BU FASS-I ŞERÎF KELİME-İ İLYÂSİYYE'DE MÜNDEMİC
OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR
Ve bunu takrîrden sonra biz ayn-ı müntekıd ve mu'tekid
üzre sütûru irhâ' ve hucubu isdâl ederiz.Her ne kadar
Hakk'ın tecellî eylediği sûretlerin ba'zısından vâkı'
oldular ise de. Velâkin sûretlerin tefâzul-i isti'dâdı
ve tahkîk bir sûrette mütecellî, o sûretin isti'dâdı
hükmüyle olduğu zâhir olmak için, biz setr ile emr
olunduk. Binâenaleyh o sûretin hakîkatinin ve
levâzımının i'tâ ettiği şey tecellîye nisbet olunur.
Ondan lâbüddür; uykuda Hakk'ı gören kimse gibi ki, bu
inkâr olunamaz; ve şek yoktur ki muhakkak Hak, onun
"ayn'ıdır (8)
Ya'nî tenzîhte teşbîh ve teşbîhte tenzîh ne demek
olduğunu takrîr ettikten
(anlattıktan) sonra, biz müntekıdin,
(tenkid edenlerin)
ya'nî nazar-ı aklî (akli
görüş) ve burhânî
ile istidlâl eden
(delil ile anlayan, bir delile dayanarak bir şeyden bir
netice çıkaran) kimsenin ve mu'tekıdin,
(inanan kişinin)
ya'nî mukallid (taklid eden,
taklitçi) olan mü'minin gözü üzerine mâni'-i
hissî (hislere, duyulara
engel) olan perdeleri salıveririz ve mâni'-i
aklî (akla engel, mani)
olan hicâbâtı
(perdeleri) indiririz. Gerçi müntekıd
(tenkidçiler) ile
mu'tekıdin (itikad edenlerin)
her birisi, Hakk'ın kendilerinde tecellî
eylediği (göründüğü,
belirdiği) sûretlerden birer sûrettir ve Hak
onlarda mütecellî (belirir)
ve zâhir (açığa
çıkar) ve şehîd
(şahid olan, görendir) ve hâzırdır
(huzurdadır, meydandadır).Fakat
biz' şerâyi'-i münzele
(indirilmiş şeriat) mûcibince
(gereğince) setr
(örtmek) ile
emrolunduk, tâ ki sûretlerin isti'dâdları arasında fark
olduğu ve bir sûrette mütecellî olan
(görünen, beliren)
Hakk'ın, o sûretin isti'dâdı hükmünce zuhûru
(meydana çıktığı)
zâhir olsun (görünsün).
Çünkü sûretler
esmâ-i ilâhiyyenin (ilahi
isimlerin) mezâhiridir
(göründükleri yerlerdir)
ve esmâ-i ilâhiyye (ilahi
esma) dahi yekdîğerinden
(birbirlerinden)
farklıdır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) onların icâbâtı
(gerekleri) olan
isti'dâdât (istidatlar)
dahi mütefâvittir
(birbirlerinden farklıdır, çeşitlidir) ve
Hakk'ın mezâhir-i esmâ
(esmasının göründüğü mahaller) olan
sûretlerde zuhûru (açığa
çıkışı),
o esmânın icâbâtı
(gerekleri) olan isti'dâdât
(istidatlar)
mûcibincedir (gereğincedir).
Böyle olunca o sûretin hakîkatinin ve levâzımının
(lazım gelenlerinin)
i'tâ ettiği (verdiği)
şey, rnütecellî olan
(görünen) Hakk'a nisbet
(ilişkili, bağıntılı)
olunur. Bu mes'eleyi ancak Hak kendisine
isti'dâdının sûretinde tecellî eden
(görünen) kimse
zevkan (manevi zevkle)
bilir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) nefsine nisbet ettiği
(bağıntılı kıldığı)
şeyi ona mensûb (ilişkili,
bağıntılı) kılar ve bu tecellî
(belirme) ile
sûretler beynindeki
(arasındaki) tefâzul
(farklılık) ve
tefâvûtü (uygunsuzluluğu)
müşâhede edip
(görüp) Hakk'ı hem teşbîh ve hem de tenzîh
eyler. Ve tecellîde
(belirmelerde, görünmelerde) sûretlerin
isti'dâdlarının zuhûru
(meydana çıkması) lâzımdır. Ve rü'yâda
suver-i ilâhiyyeden (ilahi
suretlerden) bir sûretin rü'yeti
(görülmesi) bu
mes'ele (konu)
gibidir. Ârif (bilgili, irfan
sahibi olan) rü'yâda vâkı' olan
(gerçekleşen) bu
rü'yetten (görmekten)
yakazada (uyanıklık
halinde) olan şeyi de bilir. Zirâ
(çünkü) yakaza
(uyanıklık) hakîkatte
rü'yâ hâlidir. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz
الناس
نيام فاذا ماتوا فانتبهوا
buyururlar
ki, bunun tafsîli (geniş
açıklaması) Fass-ı Yûsufî’de
(Yusuf bölümünde)
geçti. Ve kezâ (aynı şekilde)
Hz. Şeyh-i Ekber efendimiz
اغا الكون
خيال وهو حق في الحقيقة
buyururlar.
Bunun tafsîli de (geniş
açıklaması da) Fass-ı Süleymânî'de
(Süleyman bölümünde)
mürûr eyledi (geçti).
İmdi rü'yâda bir kimse Hakk'ı görse, o kimse
Hakk'ı görmüştür; bu inkâr olunmaz. Nitekim (Sallallâhü
Aleyhi ve Sellem) Efendimiz
رأيت
ربي في احسن صورة شابya'nî
"Rabb'imi
gâyet güzel genç sûretinde gördüm" buyurur; ve Hak
şübhesiz bu görülen sûretin "ayn"ıdır
(hakikatidir).
Devam edecek |