Füsûs-ül Hikem

252. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS-I  ŞERÎF  KELİME-İ  İLYÂSİYYE'DE  MÜNDEMİC     OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR

Ba'dehû şerâyi'in hepsi, evhâmın hükmettiği şeyle geldi. Binâenaleyh onda zâhir olduğu bir sıfattan Hakk'ı hâlî kılmadı. Böyle dedi ve böyle getirdi. İmdi ümem bunun üzerine bildi. Böyle olunca, Hak onlara tecellîyi i'tâ eyledi. Şu halde verâseten resûllere lâhık oldu. Binâenaleyh, Allâh'ın resûllerinin nâtık olduğu şeyle nâtık oldu. أَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَا اللّهُ (En'âm, 6/ 124) Ya'nî "Allah risâletini nerede kılacağını pek a'lâ bilir." İmdi  أَعْلَمُ اللّهُ müveccehtir. Onun için   رُسُلُ  a haberiyyetle bir vecih vardır. Ve  أَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَا اللّهُ  ya ibtidâ ile / bir vecih vardır; ve iki vechin ikisi de bunda hakîkattır. Bunun için biz tenzîhde teşbîh ile ve teşbihte de tenzîh ile kâil olduk (7).

Ya'ni kâffe-i şerâyi', (şeriat hükümlerinin bütün hepsi) evhâmın (vehimlerin) hükmettiği (karar kıldığı, irade ettiği) şeyle vârid oldu (geldi) ve evhâmın (vehimlerin) hükmettiği şey, tenzîh ve teşbîhtir. Binâenaleyh (bundan dolayı) şerâyi (şeriatler, şeriat hükümleri) Hakk'ın zâhir olduğu (açığa çıktığı, göründüğü) bir sıfattan, Hakk'ı hâlî (boş, kayıtsız) kılmadı. Zîrâ (çünkü) bir sıfattan Hakk'ın zuhûru (meydana çıkması) lâbüddür (muhakkaktır, kaçınılmazdır) ve O'nun için bu sıfatın sübûtu, (çıkışı) ayn-ı teşbîhtir (teşbihin kendisidir). Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de Hak Teâlâ buyurur:  ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ  أَيَّامٍ  الَّذِي خَلَقَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضَ وَمَا بَيْنَهُمَا فِي سِتَّةِ  اللَّهُ  (Secde, 32/4) ve kezâ   (aynı şekilde)   أَيْدِيهِمْ يَدُ اللَّهِ فَوْقَ   (Feth, 48/10),  بِهِمْ  اللّهُ يَسْتَهْزِئُ  (Bakara, 2/15). İşte bu âyet-i kerîmelerdeki "istivâ" ve "yed" ye "istihzâ" sıfât-ı teşbîhiyyedir. (benzetme sıfatlarıdır) Görülüyor ki şerîat, evhâmın (vehimlerin) hükmettiği teşbîhle (benzetmeyle) vârid oldu. (geldi) Ve şerâyi'in (şeriatlerin) tenzîhi dahi, ukûlün (akılların) nefsü'l-emri (işin hakikâtini, aslını) idrâk husûsundaki kusûrundan (yetersizliğinden) nâşîdir (dolayıdır). Bunun için Hak kendi nefsini ukûlün (aklların) tenzîhinden tenzîh buyurdu.

