Füsûs-ül Hikem

256. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS-I  ŞERÎF  KELİME-İ  İLYÂSİYYE'DE  MÜNDEMİC     OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR

Ve Hak Teâlâ'nın  ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ  (Mü'min, 40/60) kavli  bundandır. Hak Teâlâ,  دَعَانِ عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ الدَّاعِ إِذَا  وَإِذَا سَأَلَكَ  (Bakara, 2/186) buyurdu. Zîrâ mücîb ancak kendisinden suâl eden olduğu vakitte olur; her ne kadar dâînin aynı, mücîbin aynı ise de. İmdi sûretlerin ihtilâfında hilâf yoktur. Onlar bilâ-şek iki sûrettir ve bu sûretlerin hepsi, Zeyd'in a'zâsı gibidir. İmdi ma'lûmdur ki, muhakkak Zeyd, şahsen bir hakîkattir ve muhakkak onun eli, ayağının ve başının ve güzünün ve kaşının sûreti değildir. Böyle olunca Hak, kesîr olan vâhiddir. Sûretler ile kesîrdir, "ayn" ile vâhiddir; ve bilâ-şek "ayn" ile vâhid olan insan gibidir. Ve biz şekk etmeyiz ki muhakkak Amr, Zeyd değildir; Hâlid dahi değildir; Ca'fer de değildir; ve muhakkak bu ayn-ı vâhidenin şahısları vücûd'en mütenâhî değildir. İmdi  insan, her ne kadar "ayn" ile vâhid ise de, o, suver ve eşhâs ile kesirdir (12)

Ya'nî Hak Teâlâ hazretlerinin "Bana duâ ediniz; size icâbet edeyim" (duanızı kabul edeyim) (Mü'min, 40/60) buyurması bu kabildendir (türdendir) . Ya'ni emr-i vücûdun (vücut hususu) müessir (etki yapan) ve müesserün-fihe (etkiyi kabul edene) münkasim (bölünmüş) olduğunu gösterir. Ve kezâ (aynı şekilde) Hak Teâlâ "Benim kullarım sana benden suâl ederler (soru sorarlar).  İmdi ben karibim (yakınım). Bana duâ ettiği vâkit, daînin (dua edenin) duâsına icâbet ederim (duasını kabul ederim)" (Bakara, 2/186) buyurdu. Burada bittabi' (doğal olarak) bir duâ eden, bir de duâya icâbet eden (kabul eden) mevcûd olmak lâzımdır. Abd (kul) duâ ettiği hînde (sırada) , onun duâsı Hakk'a te'sir (etki) eder. Bu halde Hak müesserün-fîh (etkiyi kabul eden (etkilenen) olur.  Ve Hak abdin (kulun) talebini (isteğini) is'âf buyurduğu (kabul edip dileğini yerine getirdiği) hinde (sırada) Hak müessir (etki eden) ve abd (kul) müesserünfîh (etkiyi kabul eden) olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) emr-i vücûdda (vücut hususunda) bu iki i'tibâr (husus, değer) olmadıkça fâiliyyet (etkinlik) ve kâbiliyyet zâhir olmaz. (açığa çıkmaz) Şu halde mücib, (icabet eden, istenileni yapan) ki fâildir, (işi işleyendir) ancak kendisi tarafından vârid olacak (ulaşacak) bir ihsânı (lutfu, iyiliği) kabûl eyleyecek bir dâî (dua eden) olmadıkça mücîb (icabet eden) olmaz. Her ne kadar duâ eden abdin (kulun) hüviyyeti (hakikati, zatı),  icâbet eden (duayı kabul eden) Hakk'ın hüviyyeti (zatı) olduğu cihetle, (yönüyle) duâ eden abdin (kulun) "ayn"ı (zatı) hakîkatte, mücîb olan (isteği kabul eden) Hakk'ın "ayn"ı (zatı) ise de, bu i'tibârda (hususta) isneyniyyet (ikilik) mevcûddur. Ve sûretlerin ihtilâfı (zıtlığı) âşikârdır bunda aslâ kıyl ü kâle (dedikodoya) mahal (yer) yoktur. Ve dâî (dua eden) zâhir (aşikâr) , mücîb (icabet eden, duayı kabul eden) dahi bâtın (gizli) olmak i'tibâriyle (hususuyla), şübhesiz vücûd-i vâhiddin (tek varlığın) ayrı ayrı iki sûretidir. Ve bu sûretlerin cümlesi, (bütün hepsi) misâlen (örnek olarak) Zeyd'in a'zâsına (uzuvlarına, organlarına) benzer; zîrâ (çünkü) bu sûretlerin kâffesi (hepsi) vücûd-i vâhid-i Hak'ta (tek vücut sahibi hak’ta) zâhir (açığa çıkmış) ve onun üzerine târîdir; (peyda olmuştur) binâenaleyh (bundan dolayı) Hakk'ın a'zâsı  (organları) gibidir. Beyt-i Ömer Hayyâm:

