müveccehtir. Onun için
رُسُلُ
a haberiyyetle bir vecih vardır. Ve
أَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَا
اللّهُ
ya ibtidâ ile / bir vecih vardır; ve iki vechin ikisi de
bunda hakîkattır. Bunun için biz tenzîhde teşbîh ile ve
teşbihte de tenzîh ile kâil olduk (7).
Ya'ni kâffe-i şerâyi',
(şeriat hükümlerinin bütün hepsi) evhâmın
(vehimlerin)
hükmettiği (karar kıldığı,
irade ettiği) şeyle vârid oldu
(geldi) ve evhâmın
(vehimlerin)
hükmettiği şey, tenzîh ve teşbîhtir. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
şerâyi (şeriatler, şeriat
hükümleri) Hakk'ın zâhir olduğu
(açığa çıktığı, göründüğü)
bir sıfattan, Hakk'ı hâlî
(boş, kayıtsız)
kılmadı. Zîrâ (çünkü)
bir sıfattan Hakk'ın zuhûru
(meydana çıkması)
lâbüddür (muhakkaktır,
kaçınılmazdır) ve O'nun için bu sıfatın
sübûtu, (çıkışı)
ayn-ı teşbîhtir (teşbihin
kendisidir).
Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de Hak Teâlâ buyurur:
ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ
أَيَّامٍ
الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا
بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ
اللَّهُ
(Secde, 32/4) ve kezâ
(aynı
şekilde) أَيْدِيهِمْ
يَدُ اللَّهِ فَوْقَ
(Feth, 48/10),
بِهِمْ
اللّهُ يَسْتَهْزِئُ
(Bakara, 2/15). İşte bu âyet-i kerîmelerdeki "istivâ" ve
"yed" ye "istihzâ" sıfât-ı teşbîhiyyedir.
(benzetme sıfatlarıdır)
Görülüyor ki şerîat, evhâmın
(vehimlerin)
hükmettiği teşbîhle
(benzetmeyle) vârid oldu.
(geldi) Ve şerâyi'in
(şeriatlerin)
tenzîhi dahi, ukûlün
(akılların) nefsü'l-emri
(işin hakikâtini, aslını)
idrâk husûsundaki kusûrundan
(yetersizliğinden)
nâşîdir (dolayıdır).
Bunun için Hak kendi nefsini ukûlün
(aklların)
tenzîhinden tenzîh buyurdu.
İşte şerâyi' (şeriatler)
tenzîh ve teşbîhte böyle dedi ve evhâmın
(vehimlerin)
hükmettiği (karar kıldığı,
irade ettiği) şeyle geldi. Böyle olunca
ümmetlerin kâffesi (bütün
hepsi),
evhâmın (vehimlerin)
hükmettiği şeyle gelen şerâyi'
(şeriatler) üzerine
bildi, ya'nî muktezâ-yı vehm
(vehmin gerektirdiği şeyler, şartlar) ile
bildi ve binnetice (sonuç
olarak) dahi Hak, o ümmetlerin kâmillerine
(velilerine)
tecelliyi (ilhamı)
i'tâ etti (verdi).
Ve Hak ma'rifeti
(bilgileri),
tecellî (ilham)
ile verdiği vakit kâmil
(olgun, tam (veli)
olan kimsenin ma'rifeti
(bilgisi) dahi kâmil
(tam, mükemmel) olur.
