Füsûs-ül Hikem

259 Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS-I  ŞERÎF  KELİME-İ  İLYÂSİYYE'DE  MÜNDEMİC     OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR

İmdi bu müessire nazar et, hattâ Hakk'ı sûret-i Mu­hammediyyeye inzâl eyledi. Ve Hak kendi nefsini ibâdına bununla ihbâr eyledi. Binâenaleyh, bizden hiçbir kimse ondan bunu demedi; belki O kendi söyledi. Halbuki O'nun haberi doğrudur. Dediği şeyin ilmini ister idrâk et, ister etme, müsâvîdir; ona imân vâcibdir. Şu halde, sen ya âlimsin veyâhut müslim-i mü'minsin. Tahkîkan "İllet kendinin illeti olan ma'lûlün illeti olmaz" diye aklın illet üzerine hükmeder oluşu, nazar-ı aklînin fikri haysiyyetinden sana onun za'fına delâlet eden şeydendir: Halbuki ilm-i tecellîde  ancak bu vardır ve o da “Tahkîkan illet, kendinin illeti olan ma'lûlün illeti olur”dur (16)

Ya'nî râmi olan (itaat eden, boyun eğen) müessire (işi yapana, hükmünü yürütene) nazar et (bak) ki, fîilini mezâhirde (görüntü yerinde (birimde) ızhâr (açığa çıkarmak) için Hakk'ı nasıl sûret-i Mubammediyyeye (Muhammed’in suretine) inzâl etti (indirdi). Zîrâ (çünkü) bâlâda (yukarıda) izâh olunduğu (açıklandığı) üzere, emr-i vücûd (vücut hususu) müessir (etken) ve müesserün-fîhe (edilgene) münkasim (ayrılmış) idi. Çünkü vücûd-i âlem (evrenin vücudu) Hakk'ın zâhiri (dış görünüşü) ve Hak, vûcûd-i -âlemin (evrenin vücudunun) bâtını  (ruhu) ve hüviyyetidir (hakikâtidir). Ve her ikisi dahi vâhidü'l-ayn (tek hakikât) olan mertebe-i ulûhiyyetin (uluhiyet mertebesinin) birer i'tibârıdır (değeridir). Şu halde müessir (etki eden) ve müesserün-fîh (etkiyi kabul eden) bir vücûddan  ibâret olmuş olur. Ve bu inkısâm (bölünme) Hak’la âlem (evren)  beynindeki (arasındaki) münâsebeti (ilişkiyi) ta'yîn eyler (belirler). İmdi Hak ism-i Bâtın'ı (batın ismi) ile müessir (etken) ve ism-Zâhir'i (zahir ismi) ile müesserün-fîhdir (tesiri kabul edendir, edilgendir).  İşte taayyün ve sûret-i Muhammedî (Muhammed’in sureti) mazhar-ı ism-i Zâhir (zahir isminin göründüğü yer) olup, bi-hasebi'z-zâhir (zahir olması bakımından) "atmak" fiili bu süretten zâhir oldukda (görüldüğünde) , bil ki, bu müessir (tesir eden, etken) olan Hakk'ın suret-i Muhammediyyeye (Muhammed’in suretine) tenezzülüdür (inişidir).  Ve Hak  وَلَـكِنَّ اللّهَ رَمَى وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ  (Enfâl. 8/17) âyet-i kerimesinde kendi nefsini, ibâdına (kullarına) bu tenezzül ile (inmekle) ihbâr buyurdu (haber verdi); yoksa bu hali biz zümre-i ibâddan (kullarından) hiçbir kimse söylemedi; bunu bize haber veren Hak'tır ve O'nun haberi elbette doğrudur. Kendi nefsini sûret-i Muhammediyyede (Muhammed’in suretinde) râmi (boyun eğen, itaat eden) kıldığını müş'ir olan (haber veren) kelâm-ı Hakk'ın (Hakk’ın sözlerinin) sırrını aklın ister ihâta etsin (kavrasın), ister etmesin, müsâvidir (eşittir). Ona behemehâl (herhalde, mutlaka) îmân vâcibdir (gereklidir). Eğer bu kavlin (sözlerin) ma'nâsını hakikâti ile idrâk edersen, sen âlimsin ve eğer idrâk etmez isen Müslim-i mü'minsin, (inanan Müslümanlardansın) ya'nî îmân-ı taklîdi (taklidi iman) sâhibisin. Ve eğer işittiğin kavlin (sözlerin) sırrını aklın ihâta etmezse (kavramazsa), ma'lûm olsun (bilesin) ki akıl, nazar-i fîkrîsi (fikri görüşü) cihetinden (yönünden) vehm ile karışıktır ve eşyâyı (varlıkları) hakîkati üzre idrâk husûsunda zayıftır ve aklın za'fına (zayıflığına) delâlet (işaret) eden şeyden birisi de budur ki:

Akıl, illet (sebep) üzerine hükmedip der ki; "İllet kendi ma'lûlü için ma'lül omaz": İşte aklın hükmü budur; onun bu hükmü açıktır, asla hafâ (gizlilik) yoktur. Halbuki: ilm-i tecellînin (tecelli eden ilmin) verdiği budur ki: “Muhakkak illet kendinin illeti olan ma'lülün illeti olur”. Çünki illet, (sebep) Zât-ı ahadiyyedir (ahad olan zattır).  Ma'lûl, (illetli, sebepli) ademde (yoklukta) sâbit (mevcut) olan, ya'ni bil-kuvve (potansiyel güç olarak) sâbit (mevcut) olan şeydir; zîrâ (çünkü) ademde (yoklukta)  sâbit (mevcut) olan şeyin (ilmi suretin) icâdını mûcib olan (yapan) Hakk'ın vücûdudur ve bu ademde (yoklukta)  sâbit (mevcut, belirlenmiş) olan şey, ancak vûcûd-ı Hak'la (Hakk’ın vücuduyla) mevcûd olur. Şu halde ademde (yoklukta (taayyün-i evvel mertebesinde)  sâbit (mevcut, belirlenmiş) olan şeyin icâdında (yaratılmasında) illet, (sebep) vücûd-ı Hak'tır (Hakk’ın vücududur) ve sâbit (mevcut, belirlenmiş) olan şey (ilmi suret) ise ma'lüldür (sebeplidir). Ve illetin (sebebin) kendi ma'lülü (sebeplisi) için ma'lül (sebepli) olmasına gelince, o da bu vechile (şekilde) olur:

Ma'dûm (yok durumunda (açığa çıkmamış) olan a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) ki illet (sebep) olan zât-ı ahadiyyenin (ahad olan Zat’ın) ma’lülüdur (illetidir) isti'dâd ve kâbiliyyetleri ile ilm-i İlâhide (Allah’ın ilminde) sübûtları halinde (çıktıkları zaman), illet (sebep) olan zât-ı ahadiyyeden (ahad olan Zat’tan) kendilerinin icâdını (yaratılmasını) taleb ederler (isterler) .  Zîrâ  (çünkü) ma'lûl (illeti kabul eden, sebepli) olan a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) talebleri (istekleri) olmasa idi,  onların illeti (sebebi) olan Zât-ı ahadiyye (ahad olan Zat) onları icâd etmezdi (yaratmazdı) ve Zât-i ahadiyye (ahad olan Zat) olmasa idi, onun ma'lülü (sebeplisi) olan a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) dahi mevcûd olmaz idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) Hakk-ı mûcid, (vücut veren, yaratan Hakk) mevcûdun (varlığın) icâdında (yaratılmasında) illet (sebep) olduğu gibi, Hakk'ın icâd etmesine (yaratmasına) illet (sebep) dahi, a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) kendi isti'dâdları ile Hak üzerine hükmedip (emir verip) icâdı (yaratılmayı) O'ndan taleb etmesidir (istemesidir). Zirâ (çünkü) Fass-ı Üzeyrî’de (Üzeyr bölümünde) izâh olunduğu (açıklandığı) üzere, her hâkim, hükmeylediği (emir verdiği) şeyle hükmeylediği (emir verdiği)  şeyde mahkûmün-aleyhdir (hakkında hüküm verilmiş olandır).  Şu halde illet (sebep), illet (sebep) olmakla berâber, kendi ma'lülünün (sebeplisinin) dahi ma'lülü (sebeplisi) olur. Ve kezâlik (böylece) ma’lûl (sebepli) dahi, ma'lûl (sebepli) olmakla berâber, kendi illetinin (sebebinin) illeti (sebebi) olur. Ta'bîr-i diğerle (başka bir ifade ile) Zât-ı ahadiyye (ahad olan Zat) hem illet (sebep) ve hem de ma'lûl (sebepli) olduğu gibi, a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) dahi hem ma'lûl (sebepli) ve hem de illet (sebeb)  olur. İşte ilm-i tecellînin (tecelli eden ilmin) i'tâ ettiği (verdiği) "Tahkikan (gerçekten) illet (sebep), kendinin illeti (sebebi) olan ma'lûlün (sebeplinin) illeti (sebebi) olur" kavlinin (sözünün) izâhı (açıklaması) budur.

Misâl: Mâhir (usta) bir ressam tarafından tersim olunan (çizilen) bir levhanın illeti, (sebebi) o ressamın vücûdudur; zîrâ (çünkü) ressamın vücûdu olmasa, o levha vücûd bulmazdı (varlığa gelmezdi).  Şu halde ressamın vücûdu illet (sebep) ve levhanın vücûdu dahi o illetin (sebebin) ma'lülüdur (sebeplisidir). Fakat mevcûd olan ressamın nisebinden (sıfatlarından) bir nisbet (sıfat) olan ressâmiyyet (ressamlık) sıfâtı olmayıp da bu sıfat ondan bir levha tersîm edip (çizip) ızhâr etmesini (meydana çıkarmasını) lisân-ı isti'dâd (istidadının dili) ile taleb etmese (istemese),  o şahs-ı mevcûddan (o kişiden) bu levha zuhûra (meydana) gelmez idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) levhanın icâdına (yapılmasına, yaratılmasına) sebep olan şey, kendi mûcidinden (yaratıcısından) vücûdunun ızhârını (meydana çıkarmasını) taleb etmesidir (istemesidir). Bu sûrette levha ma'lûl (sebepli) iken, emr-i ızhârın (meydana getirme hususunun) illeti (sebebi) olur. Ve bu vechile (yönüyle) illet (sebep) olan ressâmın vücûdu, emr-i ızhârda (açığa çıkarma hususunda) kendinin illeti (sebebi) olan levha-i ma'lûlün (sebeplisi olan levhanın) illeti (sebebi) olmuş olur.

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 06.03.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com