                ا رواح   ملاتكه   حوا س   ا ين تن حق  جان  جها نست و  جهان   جمله بدن        

افلاك  عناصر  وموا ليد  اعضا                      توحيد  همين  است  ودكرها  همه  فن            

Meselâ Zeyd şahsen hakikat-i vâhidedir (tek hakikattir). Elinin sûreti (şekli) ayağının sûretine (şekline) ve kaş ve gözünün sûretleri (şekilleri) dahi diğer a'zâlarının (uzuvlarının) sûretine (şekline) benzemez. Fakat Zeyd'in vücûdu, bu a'zânın (organlarının) hey'et-i mecmûasından (tamamının toplamından)  ibâret olduğu cihetle (bakımından), Zeyd a'zâsının (organlarının) aynıdır. Velâkin, biri diğer uzvunun (organının) aynı değildir. Demek ki Zeyd suver-i a'zâsına (organlarının şekline) nazaran (göre) kesir (çok) ve şahsının "ayn"ına (zatına) nazaran (göre) vâhiddir (tektir).  Şu halde Zeyd kesîr (çok) olan vâhidir (tektir).  İşte Hak dahi "ayn" (zatı) ile vâhid (tek) ve suver-i a'zâ (organlarının sûreti) ile kesir (çok) olan insan gibidir. Ve kezâ (aynı şekilde) insan mefhûmu (kavramı) "ayn" (zat) ile vâhid (tek) ve efrâd (fertler) ile kesîrdir (çoktur). Zîrâ (çünkü) insan denildiği vakit, zihne tebâdür eden (hemen gelen) şey, onun Zeyd. Amr, Hâlid ilh …   gibi efrâdının (fertlerinin) sûretleri değil, belki ma'nâ-yı vâhidden (tek manadan) ibarettir. Binâenaleyh (bundan dolayı) insan "ayn" (zat) ile vâhiddir ve onun efrâdının (fertlerinin) sûretleri ise vücûden (vücut olarak) mütenâhî (sonu olan, sonlu) değildir; ve onun bu namütenâhi (sonsuz) olan efrâdı (fertleri) yekdîğerinin (birbirinin) aynı değildir.

Ve eğer sen mü'min isen muhakkak kat'â bildin ki; tahkikan Hak Teâlâ yevm-i kıyâmette bir sûrette tecellî edip bilinir. Ba'dehû ondan bir sûrete tahavvül edip bilinir. Halbuki O, mütecellî olandır; her bir sûrette 0'nun gayrî yoktur ve ma'lûmdur ki bu sûret, o diğer sûret değildir. İmdi sanki ayn-ı vâhide âyîne makâmında kâim oldu: Binâenaleyh nâzır, onda Hak hakkındaki mu'tekadinin sûretine nazar ettikde, onu bilir ve ona ikrâr eder; ve onda kendi mu'tekadinin gayrını görmek tesâdüfü vâki' oldukda, onu inkâr eder. Nitekim âyîne içinde kendi sûretini ve başkasının sûretini görür. İmdi âyîne, ayn-ı vâhidedir; ve râînin gözünde sûretler çoktur. Halbuki âyîne için sûretlerde bir vechile eser mevcûd ve bir vechile eser gayr-i mevcûd olmakla berâber, âyînede cümle-i vâhide olarak ondan bir sûret yoktur. İmdi onun için olan eser, sıgar ve kiberden ve tûl ve arzdan mütegayyiru’ş-şekl olduğu halde, sûreti reddetmektir. Binâenaleyh eser, mekâdirdedir ve bu eser ona râci'dir. Ve ondan olan bu tagayyürât, ancak âyînelerin ihtîlâf-ı mekâdîrinden nâşî vâkı' oldu (13):

