BU FASS-I ŞERÎF KELİME-İ İLYÂSİYYE'DE MÜNDEMİC
OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR
Ve Hak Teâlâ'nın
ادْعُونِي أَسْتَجِبْ لَكُمْ
(Mü'min, 40/60) kavli bundandır. Hak Teâlâ, دَعَانِ
عِبَادِي عَنِّي فَإِنِّي قَرِيبٌ أُجِيبُ دَعْوَةَ
الدَّاعِ إِذَا
وَإِذَا سَأَلَكَ
(Bakara, 2/186) buyurdu. Zîrâ mücîb ancak kendisinden
suâl eden olduğu vakitte olur; her ne kadar dâînin aynı,
mücîbin aynı ise de. İmdi sûretlerin ihtilâfında hilâf
yoktur. Onlar bilâ-şek iki sûrettir ve bu sûretlerin
hepsi, Zeyd'in a'zâsı gibidir. İmdi ma'lûmdur ki,
muhakkak Zeyd, şahsen bir hakîkattir ve muhakkak onun
eli, ayağının ve başının ve güzünün ve kaşının sûreti
değildir. Böyle olunca Hak, kesîr olan vâhiddir.
Sûretler ile kesîrdir, "ayn" ile vâhiddir; ve bilâ-şek
"ayn" ile vâhid olan insan gibidir. Ve biz şekk etmeyiz
ki muhakkak Amr, Zeyd değildir; Hâlid dahi değildir;
Ca'fer de değildir; ve muhakkak bu ayn-ı vâhidenin
şahısları vücûd'en mütenâhî değildir. İmdi insan, her
ne kadar "ayn" ile vâhid ise de, o, suver ve eşhâs ile
kesirdir (12)
Ya'nî Hak Teâlâ hazretlerinin "Bana duâ ediniz; size
icâbet edeyim" (duanızı kabul
edeyim) (Mü'min, 40/60) buyurması bu
kabildendir (türdendir)
. Ya'ni emr-i
vücûdun (vücut hususu)
müessir (etki yapan)
ve müesserün-fihe
(etkiyi kabul edene) münkasim
(bölünmüş) olduğunu
gösterir. Ve kezâ (aynı
şekilde) Hak Teâlâ "Benim kullarım sana
benden suâl ederler (soru
sorarlar). İmdi
ben karibim (yakınım).
Bana duâ ettiği vâkit, daînin
(dua edenin) duâsına
icâbet ederim (duasını kabul
ederim)"
(Bakara, 2/186) buyurdu. Burada bittabi'
(doğal olarak) bir
duâ eden, bir de duâya icâbet eden
(kabul eden) mevcûd
olmak lâzımdır. Abd (kul)
duâ ettiği hînde
(sırada) ,
onun duâsı Hakk'a te'sir
(etki) eder. Bu halde Hak müesserün-fîh
(etkiyi kabul eden (etkilenen)
olur. Ve Hak abdin
(kulun) talebini
(isteğini) is'âf
buyurduğu (kabul edip
dileğini yerine getirdiği) hinde
(sırada) Hak müessir
(etki eden) ve abd
(kul) müesserünfîh
(etkiyi kabul eden)
olur. Binâenaleyh (bundan
dolayı) emr-i vücûdda
(vücut hususunda) bu
iki i'tibâr (husus, değer)
olmadıkça fâiliyyet
(etkinlik) ve
kâbiliyyet zâhir olmaz.
(açığa çıkmaz) Şu halde mücib,
(icabet eden, istenileni yapan)
ki fâildir, (işi
işleyendir) ancak kendisi tarafından vârid
olacak (ulaşacak)
bir ihsânı (lutfu, iyiliği)
kabûl eyleyecek bir dâî
(dua eden) olmadıkça
mücîb (icabet eden)
olmaz. Her ne kadar duâ eden abdin
(kulun) hüviyyeti
(hakikati, zatı),
icâbet eden
(duayı kabul eden)
Hakk'ın hüviyyeti (zatı)
olduğu cihetle,
(yönüyle) duâ eden abdin
(kulun) "ayn"ı
(zatı) hakîkatte,
mücîb olan (isteği kabul
eden) Hakk'ın "ayn"ı
(zatı) ise de, bu
i'tibârda (hususta)
isneyniyyet (ikilik)
mevcûddur. Ve sûretlerin ihtilâfı
(zıtlığı) âşikârdır
bunda aslâ kıyl ü kâle
(dedikodoya) mahal
(yer) yoktur. Ve dâî
(dua eden) zâhir
(aşikâr) ,
mücîb (icabet
eden, duayı kabul eden) dahi bâtın
(gizli) olmak
i'tibâriyle (hususuyla),
şübhesiz vücûd-i vâhiddin
(tek varlığın) ayrı
ayrı iki sûretidir. Ve bu sûretlerin cümlesi,
(bütün hepsi) misâlen
(örnek olarak)
Zeyd'in a'zâsına (uzuvlarına,
organlarına) benzer; zîrâ
(çünkü) bu sûretlerin
kâffesi (hepsi)
vücûd-i vâhid-i Hak'ta (tek
vücut sahibi hak’ta) zâhir
(açığa çıkmış) ve
onun üzerine târîdir; (peyda
olmuştur) binâenaleyh
(bundan dolayı)
Hakk'ın a'zâsı (organları)
gibidir. Beyt-i Ömer Hayyâm:
ا
رواح ملاتكه حوا س ا ين تن
حق جان جها نست و جهان جمله بدن
افلاك عناصر وموا ليد اعضا توحيد
همين است ودكرها همه فن
Meselâ Zeyd şahsen hakikat-i vâhidedir
(tek hakikattir).
