| 
						 
						
						
						BU FASS-I  ŞERÎF  KELİME-İ  İLYÂSİYYE'DE  MÜNDEMİC     
						OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR 
						
						
						
						İmdi bu müessire nazar et, hattâ Hakk'ı sûret-i 
						Muhammediyyeye inzâl eyledi. Ve Hak kendi nefsini 
						ibâdına bununla ihbâr eyledi. Binâenaleyh, bizden hiçbir 
						kimse ondan bunu demedi; belki O kendi söyledi. Halbuki 
						O'nun haberi doğrudur. Dediği şeyin ilmini ister idrâk 
						et, ister etme, müsâvîdir; ona imân vâcibdir. Şu halde, 
						sen ya âlimsin veyâhut müslim-i mü'minsin. Tahkîkan 
						"İllet kendinin illeti olan ma'lûlün illeti olmaz" diye 
						aklın illet üzerine hükmeder oluşu, nazar-ı aklînin 
						fikri haysiyyetinden sana onun za'fına delâlet eden 
						şeydendir: Halbuki ilm-i tecellîde  ancak bu vardır ve o 
						da “Tahkîkan illet, kendinin illeti olan ma'lûlün illeti 
						olur”dur (16) 
						
						
						Ya'nî râmi olan (itaat eden, 
						boyun eğen) müessire 
						(işi yapana, hükmünü yürütene)
						nazar et (bak)
						ki, fîilini mezâhirde 
						(görüntü yerinde (birimde) ızhâr 
						(açığa çıkarmak) için Hakk'ı nasıl sûret-i 
						Mubammediyyeye (Muhammed’in 
						suretine) inzâl etti 
						(indirdi).
						Zîrâ (çünkü)
						bâlâda (yukarıda)
						izâh olunduğu 
						(açıklandığı) üzere, emr-i vücûd 
						(vücut hususu) 
						müessir (etken) ve 
						müesserün-fîhe (edilgene)
						münkasim 
						(ayrılmış) idi. Çünkü vücûd-i âlem 
						(evrenin vücudu) 
						Hakk'ın zâhiri (dış görünüşü)
						ve Hak, vûcûd-i -âlemin 
						(evrenin vücudunun) 
						bâtını  (ruhu) ve 
						hüviyyetidir (hakikâtidir).
						Ve her ikisi dahi vâhidü'l-ayn 
						(tek hakikât) olan 
						mertebe-i ulûhiyyetin 
						(uluhiyet mertebesinin) birer i'tibârıdır 
						(değeridir). Şu halde 
						müessir (etki eden) 
						ve müesserün-fîh (etkiyi 
						kabul eden) bir vücûddan  ibâret olmuş olur. 
						Ve bu inkısâm (bölünme)
						Hak’la âlem 
						(evren)  beynindeki 
						(arasındaki) 
						münâsebeti (ilişkiyi) ta'yîn eyler (belirler). 
						İmdi Hak ism-i Bâtın'ı (batın 
						ismi) ile müessir 
						(etken) ve ism-Zâhir'i 
						(zahir ismi) ile 
						müesserün-fîhdir (tesiri 
						kabul edendir, edilgendir). 
						 İşte taayyün ve 
						sûret-i Muhammedî 
						(Muhammed’in sureti) mazhar-ı ism-i Zâhir 
						(zahir isminin göründüğü yer)
						olup, bi-hasebi'z-zâhir 
						(zahir olması bakımından) "atmak" fiili bu süretten zâhir 
						oldukda (görüldüğünde) 
						, bil ki, bu 
						müessir (tesir eden, etken)
						olan Hakk'ın suret-i Muhammediyyeye 
						(Muhammed’in suretine) 
						tenezzülüdür (inişidir).
						 Ve Hak  
						