Ya'ni Hakk'ın sûtetlerde tahavvül ettiğine (şekilden şekle girdiğine, dönüştüğüne) dâir olan hadis-i sahîh-i nebevîye (Peygamberin bu hadisine) imân ettin ise, sûret-i kat'iyyede  (kesinlikle) bildin ki, Hak Teâlâ yevm-i kıyamette (kıyamet gününde) bir sûrette tecelli eder (görünür) ve o sûrette bilinir. Ba'dehû (daha sonra) bu sûretten başka bir sûrete tahavvül eder (girer, dönüşür); bu kerre de o sûrette bilinir. Halbuki her iki sûrette de mütecelli olan (görünen) ancak Hak'tır ve her bir sûrette O'ndan başka mütecellî olan (görünen) yoktur. Ve bu ma'lûmdur (bilinir) ki, Hakk'ın birinci defada tecellî ettiği (göründüğü) sûret, ikinci defada tecelli ettiği (göründüğü) sûret değildir; ya'nî bu iki sûretler başka başkadır. Böyle olunca Hakk'ın aynı olan ayn-ı vâhide (tek hakikat),  bir âyîne (ayna) gibi olmuş olur. Şu halde Hak hakkında bir i'tikâd-ı mahsûs (kendine ait özel inanç) sâhibi olan nâzır (bakan kişi), âyîne (ayna) gibi olan bu ayn-ı vâhidede (tek hakikatte) Hak hakkındaki i'tikadının (inancının) sûretine baktığı vakit, "Bu sûret tam benim i'tikâdıma (inancıma) muvâfıktır (uygundur)" deyip Hakk'ı bu sûrette bilir ve ona ikrâr eder (tasdik eder, kabullenir) ve o ayn-ı vâhide (tek hakikat) âyînesinde (aynasında),  tesâdüfen kendi i'tikadının gayrını (inancından başka şey) görse, i'tikâd-ı mahsûsuna (kendi inancına) muvâfık (uygun) olmadığı için, onu inkâr eder. Halbuki ayn-ı Hak (Hak’ın zatı) olan ayn-ı vâhide (tek hakikat) bir mir'ât (ayna) gibidir ki, bu âyînede (aynada) bilcümle i'tikâdâtın (bütün inançların) sûretleri muntabi'dir (tab’edelmiştir, basılıdır). Bu ona benzer ki, bir kimse âyîneye (aynaya) nazar eder (bakar). O âyîne (ayna) içinde kendi sûretini gördüğü gibi başkalarının sûretlerini dahi görür. Âyîne (ayna) ayn-ı vâhidedir (tek hakikattir); fakat râînin (görenin) gözünde birçok sûretler vardır. Maahâzâ (bununla beraber) âyînenin (aynanın) içinde görülen o sûretlerin hiçbirisi, hakîkî bir sûret değildir; zîrâ (çünkü) bu sûretler âyînenin (aynanın) içinde  değildir. Bununla berâber o sûretlerde âyînenin (aynanın) bir vechile (yandan) te'sîri (etkisi) vardır ve bir vechile (taraftan) de yoktur. Ayînenin (aynanın) suverde (sûretlerde) te'sîri (etkisi) budur ki: Bir kimse âyîneye (aynaya) nazar ettiği (baktığı) vakit, eğer o âyîne (ayna) küçük veyâ büyük veyâ uzun veyâ enli ise, suver-i muntabia (aynadaki görüntü) dahi âyînenin (aynanın) icâbâtına (gereklerine) tâbi' (bağlı) olur. Meselâ muka'ar (iç bükey) veyâ muhaddeb (dış bükey) bir âyîneye (aynaya) bakılsa, insanın sûretini şişman ve kısa boylu ve yassı başlı veyâ ince uzun bir halde gösterir. Halbuki nâzırın (nazar edenin (aynaya bakan kişinin) şekli böyle değildir. İşte bu âyînenin (aynanın) sûrette te'sîridir (etkisidir). Ve âyînenin (aynanın) sûretlerde te'sîri (etkisi) olmadığı budur ki, onda mün'akis olan (yansıyan) sûretlerde kendisinin aslâ medhali (gireceği, dahil olacağı yer) bulunmamasıdır. Zîrâ (çünkü) nâzır (aynaya bakan kişi) ona muhâzî (onun tam karşısına) gelmedikçe onda kendiliğinden bir sûret zâhir olmaz (meydana çıkmaz). Şu halde âyîne (ayna) bir vechile (yönden) müessir (etki yapan) ve bir vechile (yönden) de müteesirdir (etkiyi kabul edendir).  Ve kezâ (aynı şekilde) râî (aynadaki görüntüsünü gören) dahi âyîneye (aynaya) karşı hem müessir (tesir yapan) ve hem de müteessirdir (tesiri kabul edendir). İmdi mâdemki âyîne (ayna) suver-i mün'akiseyi (yansıyan sûretleri) mütegayyır (değiştirilmiş) olduğu halde reddediyor (geri çeviriyor); bu te'sir (etki) âyînenin (aynanın) mekâdîrinden (muayyen ve malum olan kısımlarından) mütehassıl (meydana gelen) bir te'sirdir; (etkidir) ve bu te'sîr (etki) âyîneye (aynaya) râci' (ait) olup âyînelerin (aynaların) ihtilâf-ı mekâdîrinden (ölçülerinin başka başka olmasından) husûle gelir (oluşur).

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 13.02.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com