BU FASS-I ŞERÎF KELİME-İ İLYÂSİYYE'DE MÜNDEMİC
OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR
Ve bu hikmetin rûhu ve zübdesi Muhakkak emir, müessir ve
müesserün-fîhe münkasimdir ve onlar iki ibâredir. Ve
müessir her vechile ancak Allah'dır ve müesserün-fîh her
vechile ve herhalde ve her hazrette ancak âlemdir. İmdi
bir vârid vârid oldukda, her şeyi ona münâsib olan
aslına ilhâk et! Zîrâ vârid, ebeden bir asıldan fer'
olmak lâbüddür. Muhabbet-i ilâhiyye abdden nevâfilden
oldu. İmdi bu, müesserün-fîh arasında bir eserdir. Hak,
bu muhabbet-i İlâhiyyeden, abdin sem'i ve basarı ve
kuvâsı oldu. Binâenaleyh bu, bir eser-i mukarrerdir ki;
şer'an sübûtundan dolayı, eğer mü'min isen sen onu inkâr
edemezsin (10)
Ya'nî bu "hikmet-i inâsiyye"nin
(ihsana dair hikmetin)
rûhu ve hülâsası (özü,
esası) budur ki: Vücûd birdir; o da Hakk'ın
vücûdudur. Ve bu vücûd bi-hasebi'l-i'tibâr
(i’tibar bakımından)
iki kısma münkasimdir
(bölünmüştür).
Birisi müessir
(etken, aktif) ve diğeri müesserûn-fîhdir
(etkilenendir, pasiftir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) "Allah" dediğimiz vakit, bu
ibâre-i umûmiden (genel
cümleden) yekdiğerine
(birbirlerine)
mütekâbil (karşılıklı, zıt)
iki ibâre (cümle)
olduğunu fehm ederiz
(anlarız) ki, birisi
mertebe-i fiiliyyeden
(fiiller mertebesinden) ibâret olan müessir
(etken) ve diğeri,
mertebe-i infiâliyyeden
(edilgenlik mertebesinden) ibâret bulunan
müesserün-fîhdir. (fiili kabul edendir) Ya'nî bir mertebede kendisinden fiil
sâdır olur (çıkar)
ve diğer mertebede o sâdır olan
(çıkan) fiili kabûl
eder.
Misâl: Şahs-ı vâhid
(bir kişi) sağ elinde bulunan bir akçeyi sol
eline vaz' ettikde
(koyduğunda),
sağ el fiil-i vaz'ın
(koyma fiilini) fâili
(işleyen) ve sol
el dahi bu fiil-i vaz'ın
(koymak fiilini) kâbili
(kabul eden) olur.
Halbuki bu almak vermek vücûd-i vâhidde
(tek vücutta) vukû'
bulur (oluşur).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) vücûd-ı vâhidde
(tek vücutta) iki
i'tibâr (değer)
olur ki, birisi müessir
(etken, aktif) olan i'tâ
(vermek),
diğeri müesserün-fîh
(edilgen, pasif) olan
ahzdir (almak, kabul
etmektir).
Şu halde müesserün-fîh
(fiili kabul eden) dahi ayn-ı vücûd
(tek vücut) olmuş
olur.
Misâl-i diğer: İnsanın zâhiri
(dışı (bedeni) ve
bâtını (içi (ruhu)
vardır. Zîrâ (çünkü)
insanı târif etmek istediğimiz vakit
"hayvân-ı nâtık" (konuşan
hayvan) deriz. "Hayvân" onun zâhiri
(dışı) ve "nâtık"
(konuşan) bâtınıdır (içidir).
İmdi insanın nefs-i nâtıkası
(konuşan nefsi) ki,
bâtını (içi)
olduğu için görünmez; işte bu nefs-i nâtıka
(konuşan nefs)
insanın zâhirinde (dışında
(bedeninde) müessirdir
(tesir edendir).
Çünkü insanın zâhiri
(dışı) olan a'zâ
(organlar) ve
cevârihı (el, ayak gibi
organları),
nefs-i nâtıkanın (konuşan
nefsin) hükmüyle müteharriktir
(hareket eder, kımıldar).Meselâ
insanın bâtını (içi (ruhu),
"Haydi kalk, falan mahalle
(yere) git; orada
sana şu menfaat vardır" der. O kimse de kalkıp oraya
gider. Bittabi' (doğal
olarak) oraya cismiyle
(bedeniyle) azîmet
eder (gider).
İşte onun zâhiri
(dışı) olan cisim
(beden) müesserün-fîh
(edilgen, fiili kabul eden)
olur. Demek ki insanın vücüdu vâhidü'l-ayn
(aynı, tek vücut)
iken onda biri müessir (etken) ve diğeri müesserün-fîh
(edilgen) olmak üzere iki i'tibâr
(değer) vardır.