						
						وَلَـكِنَّ اللّهَ رَمَى
						
						
						وَمَا رَمَيْتَ إِذْ رَمَيْتَ  
						(Enfâl. 8/17) âyet-i kerimesinde kendi nefsini, ibâdına
						(kullarına) bu 
						tenezzül ile (inmekle) 
						ihbâr buyurdu (haber 
						verdi); 
						yoksa bu hali biz zümre-i ibâddan 
						(kullarından) hiçbir 
						kimse söylemedi; bunu bize haber veren Hak'tır ve O'nun 
						haberi elbette doğrudur. Kendi nefsini sûret-i 
						Muhammediyyede (Muhammed’in 
						suretinde) râmi 
						(boyun eğen, itaat eden) kıldığını müş'ir 
						olan (haber veren) 
						kelâm-ı Hakk'ın (Hakk’ın 
						sözlerinin) sırrını aklın ister ihâta etsin
						(kavrasın),
						ister etmesin, müsâvidir 
						(eşittir).
						Ona behemehâl 
						(herhalde, mutlaka) îmân vâcibdir 
						(gereklidir).
						Eğer bu kavlin 
						(sözlerin) ma'nâsını hakikâti ile idrâk 
						edersen, sen âlimsin ve eğer idrâk etmez isen Müslim-i 
						mü'minsin, (inanan 
						Müslümanlardansın) ya'nî îmân-ı taklîdi 
						(taklidi iman) 
						sâhibisin. Ve eğer işittiğin kavlin 
						(sözlerin) sırrını 
						aklın ihâta etmezse 
						(kavramazsa),
						ma'lûm olsun 
						(bilesin) ki akıl, nazar-i fîkrîsi 
						(fikri görüşü) 
						cihetinden (yönünden) 
						vehm ile karışıktır ve eşyâyı 
						(varlıkları) hakîkati 
						üzre idrâk husûsunda zayıftır ve aklın za'fına 
						(zayıflığına) delâlet
						(işaret) eden 
						şeyden birisi de budur ki: 
						
						
						Akıl, illet (sebep) 
						üzerine hükmedip der ki; "İllet kendi ma'lûlü için 
						ma'lül omaz": İşte aklın hükmü budur; onun bu hükmü 
						açıktır, asla hafâ (gizlilik)
						yoktur. Halbuki: ilm-i tecellînin 
						(tecelli eden ilmin)
						verdiği budur ki: “Muhakkak illet kendinin 
						illeti olan ma'lülün illeti olur”. Çünki illet, 
						(sebep) Zât-ı 
						ahadiyyedir (ahad olan 
						zattır).  Ma'lûl,
						(illetli, sebepli) 
						ademde (yoklukta) 
						sâbit (mevcut) 
						olan, ya'ni bil-kuvve 
						(potansiyel güç olarak) sâbit 
						(mevcut) olan şeydir;
						zîrâ (çünkü)
						ademde (yoklukta) 
						sâbit (mevcut)
						olan şeyin (ilmi 
						suretin) icâdını
						mûcib olan (yapan)
						Hakk'ın vücûdudur ve bu ademde 
						(yoklukta)  sâbit 
						(mevcut, belirlenmiş) 
						olan şey, ancak vûcûd-ı Hak'la 
						(Hakk’ın vücuduyla) 
						mevcûd olur. Şu halde ademde 
						(yoklukta (taayyün-i evvel mertebesinde) 
						 sâbit 
						(mevcut, belirlenmiş) 
						olan şeyin icâdında 
						(yaratılmasında) illet, 
						(sebep) vücûd-ı Hak'tır (Hakk’ın 
						vücududur) ve sâbit 
						(mevcut, belirlenmiş) 
						olan şey (ilmi suret)
						ise ma'lüldür 
						(sebeplidir).
						Ve illetin 
						(sebebin) kendi ma'lülü 
						(sebeplisi) için 
						ma'lül (sebepli) 
						olmasına gelince, o da bu vechile 
						(şekilde) olur: 
						
