BU FASS-I ŞERÎF KELİME-İ İLYÂSİYYE'DE MÜNDEMİC
OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR
İmdi rusül (sallavâtullâhi aleyhîm)den daha âkıl
yoktur ve muhakkak onlar cenâb-ı ilâhiden haberde
getirdiklerini getirdiler. Böyle olunca aklın isbât
ettiği şeyi isbât ettiler ve aklın, idrâkine
müstakil olmadığı ve re'sen muhâl görüp tecellîde ikrâr
ettiği şeyi ziyâde ettiler. Binaenaleyh akıl, tecellîden
sonra kendi nefsiyle hâlî kaldıkda, gördüğü şeyde hâir
olur. İmdi eğer abd-i Rab olursa aklı O'na reddeder ve
eğer abd-i nazar olursa, Hakk'ı onun hükmüne reddeder (
18)
Ya’nî Resûlan (Resüller,
Peygamberler) (aleyhimü’s-selâm) meb'ûs
(gönderilmiş)
oldukları ümmetin her bir ferdinden daha akıllıdır.
Halbuki onların cenâb-ı ilâhîden
(Allah katından)
getirdikleri ahbârda
(haberlerde) üç şey vardır: Birisi aklın
isbât ve kabûl edebildiği, diğeri de aklın idrâkinde
müstakıl (bağımsız)
olmadığı şeydir. Ve aklın idrâkinde müstakıl
(bağımsız)
olmadığı şeyler teşbîhi mutazammın olan
(içine alan) âyât-ı Kur'âniyye
(Kur’an ayetleri) ve
ahâdîs-i şerîfedir ki, bunlar da:
بِهِمْ
يَسْتَهْزِئُ
بِهِمْ
(Bakara, 2/15) ve
اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ
وَأَمْوَالَهُم
(Tevbe, 9/111)
ve
أَيْدِيهِمْ
يَدُ اللَّهِ فَوْقَ
(Feth, 48/10) gibi âyât-ı Kur'âniyye
(Kur’an ayetleri) ve
لو د ليتم بحبل لهبط على الله
emsâli
(benzeri) ahâdis-i
şerîfedir (hadisi
şeriflerdir). Gerçi teşbîhi mutazammın olan
(içine alan)
sıfâtı işittiği vakit akl-ı sahîh
(kusursuz, gerçek akıl)
onları muhâl (olanaksız)
görmez; fakat idrâkinde müstakıl
(bağımsız) değildir.
Üçüncüsü dahi delil-i nazarîsine
(fikri görüş açısına)
muhâlif (zıt, ters)
olduğu için aklın muhâl
(olanaksız) gördüğü
şeydir ki, akıl ancak tecellîde ona ikrâr
(tasdik ve kabul)
eder. Ya'nî âlem-i histen
(dünyadan) gâib
(yok, kayıp) olup o şeyin hakîkati tecellî-i
İlâhî (İlahi tecelliler,
ilhamlar) ile ona münkeşif
(açılmış)
olur ve bu vakitte gördüğü şeye ikrâr
(tasdik ve kabul)
eder. Zîrâ (çünkü)
akıl o mevtının (yerin,
yurdun) hükmü tahtına
(altına) girer.
Meselâ bir kimse rü'yâsında deniz üstünde yürür ve
havada uçar. Halbuki âlem-i histe
(dünyada) bunların
vuku’u (olması)
akla muhâliftir (uygun
değildir, terstir).
Fakat, âlem-i histen
(dünyadan) gaybûbet
edip (kaybolup)
uyuyan kimse kendi nefsinde bu hallerin vukû’unu
(oluştuğunu) görmekle
mevtın-ı rü'yâ (rüya
aleminde) ve hayâlde aklı bu tecelliye ikrâr
(kabul) eder; zîrâ
(çünkü) vâkı'dir
(olmuştur, gerçektir),
aslâ inkâra mecâl
(imkan) yoktur. Ve vaktâki
(ne vakit ki) bu
tecellînin hükmü zâil olup
(sona erip) akıl mertebe-i hisse
(dünyaya) rücû' eder
(geri döner) ve
kendi nefsiyle yalnız kalır, bu tecellîde gördüğü şeyde
hayrete düşer. Sebeb-i hayreti
(hayretinin sebebi)
bir mevtının (bulunduğu
yerin) hükmü diğer mevtını
(yeri) setretmesinden
(örtmesinden)
ibârettir. İmdi kendisine tecelli vâkı' olan
(gerçekleşen) abd
(kul) ,
abd-i Rab (Rabbin
kulu) ise, ya'nî o abdin
(kulun) vücûdunda
hâkim olan Rab ise, Rabb'ine tevdî' eder
(bırakır, emanet eder)
ve bu sûrette (şekilde)
de akıl Rabb'in tecellîsine tâbi’ olur
(uyar).
Ve eğer nazar-ı fikrîsinin
(fikri bakış açısının)
ve aklının bendesi
(kölesi) ise, onun vücûdunda nazar
(görüşü) ve aklı
hâkim olacağından, Hakk'ı nazar-ı fikrîsinin
(fikri bakışının)
hükmüne reddeder (geri
çevirir). Meselâ
عَلَى
أَفْوَاهِهِمْ وَتُكَلِّمُنَا أَيْدِيهِمْ وَتَشْهَدُ
الْيَوْمَ نَخْتِمُ
(Yâsin, 36/65) ya'nî "Biz o günde ağızlarını mühürleriz;
iktisâb eyledikleri
(kazandıkları, edindikleri) şeyi bize elleri
söyler ve ayakları şehâdet eder" âyet-i kerîmesini,
nazar-ı fikrî (fikri görüş)
sâhibi olan feylesoflar
(filozoflar)
işittikleri vakit, eğer âhireti münkir olmayanlardan
(inkar edenlerden)
iseler: "Et nasıl söz söyler, ayak nasıl şehâdet
(şahitlik) eder?
Belki el ve ayak üzerinde alâmet
(izler, nişanlar)
peydâ olup söz makâmına kâim olur. Nitekim, bu âlemde
bir kimsenin ağzı ve bıyıkları yağlı olsa ve taâm eseri
(yemek bulaşığı)
bulunsa, o kimse tekellüm etmeksizin
(söylemediği halde),
onun ağzı yemek
yediğine şehâdet (şahitlik)
eder” derler. Ve bu ihbârı
(anlatılanı) te'vil
ederler (çevirirler,
yorumlarlar). Zîrâ
(çünkü) elin ve
ayağın tekellümü (konuşması)
tavr-ı akıldan hâriç
(aklın davranışının dışında)
bir şeydir. Onlar ise aklın bendesidirler
(kölesidirler).Binâenaleyh
(bundan dolayı) bu
ihbârı (anlatılanı)
akıllarının hükmüne tâbi' kılarlar
(uydururlar).
Eğer Rabb'in bendesi
(kölesi) olsa idiler,
bu ihbârı (anlatılanı)
bilâ-te'vil
(çevirmeksizin, yorumsuz) kabul ederlerdi.
Zîrâ (çünkü) bu
mevtın-ı şehâdet (dünya
yurdu) onları, mevtın-ı âhiretin
(ahiret yurdunun)
hükmünden mahcûb kılmıştır.
(perdelemiştir) Çünkü mevtın-ı şehâdette
(dünyada) el ve ayak
söz söylemez.
Devam edecek |