Ve o kâmil (veli)
verâset (miras)
tarîkı (yolu) ile
resûllere lâhık (erişmiş,
ulaşmış) olur. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
resüller ne söyledi ise, onlar da onu söylerler ve
resüllerin söylediği şey ise, evhâmın
(vehimlerin)
hükmettiği şeydir. Zîrâ
(çünkü)
şerâyi' (şeriatler)
evhâmın (vehimlerin)
hükm eylediği
(karar kıldığı, irade ettiği)
şeyle gelmiştir. Ve şerâyi'in
(şeriatlerin) evhâmın
(vehimlerin)
hükmettiği şeyle geldiği
أَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَهُ
اللّهُ
(En'âm, 6/124) âyet-i kerîmesinde dahi meşhûddur
(görülmektedir);
zîrâ (çünkü)
bu âyette vâkı'
(geçen) أَعْلَم
اللّهُ
kavlinde (sözünde)
iki vecih (taraf, yön)
vardır: Birisi "haberiyyet"
(“haberlilik-haberli oluşluk”)
diğeri de "ibtidâiyyet"tir
(“başlangıçlılık-başlangıçta oluşluk”tur.).
Şöyle ki, bu âyet-i kerîmenin ibtidâsı
(başlangıcı) budur:
آيَةٌ قَالُواْ لَن
جَاءتْهُمْ
وَإِذَا
أَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَه
اللّهِ
اللّهُ
نُّؤْمِنَ حَتَّى نُؤْتَى مِثْلَ مَا أُوتِيَ رُسُلُ
(En'âm,
6/124)./ Ma'nâsı: "Onlara bir âyet geldikde Rusülullâhın
(Allah resullerinin)
gelenin misli (benzeri)
gelmedikçe imân etmeyiz; derler. Allah
risâletini nerede kılacağını bilir." Bu ma'nâya göre
اللّه
kavli (sözü)
"mübtedâ" ve
أَعْلَم
kavli (sözü)
haber"dir. İşte vechin birisi
(birinci yönü) budur.
Haberiyyet"e gelince
ُّؤْمِنَ
آيَةٌ قَالُواْ لَن
جَاءتْهُمْ
وَإِذَا
حَتَّى
نُؤْتَى مِثْلَ مَا أُوتِ
cümlesi (hepsi)
bir cümle-i tâmdır (tam bir
cümledir). Onu
tetmîm (tamamlamak)
için başka kelâm ilâvesine lüzûm yoktur. Ve ma'nâ
böyle olur: "Onlara bir âyet geldikde, gelen şeyin misli
(benzeri) bize
gelmedikçe imân etmeyiz dediler." Binâenaleyh
(bundan dolayı)
اللّه
رُسُلُ
bu cümlenin hâricinde
(dışında) kalır. Halbuki bu bir cümle-i
nâkısadır (eksik cümledir),
tamâm olmak için
bir haber ister. İşte bunun haberi dahi
أَعْلَم
اللّه
kavlindeki (sözlerindeki) اللّه
dır. Şu halde ibâre (cümle)
böyle olur:
حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَه
أَعْلَم
َهُو
,
اللّهِ
,اللّهُ
رُسُلُ
Ya'nî "Allah'ın resûlleri, Allah'tır. O risâletini
nerede kılacağını daha ziyâde
(çok) bilir." İmdi bu
cümlede
اللّهِ
رُسُلُ
"mübtedâ" (özne)
ve
اللّه
onun haberi olmuş olur. Ve
أَعْلَم
kavli (sözü) dahi
mübtedâ-yı mahzûf
(söylenmemiş mübteda)
olan
هُو
nin haberi bulunur. "Allâh'ın resûlleri, Allah'tır"
demek, Allah, resûllerin hüviyyeti
(Zat’ı, hakikati) ve
resûller, Allâh'ın sureti
(görüntüsü) olmak i'tibâriyle
(bakımından),
Rusülullah (Allah
resulu) Allah’tır demek olur. Nitekim
Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri
من رآني فقد رأ
الحق
ya'nî "Beni gören Hakk'ı görür" buyurdu. Zîrâ
(çünkü) resûllerin
her biri insân-ı kâmildir. Ve insân-ı kâmil "Allah"
ism-i câmi'inin (bütün
isimleri kendinde toplayan Allah isminin)
mazharıdır (göründüğü, açığa
çıktığı yerdir).
