Füsûs-ül Hikem

261 Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS-I  ŞERÎF  KELİME-İ  İLYÂSİYYE'DE  MÜNDEMİC     OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR

İmdi rusül (sallavâtullâhi aleyhîm)den daha âkıl yoktur ve muhakkak onlar cenâb-ı ilâhiden haberde getirdik­lerini getirdiler. Böyle olunca aklın isbât ettiği şeyi      isbât ettiler ve aklın, idrâkine müstakil olmadığı ve re'sen muhâl görüp tecellîde ikrâr ettiği şeyi ziyâde ettiler. Binaenaleyh akıl, tecellîden sonra kendi nefsiyle hâlî kaldıkda, gördüğü şeyde hâir olur. İmdi eğer abd-i Rab olursa aklı O'na reddeder ve eğer abd-i nazar olursa, Hakk'ı onun hükmüne reddeder ( 18)

Ya’nî Resûlan (Resüller, Peygamberler) (aleyhimü’s-selâm) meb'ûs (gönderilmiş) oldukları ümmetin her bir ferdinden daha akıllıdır. Halbuki onların cenâb-ı ilâhîden (Allah katından) getirdikleri ahbârda (haberlerde) üç şey vardır: Birisi aklın isbât ve kabûl edebildiği, diğeri de aklın idrâkinde müstakıl (bağımsız) olmadığı şeydir. Ve aklın idrâkinde müstakıl (bağımsız) olmadığı şeyler teşbîhi mutazammın olan (içine alan) âyât-ı Kur'âniyye (Kur’an ayetleri) ve ahâdîs-i şerîfedir ki, bunlar da:   بِهِمْ يَسْتَهْزِئُ بِهِمْ    (Bakara, 2/15)  ve  اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُم  (Tevbe, 9/111)    ve   أَيْدِيهِمْ  يَدُ اللَّهِ فَوْقَ  (Feth, 48/10) gibi âyât-ı Kur'âniyye (Kur’an ayetleri) ve   لو   د ليتم   بحبل   لهبط   على  الله  emsâli (benzeri) ahâdis-i şerîfedir (hadisi şeriflerdir). Gerçi teşbîhi mutazammın olan (içine alan) sıfâtı işittiği vakit akl-ı sahîh (kusursuz, gerçek akıl) onları muhâl (olanaksız) görmez; fakat idrâkinde müstakıl  (bağımsız) değildir. Üçüncüsü dahi delil-i nazarîsine (fikri görüş açısına) muhâlif (zıt, ters) olduğu için aklın muhâl (olanaksız) gördüğü şeydir ki, akıl ancak tecellîde ona ikrâr (tasdik ve kabul) eder. Ya'nî âlem-i histen (dünyadan) gâib (yok, kayıp) olup o şeyin hakîkati tecellî-i İlâhî (İlahi tecelliler, ilhamlar) ile ona münkeşif (açılmış) olur ve bu vakitte gördüğü şeye ikrâr (tasdik ve kabul) eder. Zîrâ (çünkü) akıl o  mevtının (yerin, yurdun) hükmü tahtına (altına) girer. Meselâ bir kimse rü'yâsında deniz üstünde yürür ve havada uçar. Halbuki âlem-i histe (dünyada) bunların vuku’u (olması) akla muhâliftir (uygun değildir, terstir). Fakat, âlem-i histen (dünyadan) gaybûbet edip (kaybolup) uyuyan kimse kendi nefsinde bu hallerin vukû’unu (oluştuğunu) görmekle mevtın-ı rü'yâ (rüya aleminde) ve hayâlde aklı bu tecelliye ikrâr (kabul) eder; zîrâ (çünkü) vâkı'dir (olmuştur, gerçektir), aslâ inkâra mecâl (imkan) yoktur. Ve vaktâki (ne vakit ki) bu tecellînin hükmü zâil olup (sona erip) akıl mertebe-i hisse (dünyaya) rücû' eder (geri döner) ve kendi nefsiyle yalnız kalır, bu tecellîde gördüğü şeyde hayrete düşer. Sebeb-i hayreti (hayretinin sebebi) bir mevtının (bulunduğu yerin) hükmü diğer mevtını (yeri) setretmesinden (örtmesinden) ibârettir. İmdi kendisine tecelli vâkı' olan (gerçekleşen) abd (kul) , abd-i Rab (Rabbin kulu) ise, ya'nî o abdin (kulun) vücûdunda hâkim olan Rab ise, Rabb'ine tevdî' eder (bırakır, emanet eder) ve bu sûrette (şekilde) de akıl Rabb'in tecellîsine tâbi’ olur (uyar). Ve eğer nazar-ı fikrîsinin (fikri bakış açısının) ve aklının bendesi (kölesi) ise, onun vücûdunda nazar (görüşü) ve aklı hâkim olacağından, Hakk'ı nazar-ı fikrîsinin (fikri bakışının) hükmüne reddeder (geri çevirir).  Meselâ   عَلَى أَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَا أَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ الْيَوْمَ نَخْتِمُ (Yâsin, 36/65) ya'nî "Biz o günde ağızlarını mühürleriz; iktisâb eyledikleri (kazandıkları, edindikleri) şeyi bize elleri söyler ve ayakları şehâdet eder" âyet-i kerîmesini, nazar-ı fikrî (fikri görüş) sâhibi olan feylesoflar (filozoflar) işittikleri vakit, eğer âhireti münkir olmayanlardan (inkar edenlerden) iseler: "Et nasıl söz söyler, ayak nasıl şehâdet (şahitlik) eder? Belki el ve ayak üzerinde alâmet (izler, nişanlar) peydâ olup söz makâmına kâim olur. Nitekim, bu âlemde bir kimsenin ağzı ve bıyıkları yağlı olsa ve taâm eseri (yemek bulaşığı) bulunsa, o kimse tekellüm etmeksizin (söylemediği halde),  onun ağzı yemek yediğine şehâdet (şahitlik) eder” derler. Ve bu ihbârı (anlatılanı) te'vil ederler (çevirirler, yorumlarlar).  Zîrâ (çünkü) elin ve ayağın tekellümü (konuşması) tavr-ı akıldan hâriç (aklın davranışının  dışında) bir şeydir. Onlar ise aklın bendesidirler (kölesidirler).Binâenaleyh (bundan dolayı) bu ihbârı (anlatılanı) akıllarının hükmüne tâbi' kılarlar (uydururlar). Eğer Rabb'in bendesi (kölesi) olsa idiler, bu ihbârı (anlatılanı) bilâ-te'vil (çevirmeksizin, yorumsuz) kabul ederlerdi. Zîrâ (çünkü) bu mevtın-ı şehâdet (dünya yurdu) onları, mevtın-ı âhiretin (ahiret yurdunun) hükmünden mahcûb kılmıştır. (perdelemiştir) Çünkü mevtın-ı şehâdette (dünyada) el ve ayak söz söylemez.

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 21.03.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com