						
						Ma'dûm (yok durumunda (açığa 
						çıkmamış) olan a'yân-ı sâbite 
						(ilmi suretler) ki 
						illet (sebep) olan 
						zât-ı ahadiyyenin (ahad olan Zat’ın) ma’lülüdur 
						(illetidir) isti'dâd ve kâbiliyyetleri ile 
						ilm-i İlâhide (Allah’ın 
						ilminde) sübûtları halinde 
						(çıktıkları zaman),
						illet (sebep)
						olan zât-ı ahadiyyeden 
						(ahad olan Zat’tan) kendilerinin icâdını 
						(yaratılmasını) taleb 
						ederler (isterler) 
						.  Zîrâ  
						(çünkü) ma'lûl 
						(illeti kabul eden, sebepli)
						olan a'yân-ı sâbitenin 
						(ilmi suretlerin) 
						talebleri (istekleri) 
						olmasa idi,  onların illeti 
						(sebebi) olan Zât-ı 
						ahadiyye (ahad olan Zat)
						onları icâd etmezdi 
						(yaratmazdı) ve Zât-i 
						ahadiyye (ahad olan Zat)
						olmasa idi, onun ma'lülü 
						(sebeplisi) olan 
						a'yân-ı sâbite (ilmi 
						suretler) dahi mevcûd olmaz idi. Binâenaleyh
						(bundan dolayı) 
						Hakk-ı mûcid, (vücut veren, 
						yaratan Hakk) mevcûdun 
						(varlığın) icâdında
						(yaratılmasında) 
						illet (sebep) 
						olduğu gibi, Hakk'ın icâd etmesine 
						(yaratmasına) illet
						(sebep) dahi, 
						a'yân-ı sâbitenin (ilmi 
						suretlerin) kendi isti'dâdları ile Hak 
						üzerine hükmedip (emir verip)
						icâdı 
						(yaratılmayı) O'ndan taleb etmesidir 
						(istemesidir).
						Zirâ (çünkü)
						Fass-ı Üzeyrî’de 
						(Üzeyr bölümünde) 
						izâh olunduğu (açıklandığı)
						üzere, her hâkim, hükmeylediği 
						(emir verdiği) şeyle 
						hükmeylediği (emir verdiği) 
						şeyde mahkûmün-aleyhdir 
						(hakkında hüküm verilmiş 
						olandır).  Şu 
						halde illet (sebep),
						illet (sebep)
						olmakla berâber, kendi ma'lülünün 
						(sebeplisinin) dahi 
						ma'lülü (sebeplisi) 
						olur. Ve kezâlik 
						(böylece) ma’lûl 
						(sebepli) dahi, ma'lûl 
						(sebepli) olmakla 
						berâber, kendi illetinin 
						(sebebinin) illeti 
						(sebebi) olur. 
						Ta'bîr-i diğerle (başka bir 
						ifade ile) Zât-ı ahadiyye 
						(ahad olan Zat) hem 
						illet (sebep)
						ve hem de ma'lûl 
						(sebepli) 
						olduğu gibi, a'yân-ı sâbite 
						(ilmi suretler) dahi hem ma'lûl 
						(sebepli)
						ve hem de illet 
						(sebeb) 
						 olur. İşte ilm-i tecellînin 
						(tecelli eden ilmin)
						i'tâ ettiği 
						(verdiği) "Tahkikan 
						(gerçekten) illet 
						(sebep),
						kendinin illeti 
						(sebebi) olan ma'lûlün 
						(sebeplinin) illeti
						(sebebi) olur" kavlinin (sözünün)
						izâhı (açıklaması)
						budur. 
						
						
						Misâl: Mâhir (usta) 
						bir ressam tarafından tersim olunan 
						(çizilen) bir 
						levhanın illeti, (sebebi)
						o ressamın vücûdudur; zîrâ 
						(çünkü) ressamın 
						vücûdu olmasa, o levha vücûd bulmazdı 
						(varlığa gelmezdi).
						 Şu halde ressamın 
						vücûdu illet (sebep) 
						ve levhanın vücûdu dahi o illetin 
						(sebebin) ma'lülüdur
						(sebeplisidir).
						Fakat mevcûd olan ressamın nisebinden 
						(sıfatlarından) bir 
						nisbet (sıfat) 
						olan ressâmiyyet (ressamlık)
						sıfâtı olmayıp da bu sıfat ondan bir levha 
						tersîm edip (çizip) 
						ızhâr etmesini (meydana 
						çıkarmasını) lisân-ı isti'dâd 
						(istidadının dili) 
						ile taleb etmese (istemese),
						 o şahs-ı mevcûddan 
						(o kişiden) bu levha 
						zuhûra (meydana) 
						gelmez idi. Binâenaleyh 
						(bundan dolayı) levhanın icâdına 
						(yapılmasına, yaratılmasına)
						sebep olan şey, kendi mûcidinden 
						(yaratıcısından) 
						vücûdunun ızhârını (meydana 
						çıkarmasını) taleb etmesidir 
						(istemesidir).
						Bu sûrette levha ma'lûl 
						(sebepli)
						iken, emr-i ızhârın 
						(meydana getirme hususunun)
						illeti (sebebi)
						olur. Ve bu vechile 
						(yönüyle) illet 
						(sebep) olan ressâmın 
						vücûdu, emr-i ızhârda (açığa 
						çıkarma hususunda) kendinin illeti 
						(sebebi) olan levha-i 
						ma'lûlün (sebeplisi olan 
						levhanın) illeti 
						(sebebi) olmuş olur. 
						
						
						Devam edecek  |