Füsûs-ül Hikem

260 Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS-I  ŞERÎF  KELİME-İ  İLYÂSİYYE'DE  MÜNDEMİC     OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR

Ve aklın onunla hükmettiği şey, fikirde tecrîd ile sahihtir ve delîl-i nazârînin ona i'tâ ettiği şeyin hilâfı üzre emri gördüğü vakit, onun bunda gâyesi'"Tahkîkan aynının bu kesîrde vâhid olduğu sâbit olduktan sonra, o bu sûretlerden bir sûrette bir ma'lûl için illet olduğu  haysiyyetten, kendi ma'lûlüne illet olması halinde ma'lül olmaz; belki hüküm, suverde onun intikâli ile müntakil olur; binâenaleyh kendi ma'lûlü için ma'lûl olur ve ma'lûlü dahi onun için illet olur"' demesidir. Emri alâ-mâ hüve aleyh takdîr edip kendisi nazar-ı fikrîsi ile vâkıf olmadığı vakit, onun gâyesi budur. Ve emr, illiyyet hakkında bu mesâbede olduğu vakit, bu madıykın gayrîsinde, nazar-ı aklînin ittisâ’ına senin zannın nedir? (17).

Ya'ni' akıl nazar-ı fikrisinde (fikri görüşünde), illet (sebep)  ile ma'lûl (sebepli) arasındaki nisbetten (bağlılıktan, ilişkiden) tecerrüd (soyunmak) ile hükmederse, bu hüküm ettiği şey sahihtir (doğrudur). Eğer nazar-ı fikrî (fikri görüşü) ma'nâ-yı tezayüften (manayı birliktelikten), ya'nî illet (sebep) ile ma'lûl (sebepli) arasındaki nisbetten (ilişkiden), tecrîd (soyunmuş, soyutlanmış) olunmazsa aklın hükmü "İllet, kendi ma'lûlü için ma'lûl olmaz" düstûrundan (kaidesinden, kuralından) ibâret olur. Zîrâ (çünkü) akıl, nazar-ı fikride (fikri bakış açısıyla) der ki: Şey'-i evvelin (önceki şeyin) vücûdu şey'-i sânînin  (ikinci şeyin) vücûduna mütevakkıf (bağlı) değildir;  binâenaleyh (bundan dolayı) şey'-i sânî, (ikinci şey) nasıl şey'-i evvelin (ilk şeyin) vücûduna illet (sebep) olur ve şey'-i evvel (ilk şey) dahi şey'-i sânînin (ikinci şeyin) nasıl ma'lülü (sebeplisi) olabilir? Aksi kabul edilse devir lâzım gelir ve meselâ “Tavuk yumurtadan ve yumurta tavuktan hâsıl olur" devrine benzer. İşte nazar-ı fikriye (fikri bakışa) müstenid (dayalı) olan kavaid-i mantıkıyyece (mantıkla yapılan kaidelerde) aklın hükmü budur. Zîrâ (çünkü) nazar-ı fikrî (fikri görüş) mücerred (soyut, katıksız) olmadığı takdirde akıl, vücûd-i illet (illetin vücudu) ile vûcüd-i ma'lûlü (malul’ün vücudunu) müstakillen (başlı başına, bağımsız) isbât eder. Şu halde bittabi' (doğal olarak) birinin vücûdu evvel ve diğerinin vücûdu ondan sonra olmak iktizâ eder (gerekir) .  Ve bu surette (şekilde) de ikincinin vücûdu birincinin vücûduna mütevakkıf (bağlı) olur. Fakat nazar-ı fikrîden mücerred (fikri bakış açısından suyutlanmış) olarak akıl ile hükmeden kimse, illetin (sebebin) zâtı ile ma'lülün (illetlinin, sebeplinin) zâtını iki muhtelif (zıt) mertebede zâhir olmuş (açığa çıkmış) olan şey'-i vâhidden (tek hakikatten) ibâret bulur ve illet ile ma'lûliyyeti (illetliği, sebepliliği)  o şey'-i vâhidin (tek hakikatin) nisbetlerinden (sıfatlarından)  ibaret bilir. Ve aklını nazar-ı fikriden (fikri görüş açısından) tecrîd eden (soyutlayan) âkıl, emri (hususu), delîl-i nazarînin (görünen delilin) verdiği netîce hilâfında (zıttında) olarak tecellî ile gördükde, onun bu hükümde gâyesi şu söz olur ki: "Haydi, zât-ı mûcide (yaratıcı zata) olan "ayn"ın (hakikatin) bu suver-i kesîrede (çokluk suretlerinde) vâhid  (tek) olduğunu isbât ve teslim edelim. O ayn-ı  vâhide (tek hakikat) mâdemki bu sûretlerden bir sûrette herhangi bir ma'lûl (illetli, sebepli) için illet (sebep) oluyor. Böyle kendi ma'lûlüne (sebeplisine,illeti kabul edene) illet (sebep) olup dururken, artık o ma'lûl  (sebepli, illeti kabul eden) olmaz; belki o ayn-ı vâhide (tek hakikat) bir sûrette bir ma'lûl için illet olup, onun üzerine illiyyetle (illet olmakla) ve onun ma'lûlüne dahi ma'lüliyyetle (ma’lûl olmakla) hükmolunup dururken, ma'lûlünün sûretine intikâl etmekle (geçmekle) kendindeki illiyyet (illetlik) hükmü kalkıp yerine ma'lûliyyet (ma’lûlluk) hükmü kâim (mevcut) olur. Ve onun ma'lûlündeki (illeti kabul edendeki) ma'lûliyyet (illeti kabul etmeklik) hükmü dahi hükm-i illiyyete (illet hükmüne) intikâl eyler (geçer). İşte illet (sebep, Hakk) ancak bu sûrette kendi ma'lûlü (illeti kabul edeni, ilmi suret) için ma'lûl (illetli, sebepli) ve onun ma'lûlü (illetlisi, sebeplisi) dahi kezâ (aynı şekilde) bu halde kendinin illeti (sebebi) olur. "İşte o âkıl, emri (hususu) hakîkati üzre takdîr edip (değerlendirip) nazar-ı fikrîsiyle (fikri görüşüyle) vâkıf (bilir) ve ona tâbi' olmasa (uymasa), bu zikrolunan (anlatılan) hüküm, onun vâsıl olduğu (ulaştığı) müntehâ (son uç) olur. Eğer takdîr (düşünme, değerlendirme) mertebesinden geçip, tecelli-i İlâhiye (İlahi tecelliye) nâiliyyetle (nail olmakla, erişmekle) şuhûd (görme) mertebesine vâsıl (ulaşmış) olaydı, bu hüküm onun nihâyeti (sonu) olmazdı. Nazar-ı fikriden (fikri görüşten) mücerred (soyunmuş) olan akl-i sahîhin (gerçek aklın) hükmü illiyyet (illetlik) hakkında bu mesâbede (derecede) olunca,  bu dar olan mahallin (yerin) gayri  (başka) yerde nazar-ı aklînin (fikri görüşün) genişliğine senin zannın ne derece vardır? Var kıyâs eyle (karşılaştır)!

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 13.03.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com