Elinin sûreti
(şekli) ayağının sûretine
(şekline) ve kaş ve
gözünün sûretleri (şekilleri)
dahi diğer a'zâlarının
(uzuvlarının)
sûretine (şekline)
benzemez. Fakat Zeyd'in vücûdu, bu a'zânın
(organlarının)
hey'et-i mecmûasından
(tamamının toplamından) ibâret olduğu
cihetle (bakımından),
Zeyd a'zâsının
(organlarının) aynıdır. Velâkin, biri diğer
uzvunun (organının)
aynı değildir. Demek ki Zeyd suver-i a'zâsına
(organlarının şekline)
nazaran (göre)
kesir (çok) ve
şahsının "ayn"ına (zatına)
nazaran (göre)
vâhiddir (tektir).
Şu halde Zeyd
kesîr (çok) olan
vâhidir (tektir).
İşte Hak dahi
"ayn" (zatı) ile
vâhid (tek) ve
suver-i a'zâ (organlarının
sûreti) ile kesir
(çok) olan insan gibidir. Ve kezâ
(aynı şekilde) insan
mefhûmu (kavramı)
"ayn" (zat) ile
vâhid (tek) ve
efrâd (fertler)
ile kesîrdir (çoktur).
Zîrâ (çünkü)
insan denildiği vakit, zihne tebâdür eden
(hemen gelen) şey,
onun Zeyd. Amr, Hâlid ilh … gibi efrâdının
(fertlerinin)
sûretleri değil, belki ma'nâ-yı vâhidden
(tek manadan) ibarettir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) insan "ayn"
(zat) ile vâhiddir ve
onun efrâdının (fertlerinin)
sûretleri ise vücûden
(vücut olarak)
mütenâhî (sonu olan, sonlu)
değildir;
ve onun bu namütenâhi
(sonsuz) olan efrâdı
(fertleri)
yekdîğerinin (birbirinin)
aynı değildir.
Ve eğer sen mü'min isen muhakkak kat'â bildin ki;
tahkikan Hak Teâlâ yevm-i kıyâmette bir sûrette tecellî
edip bilinir. Ba'dehû ondan bir sûrete tahavvül edip
bilinir. Halbuki O, mütecellî olandır; her bir sûrette
0'nun gayrî yoktur ve ma'lûmdur ki bu sûret, o diğer
sûret değildir. İmdi sanki ayn-ı vâhide âyîne makâmında
kâim oldu: Binâenaleyh nâzır, onda Hak hakkındaki
mu'tekadinin sûretine nazar ettikde, onu bilir ve ona
ikrâr eder; ve onda kendi mu'tekadinin gayrını görmek
tesâdüfü vâki' oldukda, onu inkâr
eder. Nitekim âyîne içinde kendi sûretini ve
başkasının sûretini görür. İmdi âyîne, ayn-ı
vâhidedir; ve râînin gözünde sûretler çoktur. Halbuki
âyîne için sûretlerde bir vechile eser mevcûd ve
bir vechile eser gayr-i mevcûd olmakla berâber, âyînede
cümle-i vâhide olarak ondan bir sûret yoktur. İmdi onun
için olan eser, sıgar ve kiberden ve tûl ve arzdan
mütegayyiru’ş-şekl olduğu halde, sûreti reddetmektir.
Binâenaleyh eser, mekâdirdedir ve bu eser ona râci'dir.
Ve ondan olan bu tagayyürât, ancak âyînelerin ihtîlâf-ı
mekâdîrinden nâşî vâkı' oldu (13):
Ya'ni Hakk'ın sûtetlerde tahavvül ettiğine
(şekilden şekle girdiğine,
dönüştüğüne) dâir olan hadis-i sahîh-i
nebevîye (Peygamberin bu
hadisine) imân ettin ise, sûret-i kat'iyyede
(kesinlikle)
bildin ki, Hak Teâlâ yevm-i kıyamette
(kıyamet gününde) bir
sûrette tecelli eder
(görünür) ve o sûrette bilinir. Ba'dehû
(daha sonra) bu
sûretten başka bir sûrete tahavvül eder
(girer, dönüşür);
bu kerre de o sûrette bilinir. Halbuki her
iki sûrette de mütecelli olan
(görünen) ancak
Hak'tır ve her bir sûrette O'ndan başka mütecellî olan
(görünen) yoktur.