İşte bunun gibi, vücûd-i âlem
(evrenin vücudu)
Hakk'ın zâhiri (dışı)
ve Hak, vücûd-i âlemin
(evrenin vücudunun) bâtını
(içi (ruhu) ve
hüviyyetidir (hakikatidir).
Ve her ikisi vâhidü'l-ayn
(aynı, tek vücut)
olan mertebe-i ulûhiyyetin
(uluhiyet mertebesinin) iki i'tibârıdır
(değeridir).
Binâenâleyh
(bundan dolayı) her vechile
(yanıyla) müessir
(etken) ancak
Allah'dır. Ve her vechile
(yönüyle) ve her halde ve cemî'-i hazrette
(bütün mertebelerde)
müesserün-fîh olan (fiili
kabul eden) dahi, ancak âlem
(evren) dediğimiz
Hakk'ın zâhiridir. (dışıdır)
İşte emr-i vücûdun
(aslında) müessir
(etken) ile
müesserün-fîhe (edilgene)
inkısâmı
(ayrılması, bölünmesi) bu "hikmet-i
inâsiyye"nin (ihsana dair hikmetin) rûhu ve zübdesi
(özü) oldu. Zîrâ
(çünkü) ancak bu
inkısâm, (ayrılma, bölünme)
Hak'la âlem
(evren) beynindeki
(arasındaki)
münâsebeti (ilişkiyi)
tefhîm eder (anlatır).
Suâl: Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'den
naklen Fass-ı Zekeriyyâvî'de
(Zekeriyya bölümünde de)
"Muhakkak eser, mevcûd için değil, ancak ma'dûm
(yok)
için vâkı' olur
(gerçekleşir) ve her ne kadar mevcûd için
olursa da ma'dûmun (yokun)
hükmü hasebiyledir" buyurmuş idi. Halbuki
burada eserin vücûd-i izâfi
(gölge vücut) ile mevcûd olan âlem
(evren) hakkında
vâkı' olduğunu
(gerçekleştiğini) beyan buyurur.
(bildirir)
Bu iki kelâm (söz)
yekdiğerirıe
(birbirlerine) muhâlif
(aykırı, zıt) olmaz
mı?
Cevap: Fass-ı Zekerîyyâvî'de
(Zekeriyya bölümünde)
misâl ile izâh olunduğu
(anlatıldığı) üzere, eserin ma'dûm
(yok) için olması
mertebe-i ahadiyyete (Zat
mertebesine)
göredir. Zîrâ (çünkü)
mertebe-i ahadiyyette
(Zat mertebesinde)
zât-ı ahadiyyenin (ahad olan
Zatın) bütün
nisebi (sıfatları)
kendi zâtında mahv
(harap) ve
müstehlek, (tükenmiş)
ve ma'dûmdur (yok olmuştur).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) burada te'sîr,
(etki) işbu
(bu sebepten dolayı)
niseb-i ademiyyenin, (açığa
çıkmamış sıfatların) vücûda
(varlığa gelmeye)
isti'dâdları hasebiyle, sâhib-i niseb
(sıfatların sahibi)
olan Hak'tan vücûd taleb ettikleri
(istedikleri) vakit,
Hak tarafından "Kün!" (ol)
kavlinin (sözünün)
sudûrunu
(çıkmasını) icâb etmekten
(gerektirmekten)
ibârettir. Ve "Kün!" (ol)
kavlinin (sözünün)
sudûrundan
(çıkışından) ibâret olan eser
(açığa çıkmış varlık, ilmi
suret), her
ne kadar vücûd-i Hak (Hakk’ın vücudu) için sâbit (mevcut
bilinmiş) olur ise de, bu sübût
(çıkış),
ma'dûm (açığa
çıkmamış, yok durumunda) olan niseb-i
mezkürenin (adı geçen,
anlatılan sıfatların) hükmü hasebiyledir.
Buradaki te'sîr (etki)
ise, mertebe-i vâhidiyyete
(uluhiyet mertebesine)
göredir. Ve Hak, vâhidü'l-esmâ ve's sıfâttır;
(esması ve sıfatları bakımından
vahiddir) ve bu mertebede ismi "Allah"dır. Ve
bu mertebe-i ulûhiyyet
(uluhiyyet mertebesi),
fa’âl (etkin,
aktif) olan
cemi'-i esmâ-i ilâhiyyeyi
(bütün ilahi esmayı) ve mertebe-i imkânda
(olabilirlik, imkan
mertebesinde) esmâdan münfail
(edilgin, pasif) olan
bilcümle (bütün)
mezâhiri (görüntü yerlerini)
câmi'dir
(toplamıştır). Binâenaleyh
(bundan dolayı)
burada te'sir (etki),
esmâ-i fa'âleden
(etken, aktif esmadan),
mezâhir-i münfaileyedir
(pasif görüntü mahallerinedir).