İşte şerâyi' (şeriatler) tenzîh ve teşbîhte böyle dedi ve evhâmın (vehimlerin) hükmettiği (karar kıldığı, irade ettiği) şeyle geldi. Böyle olunca ümmetlerin kâffesi (bütün hepsi), evhâmın (vehimlerin) hükmettiği şeyle gelen şerâyi' (şeriatler) üzerine bildi, ya'nî muktezâ-yı vehm (vehmin gerektirdiği şeyler, şartlar) ile bildi ve binnetice (sonuç olarak) dahi Hak, o ümmetlerin kâmillerine (velilerine) tecelliyi (ilhamı) i'tâ etti (verdi). Ve Hak ma'rifeti (bilgileri),  tecellî (ilham) ile verdiği vakit  kâmil (olgun, tam (veli) olan kimsenin ma'rifeti (bilgisi) dahi kâmil (tam, mükemmel) olur. Ve o kâmil (veli) verâset (miras) tarîkı (yolu) ile resûllere lâhık (erişmiş, ulaşmış) olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) resüller ne söyledi ise, onlar da onu söylerler ve resüllerin söylediği şey ise, evhâmın (vehimlerin) hükmettiği şeydir. Zîrâ (çünkü) şerâyi' (şeriatler) evhâmın (vehimlerin) hükm eylediği (karar kıldığı, irade ettiği) şeyle gelmiştir. Ve şerâyi'in (şeriatlerin) evhâmın (vehimlerin) hükmettiği şeyle geldiği أَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَهُ  اللّهُ  (En'âm, 6/124) âyet-i kerîmesinde dahi meşhûddur (görülmektedir); zîrâ (çünkü) bu âyette vâkı' (geçen)   أَعْلَم   اللّهُ   kavlinde (sözünde) iki vecih (taraf, yön) vardır: Birisi "haberiyyet" (“haberlilik-haberli oluşluk”) diğeri de "ibtidâiyyet"tir (“başlangıçlılık-başlangıçta oluşluk”tur.).

Şöyle ki, bu âyet-i kerîmenin ibtidâsı (başlangıcı) budur: آيَةٌ قَالُواْ لَن   جَاءتْهُمْ  وَإِذَا أَعْلَمُ حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَه   اللّهِ اللّهُ نُّؤْمِنَ حَتَّى نُؤْتَى مِثْلَ مَا أُوتِيَ رُسُلُ   (En'âm, 6/124)./ Ma'nâsı: "Onlara bir âyet geldikde Rusülullâhın (Allah resullerinin) gelenin misli (benzeri) gelmedikçe imân etmeyiz; derler. Allah risâletini nerede kılacağını bilir." Bu ma'nâya göre اللّه kavli (sözü) "mübtedâ" ve  أَعْلَم  kavli (sözü) haber"dir. İşte vechin birisi (birinci yönü) budur. Haberiyyet"e gelince   ُّؤْمِنَ آيَةٌ قَالُواْ لَن   جَاءتْهُمْ  وَإِذَا  حَتَّى نُؤْتَى مِثْلَ مَا أُوتِ  cümlesi (hepsi) bir cümle-i tâmdır (tam bir cümledir).  Onu tetmîm (tamamlamak) için başka kelâm ilâvesine lüzûm yoktur. Ve ma'nâ böyle olur: "Onlara bir âyet geldikde, gelen şeyin misli (benzeri) bize gelmedikçe imân etmeyiz dediler." Binâenaleyh (bundan dolayı) اللّه رُسُلُ  bu cümlenin hâricinde (dışında) kalır. Halbuki bu bir cümle-i nâkısadır (eksik cümledir),  tamâm olmak için bir haber ister. İşte bunun haberi dahi  أَعْلَم اللّه  kavlindeki (sözlerindeki)  اللّه  dır. Şu halde ibâre (cümle) böyle olur:  حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَه أَعْلَم  َهُو , اللّهِ  ,اللّهُ رُسُلُ Ya'nî "Allah'ın resûlleri, Allah'tır. O risâletini nerede kılacağını daha ziyâde (çok) bilir." İmdi bu cümlede  اللّهِ  رُسُلُ  "mübtedâ" (özne) ve  اللّه  onun haberi olmuş olur. Ve  أَعْلَم  kavli (sözü) dahi mübtedâ-yı mahzûf (söylenmemiş mübteda) olan  هُو nin haberi  bulunur. "Allâh'ın resûlleri, Allah'tır" demek, Allah, resûllerin hüviyyeti (Zat’ı, hakikati) ve resûller, Allâh'ın sureti  (görüntüsü) olmak i'tibâriyle (bakımından), Rusülullah (Allah resulu) Allah’tır demek olur. Nitekim Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz Hazretleri  من   رآني   فقد  رأ    الحق   ya'nî "Beni gören Hakk'ı görür" buyurdu. Zîrâ (çünkü) resûllerin her biri insân-ı kâmildir. Ve insân-ı kâmil "Allah" ism-i câmi'inin (bütün isimleri kendinde toplayan Allah isminin) mazharıdır (göründüğü, açığa çıktığı yerdir). Ve "Allah" ismi, bütün esmâ-i ilâhiyyeyi (bütün ilahi isimleri) câmi' olunca (kendinde toplayınca) insân-ı kâmil dahi cemî'-i esmâ-i ilâhiyyenin (bütün ilahi isimlerinin) mazharı (göründüğü, açığa çıktığı mahal) düşer. İşte آدم  على  صورته      خلق    ا ن الله  hadis-i şerîfinde beyân buyurulan (bildirilen) “âdem”den murâd, insân-ı kâmildir. Zîrâ (çünkü) cem'iyyet-i esmâya (esma topluluğuna) mazhariyyetinden (görüntü yeri olmasından) dolayı Hakk'ın sûretidir (görünüşüdür) ve Hak onun hüviyyetidir (hakikatidir, Zatıdır). İmdi Hak resûllerin hüviyyeti (Zatı) ve resûller Hakk'ın sûreti (görüntüsü) olması haysiyyetiyle (bakımından)  حَيْثُ يَجْعَلُ رِسَالَتَه أَعْلَم  (هُو)  (En'âm, 6/124) ya'nî "O risâletini nerede kılacağını a'lemdir" (bilendir) kelâmı (sözü), tenzîhde vehm ile ayn-ı teşbîh (teşbihin kendi) oldu. Çünki Allah Teâlâ resûllerin hüviyyetini (zatını) kendi hüviyyetinin (zatının) yerine vaz' etti (koydu).