Ve bu ma'lûmdur (bilinir)
ki, Hakk'ın birinci defada tecellî ettiği
(göründüğü) sûret,
ikinci defada tecelli ettiği
(göründüğü) sûret değildir; ya'nî bu iki
sûretler başka başkadır. Böyle olunca Hakk'ın aynı olan
ayn-ı vâhide (tek hakikat),
bir âyîne
(ayna) gibi olmuş
olur. Şu halde Hak hakkında bir i'tikâd-ı mahsûs
(kendine ait özel inanç)
sâhibi olan nâzır (bakan
kişi),
âyîne (ayna) gibi
olan bu ayn-ı vâhidede (tek
hakikatte) Hak hakkındaki i'tikadının
(inancının) sûretine
baktığı vakit, "Bu sûret tam benim i'tikâdıma
(inancıma) muvâfıktır
(uygundur)"
deyip Hakk'ı bu sûrette bilir ve ona ikrâr
eder (tasdik eder,
kabullenir) ve o ayn-ı vâhide
(tek hakikat)
âyînesinde (aynasında),
tesâdüfen kendi
i'tikadının gayrını
(inancından başka şey) görse, i'tikâd-ı
mahsûsuna (kendi inancına)
muvâfık (uygun)
olmadığı için, onu inkâr eder. Halbuki ayn-ı
Hak (Hak’ın zatı)
olan ayn-ı vâhide (tek
hakikat) bir mir'ât
(ayna) gibidir ki, bu
âyînede (aynada)
bilcümle i'tikâdâtın (bütün
inançların) sûretleri muntabi'dir
(tab’edelmiştir, basılıdır).
Bu ona benzer ki, bir kimse âyîneye
(aynaya) nazar eder
(bakar).
O âyîne (ayna)
içinde kendi sûretini gördüğü gibi
başkalarının sûretlerini dahi görür. Âyîne
(ayna) ayn-ı
vâhidedir (tek hakikattir);
fakat râînin
(görenin) gözünde birçok sûretler vardır.
Maahâzâ (bununla beraber)
âyînenin (aynanın)
içinde görülen o sûretlerin hiçbirisi, hakîkî
bir sûret değildir; zîrâ
(çünkü) bu sûretler âyînenin
(aynanın) içinde
değildir. Bununla berâber o sûretlerde âyînenin
(aynanın) bir vechile
(yandan) te'sîri
(etkisi) vardır ve
bir vechile (taraftan)
de yoktur. Ayînenin
(aynanın) suverde
(sûretlerde) te'sîri
(etkisi) budur ki:
Bir kimse âyîneye (aynaya)
nazar ettiği
(baktığı) vakit, eğer o âyîne
(ayna) küçük veyâ
büyük veyâ uzun veyâ enli ise, suver-i muntabia
(aynadaki görüntü)
dahi âyînenin (aynanın)
icâbâtına
(gereklerine) tâbi'
(bağlı) olur. Meselâ
muka'ar (iç bükey)
veyâ muhaddeb (dış bükey)
bir âyîneye
(aynaya) bakılsa, insanın sûretini şişman ve
kısa boylu ve yassı başlı veyâ ince uzun bir halde
gösterir. Halbuki nâzırın
(nazar edenin (aynaya bakan kişinin) şekli
böyle değildir. İşte bu âyînenin
(aynanın) sûrette
te'sîridir (etkisidir).
Ve âyînenin
(aynanın) sûretlerde te'sîri
(etkisi) olmadığı
budur ki, onda mün'akis olan
(yansıyan) sûretlerde kendisinin aslâ medhali
(gireceği, dahil olacağı yer)
bulunmamasıdır. Zîrâ
(çünkü) nâzır
(aynaya bakan kişi)
ona muhâzî (onun tam
karşısına) gelmedikçe onda kendiliğinden bir
sûret zâhir olmaz (meydana
çıkmaz).
Şu halde âyîne (ayna)
bir vechile
(yönden) müessir
(etki yapan) ve bir vechile
(yönden) de
müteesirdir (etkiyi kabul
edendir).
Ve kezâ (aynı şekilde)
râî (aynadaki
görüntüsünü gören) dahi âyîneye
(aynaya) karşı hem
müessir (tesir yapan)
ve hem de müteessirdir
(tesiri kabul edendir).
İmdi mâdemki âyîne
(ayna) suver-i
mün'akiseyi (yansıyan
sûretleri) mütegayyır
(değiştirilmiş)
olduğu halde
reddediyor (geri çeviriyor);
bu te'sir (etki)
âyînenin (aynanın)
mekâdîrinden
(muayyen ve malum olan kısımlarından)
mütehassıl (meydana gelen)
bir te'sirdir;
(etkidir) ve bu te'sîr
(etki) âyîneye
(aynaya) râci'
(ait) olup âyînelerin
(aynaların)
ihtilâf-ı mekâdîrinden
(ölçülerinin başka başka olmasından) husûle
gelir (oluşur).
Devam edecek |