Ve "Allah" ismi, bütün esmâ-i ilâhiyyeyi
(bütün ilahi isimleri)
câmi' olunca (kendinde
toplayınca) insân-ı kâmil dahi cemî'-i esmâ-i
ilâhiyyenin (bütün ilahi
isimlerinin) mazharı
(göründüğü, açığa çıktığı mahal)
düşer. İşte
آدم على صورته
خلق
ا ن الله
hadis-i
şerîfinde beyân buyurulan
(bildirilen) “âdem”den murâd, insân-ı
kâmildir. Zîrâ (çünkü)
cem'iyyet-i esmâya (esma
topluluğuna) mazhariyyetinden
(görüntü yeri olmasından)
dolayı Hakk'ın sûretidir
(görünüşüdür) ve Hak onun hüviyyetidir
(hakikatidir, Zatıdır).
İmdi Hak resûllerin hüviyyeti
(Zatı) ve resûller
Hakk'ın sûreti (görüntüsü)
olması haysiyyetiyle
(bakımından) حَيْثُ
يَجْعَلُ رِسَالَتَه
أَعْلَم
(هُو)
(En'âm, 6/124) ya'nî "O risâletini nerede kılacağını
a'lemdir" (bilendir)
kelâmı (sözü),
tenzîhde vehm ile ayn-ı teşbîh
(teşbihin kendi)
oldu. Çünki Allah Teâlâ resûllerin hüviyyetini
(zatını) kendi
hüviyyetinin (zatının)
yerine vaz' etti (koydu).
Zikrolunan (anlatılan)
iki vecihten (şekilden)
ibtidâiyyet (ilk
baştaki)
vechi (şekli)
ulemâ (alimler)
beyninde (arasında)
meşhûr olan ve inde'l-kırâat
(okuma sırasında)
vehleten (ilkin)
ezhâna (insanın aklına)
mütebâdir olan
(birden gelen) vecihtir
(şeklidir).
Vech-i haberiyyet
(haber olma, haberle ilgili yönü) ise,
ulemâ-i zâhir (zahir âlimler)
tarafından kolaylıkla kabûl olunacak bir
vecih (yönü)
değildir. Fakat nefs-i emrde
(esasında) kelâm-ı Hak'tır
(Hakk’ın sözüdür).
Ve Hak resûllerin
hüviyyeti (hakikati)
ve resûller Hakk'ın sûreti
(görüntüsü, görünüşü)
olduğuna
وَلَـكِنَّ اللّهَ رَمَى
وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ
(Enfâl, 8/17) ve emsâli
(benzeri) âyât-ı kur'âniyye
(Kuran ayetleri)
şâhiddir. Ve bu kelâmda
(sözde) her iki vecih
(yönü) dahi
hakikattir. Ya'ni bir vechi
(yönü) mecâz ve bir vechi
(yönü) de hakîkat
değildir. Velâkin (fakat)
âyet-i remyde
(atma ayetinde),
ehl-i zâhir
(zahirde kalmış kişiler) Allâh'ın atmasını
mecâz i'tibâr (sayarlar,
kabul) ederler. Ehl-i hakîkat
(hakikâte ermiş kişiler)
indinde (katında)
ise remyeden (atan)
Hak'tır. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.)
buyururlar ki: İşte bu iki vechin
(yönün) hakîkat
olmasından dolayı biz, tenzîhde teşbîh ve teşbîhde
tenzîh ile kâil
olduk (konuştuk).
Ya'nî Hakk'ın hüviyyeti
(Zatı, hakikâti) resûllerin hüviyyetinin
(Zatının hakikâtinin)
aynı olunca, resûllerde olan teşbîh, Hakk'ın
hüviyyetinde (Zatında)
olan tenzîh için ve Hakk'ın hüviyyetinde
(Zatında) olan
tenzîh dahi, resûllerde olan teşbîh için sâbit
(anlaşılmış) olur.
Devam edecek |