BU FASS-I ŞERÎF KELİME-İ İLYÂSİYYE'DE MÜNDEMİC
OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR
Ve akl-ı selîme gelince, imdi o, ya meclâ-yı tabiide
tecelli-i ilâhi sâhibidir, şu halde bizim dediğimiz şeyi
âriftir; veyâhut mü'min-i müslimdir ki, ona imân eder.
Nitekim, hadis-i sahîhde vârid oldu. İmdi sultân-ı
vehmin, bu sûrette geldiği şepde bâhis olan âkıl
üzerine hükmetmesi lâbüddür; zîrâ ona mü'mindir. Ve
gayr-ı mü'mine gelince, vehm üzerine vehm ile hükmeder.
Böyle olunca nazar-ı fikrî tahayyül eder. Tahkîkan o
rü'yâda bu tecellînin i'tâ eylediği şeyi Allah üzerine
muhal gördü. Halbuki bunda vehm, kendi nefsinden gâfil
olduğu için, şuûru olmadığı haysiyyetten ona müfârık
değildir ( 11 )
Ya'nî akl-ı selîm (sağduyulu,
müsbet düşünce sahibi) ki, akayid-i fâsideden
(yanlış inançlardan)
sâfi (arınmış)
ve fıtrat-ı asliyye (asli
yaratılışının) ve letâfet-i ezeliyye
(ezeli
nuru)
üzerine olan kalbdir. Böyle bir kalb sâhibi
olan kimse ya meclâ-yı tabîî
(tabii ayna) bulunan sûret-i insâniyyede
(insanın süretinde)
tecellî-i İlâhî (İlahi ilham)
sâhibidir. Ya'ni bu neş'et-i unsuriyye-i
insâniyyede (unsurlardan
meydana gelmiş insanların bedenlerinde) ve
sûret-i tabîiyyede (tabiat
suretlerinde) keşf
(sırlar açılmış) ve
ayân (aşikâr, apaçık görüş)
sâhibidir.
Şu halde, o kimse, bizim dediğimizi bilir ve biz
nevmde (rüyada) ve
nevmin gayrisinde (rüyanın dışında) Hakk'ın sûretlerde zuhûrunu
(açığa çıkışını)
beyan etmiş (anlatmış)
ve emr-i vücûd (vücut
hususu) müessir
(etkileyen) ve müesserün-fîhe
(etkilenene)
münkasimdir (ayrılmıştır,
bölünmüştür) ilh... demiş idik; keşf
(sırların açılması)
ve şuhûd (görmek)
ile bu dediklerimizin hakîkatini bilir. Veyâhut o akl-ı
selim (sağduyu)
sâhibi, tecellî (ilham)
sâhibi olmayıp resüllere ve ehl-i keşfe
(keşf sahibine)
teslîm ve onların evâmirine
(buyruklarına) münkâd
(boyun eğen) olur ve
bu vasıfta olan kimse, mü'min-i Müslimdir
(inanan bir Müslümandır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) bizim dediğimizin hakîkatine
(aslına , özüne)
keşfen (keşif yoluyla)
ve şuhûden (görerek)
muttali' olmasa
(bilmese) bile îmân eder. Nitekim Ebû Said
el-Hudrî (r.a.)’den rivâyet olunan
(anlatılmış olan)
uzun bir hadis-i sahîhde
(sahih hadiste) Hakk'ın sûretlerde tahavvül
ettiği (dönüştüğü, bir
şekilden başka bir şekle, hale girdiği) beyân
buyrulmuştur (bildirilmiştir):
Yevm-i kıyâmette (kıyamet
gününde) Rabbü'l alemin
(âlemlerin Rabbi)
Tebâreke ve Teâlâ hazretleri bir ednâ
(en aşağı, en bayağı)
sûrette tecellî edip
(görünüp) "Ben sizin Rabbinizim" der O'nu
görenler "Biz senden Allah'a sığınırız ve biz Allah'a
hiçbir şeyi teşrîk etmeyiz
(ortak koşmayız)"
derler. Bu hal iki veyâ üç defa vâkı' olur
(gerçekleşir).
Nihâyet Allâhü Zü'l-Celâl hazretleri onların
i'tikâdlarının (inandıkları
şeyin) suretlerine göre tecellî buyurur
(görünür).