Böyle olunca iki
kelâm (söz)
yekdiğerine (birbirlerine)
muhâlif (ters,
aykırı) olmaz. Evvelki kelâm
(söz) başka bir
hakîkati ve ikinci kelâm
(söz) ise. diğer bir ma'rifeti
(ilmi, bilgiyi)
müş'ir olmuş (bildirmiş,
anlatmış) olur.
Îmdi sana bir vârid, ya'nî te'sîr-i Hak
(Hak’ın tesiri) vârid
olduğu (eriştiği)
vakit, sen her şeyi kendi aslına ilhâk et
(kat)!
Meselâ vücûd ve ilim
ve kudret gibi kemâlât-ı ilâhiyye
(ilahi kemaller)
vârid olursa (ulaşırsa, vuku
bulursa),
bunlar hazret-i ilâhiyyeden
(ilahi mertebeden)
vârid olmuş (ulaşmış)
olacağından, sen o kemâlâtı kendi aslı olan hazret-i
ilâhiyyeye (ilahi mertebeye)
ilhâk eyle! (kat
(ver) Ve fakr
(fakirlik) ve acz
(güçsüzlük) ve açlık ve susuzluk gibi
nakâis-ı kevniyye (kevni
noksanlıklar) vârid olursa,
(ulaşırsa) bunlar
âlem-i imkândan (imkan
mertebesinden)
vârid olmuş (gelmiş,
erişmiş) olacağından sen, nakâyısı
(noksanlıkları) kendi
aslı olan âleme
nisbet eyle (bağla)!
Zîrâ (çünkü)
vârid (gelen,
ulaşan,Hakk’tan birime ulaşan herhangi bir tesir)
ebeden (ebediyen, daimi
surette) bir asıldan fer'
(bir kısım, bölüm)
olmak lâbüddür (lazımdır,
gereklidir).
Ya'nî vârid
(gelen, vuku bulan),
müessir (tesir
eden şey) veyâ müesserün-fîh olan (tesiri kendi üzerinde kabul eden, tesirden etkilenen şey)
aslî-i küllîden (küll’ün
aslından, bütünün kendisinden) bir fer'
(bölüm, kısım) olur;
ve her ikisinin aslı dahi bâlâda
(yukarıda)
zikrolunduğu (anlatıldığı)
üzere Hak'tır. Ve eğer "Hakk'ın müesserün-fîh
(etkiyi kabul eden,
etkilenen) olması nasıl olur?" diyecek
olursan, hadîs-i kurb-i nevâfili
(kurb-i nevafil hadisini)
teemmül et! (iyice düşün)
Zîrâ (çünkü)
abd (kul)
tarafından vâkı' olan
(oluşan) nevâfil
(nafileler, sıfatlar),
Hak'ta te'sir
(etki)
edip Hakk'ın mücib-i muhabbeti
(sevgisinin icabet etmesi,
isteğinin kabulü) olur. İşte Cenâb-ı Şeyh
(r.a.) misâl olarak irâd edip
(söyleyip) buyururlar
ki: Muhabbet-i ilâhiyye
(ilahi muhabbet,Hakk’ın sevgisi) abd
(kul) cânibinden
(tarafından) vâkı'
olan (oluşan)
nevâfilden (nafilelerden)
münbais oldu
(ileri geldi). Böyle olunca muhabbet-i
ilâhiyye (Hakk’ın sevgisinin)
vâridi (ulaşması),
nevâfilden
(nafilelerden, sıfatlardan) ibâret olan
müessir (tesir eden)
ile, Hak'tan ibâret bulunan müesserün-fîh
(tesiri kabul eden)
arasında hâsıl olan (oluşan)
bir eserdir. Ve Hak bu muhabbet-i ilâhiyyeden
(Hakk’ın sevgisinden)
nâşi (dolayı),
abdin (kulun)
sem'i (kulağı)
ve basarı (gözü)
ve kuvâsı
(güçleri, kuvveleri) oldu: Bu eser lisân-ı
şer'in (şeriat dilinin)
nâtık olduğu
(konuştuğu) bir eser-i mukarrerdir
(anlattığı bir eserdir, işaret
ettiği şeydir) ki, sen şer'a
(şeraite) imân etmiş
isen bunu asla inkâr edemezsin ve eğer inkâr edersen
sana mû'min denmez, zîrâ
(çünkü) şerîati inkâr etmiş olursun.
Devam edecek |