Zikrolunan (anlatılan) iki vecihten (şekilden) ibtidâiyyet (ilk baştaki) vechi (şekli) ulemâ (alimler) beyninde (arasında) meşhûr olan ve inde'l-kırâat (okuma sırasında) vehleten (ilkin) ezhâna (insanın aklına)  mütebâdir olan (birden gelen) vecihtir (şeklidir). Vech-i haberiyyet (haber olma, haberle ilgili yönü) ise, ulemâ-i zâhir (zahir âlimler) tarafından kolaylıkla kabûl olunacak bir vecih (yönü) değildir. Fakat nefs-i emrde (esasında) kelâm-ı Hak'tır (Hakk’ın sözüdür).  Ve Hak resûllerin hüviyyeti (hakikati) ve resûller Hakk'ın sûreti (görüntüsü, görünüşü) olduğuna  وَلَـكِنَّ اللّهَ رَمَى وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ  (Enfâl, 8/17) ve emsâli (benzeri) âyât-ı kur'âniyye (Kuran ayetleri) şâhiddir. Ve bu kelâmda (sözde) her iki vecih (yönü) dahi hakikattir. Ya'ni bir vechi (yönü) mecâz ve bir vechi (yönü) de hakîkat değildir. Velâkin (fakat) âyet-i remyde (atma ayetinde), ehl-i zâhir (zahirde kalmış kişiler) Allâh'ın atmasını mecâz i'tibâr (sayarlar, kabul) ederler. Ehl-i hakîkat (hakikâte ermiş kişiler) indinde (katında) ise remyeden (atan) Hak'tır. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) buyururlar ki: İşte bu iki vechin (yönün) hakîkat olmasından dolayı biz, tenzîhde teşbîh ve teşbîhde tenzîh ile kâil olduk (konuştuk). Ya'nî Hakk'ın hüviyyeti (Zatı, hakikâti) resûllerin hüviyyetinin (Zatının hakikâtinin) aynı olunca, resûllerde olan teşbîh, Hakk'ın hüviyyetinde (Zatında) olan tenzîh için ve Hakk'ın hüviyyetinde (Zatında)  olan tenzîh dahi, resûllerde olan teşbîh için sâbit (anlaşılmış) olur.

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 16.01.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com