Bu halde "Sen bizim Rabbimizsin" derler. İşte
keşf ve ayan (apaçık görüş)
sâhibi bunu zevkan
(manevi zevkle) bilir
ve mü'min-i Müslim (mümin
Müslüman) dahi böyle olduğuna imân eder.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
Hak gerek âlem-i menâmda
(uyku aleminde, rüyada)
ve gerek âlem-i yakazada
(uyanıklık âleminde (dünyada) suverde
(suretlerde)
mütecellîdir (görünür).
İmdi Hakk'ın süretlerde tahavvül ettiğini
(şekilden şekle girdiğini) haber veren
Resûl'e îman eden âkıl ki, Hakk'ın rû'yâda gördüğü
sûrette tecellî ettiğinden
(göründüğünden) bâhisdir
(konudur);
bu sûrette onun üzerine elbette sultân-ı vehm
(vehmin hükümdarlığı)
hükmeder ve Hakk’ın suverde
(suretlerde)
tecellîsine (görünmesine,
belirmesine) mü'min
(iman etmiş, inanmış)
olduğundan lisân-ı vehm
(vehmin dili) ile teşbîh eder ve lisân-ı akl
(aklın dili) ile
de tenzih eyler. Ve resûller
(peygamberler)
ile şerâyi'a (şeriat
hükümlerine) îman etmiş kimselere gelince,
bunlar vehm-i sırf (sırf
vehim) ile karışık akıl sâhipleri olduğundan
vehm (vehim)
üzerine vehm (zan)
ile hükmeder. O kimse nazar-ı fikrî
(fikri görüş) ile
tahayyül (düşünür, hayal)
eder ki, rü'yâda kendisine tecellînin
(görüntünün) i'tâ
ettiği (verdiği)
sureti Allah Teâlâ üzerine muhal
(imkansız) gördü.
Ya'nî nazar-ı fikrî (fikri
görüş) ile tahayyül
(düşünüp, hayal) edip
der ki: "Bana rü'yâda zâhir olan
(görülen) bu sûrette
Hakk'ın tecellîsi (görünmesi)
muhaldir
(imkânsızdır)." Filvâkı'
(gerçekten)
aklının îcâbı (gereği)
olan bu tenzihte isâbet eder:
Velâkin (fakat)
nefsü'l-emrde
(hakikâtte) Hak cemî'-i suverde
(bütün suretlerde)
mütecellî olduğu (belirdiği,
göründüğü) ve resûller
(Peygamberler) ile
şerâyi'in (şeriat
hükümlerinin) getirdiği şey vehm ile teşbih
etmekten ibâret bulunduğu cihetle
(yönüyle), vehmen teşbîh
etmesi' lâzım gelirken, vehmin bu hükmünü, vehm-i
fâsidiyle (yanlış, kötü
vehimle) ibtâl eder
(hükümsüz bırakır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) vehm üzerine vehm ile
hükmetmiş olur; zirâ (çünkü)
şerâyi'a (şeriat
hükümlerine) iman etmediğinden bu vartaya
(çukura) düştü.
Halbuki, kendi nefsinden gâfil
(habersiz) olduğu
için, o farkına varmaz; ammâ vehm
(vehim) ondan müfârık
(ayrılmış)
değildir. Ya'nî rü'yâsında gördüğü şeyi Hakk'ın şânına
gayr-ı münâsib (uygun olmayan
biçimde) tahayyül etti
(düşündü).
Binâenaleyh (bundan dolayı)
o suretten tenzih ile
(Hakk’ı mukaddes, beri kılarak)
hükmeyledi (karar
verdi) ve o gördüğü şeyi vehme hamletti
(yükledi) ve ondan
teberri eyledi (yüz çevirdi).
Maahâzâ (bununla
beraber) vehm kendisinden ayrılmadı. Belki bu
hükûm kendisinde hâkim olan vehmindendir. Fakat
nefsinden gâfil (habersiz
(bilgisiz) olduğu için böyle olduğuna vâkıf
değildir (haberi, bilgisi
yoktur).Eğer nefsini bile idi, böyle
hükmetmezdi; belki hükmettiğine muhâlif
(aykırılık gösteren)
ve rü’yâda gördüğü sûrete muvâfık
(uygun) olarak
hükmederdi. Zîrâ (çünkü)
gerek kendi nefsi ve gerek başkasının nefsi,
hüviyyet-i Hakk'ın (Hakk’ın
zatından) gayrı
(başka) değildir. Cemî'-i mevâtında
(bütün her yerde) Hakk'ın hüviyyetinden hâriç
(Hakk’ın hakikâtinin dışında) hiçbir şey
yoktur.
Devam edecek |