BU FASS-I ŞERÎF KELİME-İ İLYÂSİYYE'DE MÜNDEMİC
OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR
Ve bu, ancak dünyâda neş'et-i uhreviyyeden mahcûben bu
neş'et-i dünyeviyyede oldukça vâkı' olur. Zirâ ârifler,
onların üzerinde dünyâ ahkâmından cârî olan şeyden
dolayı, onlar dünyâda gûyâ süret-i dünyeviyyede zâhir
olurlar. Halbuki Allah Teâlâ onları, kendi bâtınlarında
neş'et-i uhreviyyeye tahvîl etti. Bu lâbüddür.
Binâenaleyh, onlar sûret ile mechûldürler; ancak Allah
Teâlâ'nın, örtüleri basîretinden keşfettiği kimse için
mechûl değildirler. Şu halde onlar idrâk etti. İmdi
tecelli-i ilâhî haysiyyetinden, ârif billâhdan bir ârif
yoktur, illâ ki o; neş'et-i âhiret üzre olduğu halde
dünyâsında mahşûr ve kabrinden menşûr oldu. Böyle olunca
o, bunda ba'zı ibâdına Allah'dan bir inâyet olarak,
gürülmeyen şeyi gördü ve müşâhede olunmayan şeyi
müşâhede etti (19)
Ya'ni bu tahayyür (şaşırma,
hayrette kalma) veyâ Hakk'ı aklın hükmüne
reddetmek (geri çevirmek
(döndürmek),
bu mevtın-ı dünyâda
(dünya yurdunda)
olduğu müddetçe vâkı' olur
(gerçekleşir).
Zîrâ (çünkü)
bu mevtının
(yerin) hükmüyle neş'et-i uhreviyyeden
(ahiretle ilgili var oluşlardan)
hicâb (perde)
altında girmiştir. Dünyâ, müşâhedât-ı
uhreviyyeye (ahiretle ilgili
şeyleri görmeye) perde olur. Eğer dünyâda
olduğu halde, ondan hicâb
(perde) kalkıp neş'et-i âhirette
(ahiret varlığında, ahirette
var) olan
şeye ıttılâ'-ı şuhûdi ile
(görerek, haberli olmak
suretiyle bilip) muttali'
(bilmiş) olursa,
tecelliden nâşi (dolayı)
idrâk eylediği
şeyde, artık aklın nizâ’ı
(çelişkisi) kalmaz.
Ve bu sûrette (şekilde)
de ne Hakk'ı aklın hükmüne reddeder
(geri döndürür) ve ne
de hayrete düşer; zîrâ
(çünkü) ârifler dünyâda sûret-i dünyevîyyede
(dünyanın suretinde)
sıfât-ı dünyeviyye
(dünyevi sıfatlar) ile zâhir olurlar
(meydana çıkarlar).
Onları gören
ehl-i hicâb (perdeli kişiler),
kendileri gibi dünyâdan zannederler: çünkü yemek içmek
ve uyumak ve teehhül
(evlenmek) gibi bu neş'et-i dünyeviyyenin
(dünya ile ilgili var
oluşların) ahkâmı
(hükümleri) onların
üzerinde cârîdir.
(geçerlidir) Onun için Kur'ânı- Kerîm'de
وَتَرَاهُمْ يَنظُرُونَ إِلَيْكَ وَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ
(A’râf,
7/198) ya'nî “Yâ Habîbim (sevgili kulum), sen
onları, sana nâzar eder
(bakar) görürsün, halbuki onlar görmezler”
buyururlar. Zîrâ (çünkü)
ehl-i hicâb
(perdeli kişiler) olan küffâr-ı Kureyş
(Kureyş kâfirleri),
Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz'in süret-i
müteayyenelerine (açığa
çıkmış suretine, bedenine) nazar edip
(bakıp) beşeriyyet
(beşerlik, insanlık)
husûsunda
kendilerine müşâbih (benzer)
görürler ve bâtın-ı Muhammedi'den
(Muhammed’in ruhundan)
bî-haber (habersiz)
bulunurlar idi. Mesnevî:
همسرى باانبيا بر داشتند
كاوليارا همچو خود
بنداشتند
كفته اينك ما بشر ايشان بشر ما
وايشان بستهء خوابيم وخور
اين ندانستند ايشان از عمى
هست فرقي درميان بي منتها
اين خورد گردد همه بخل و حسد وان
خورد گردد همه نور احد
كار پا كانرا قياس از خود مگير
گرچه ما ند در بنشتن شير و شير
Tercüme: "Enbiyâ (nebiler,
peygamberler)
ile müsâvat (eşitlik)
da'vâsında bulundular; evliyâyı
(velileri) kendileri
gibi zannettiler. Dediler ki: İşte bizde beşer
(insan),
onlar da beşerdir
(insandır).
Biz ve onlar uyku ve taâma
(beslenmeye)
bağlanmışız. Onlar körlükten bunu bilmediler ki, arada
nihâyetsiz (sonsuz)
bir fark vardır. Bu yer, bütün buhül
(cimrilik) ve hased
(kıskançlık) olur;
o ise yer, hep nûr-ı Ahad
(ahad olan nur) olur. Pâk olanların işini
kendine makıys tutma
(kıyaslama, benzetme), zîrâ
(çünkü) "şîr"
(aslan) ve "şîr"
(süt) tahrirde
(yazılışta)
birbirirıe benzer.”
Fakat ma'nâlarında azîm
(büyük) fark vardır. Birisi gıdâ-yı latif
(hoş, güzel gıda)
olan "süt" ve diğeri "yırtıcı arslan"dır. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
onların zâhirleri (dış
görünüşleri) sıfât-ı dünyeviyye
(dünyevi sıfatlar)
ile muttasıf (sıfatlanmış)
olmakla berâber, Allah Teâlâ onları
bâtınlarında (ruhlarında)
neş'et-i uhreviyyeye
(ahiret varlığına, ahiretine)
tahvîl buyurdu
(döndürdü). Ve onlar için bu mevtın-ı dünyâda
(dünya yurtlarında)
neş'et-i uhreviye
(ahirete ait var oluş) üzerine zuhûr
(meydana çıkmak)
lâbüddür (gereklidir).
Aksi halde ârif olmazlardı. İmdi mâdemki
onların zâhirleri (dış
görünüşleri) sıfât-ı dünyeviyye
(dünyevi sıfatlar)
ile muttasıftır
(sıfatlanmıştır);
bu halde onlar sûret i'tibâriyle
(suretleri bakımından)
nazar-ı ammede (halkın
bakışında) meçhûldürler
(gizlidirler). Halk
onları bilemezler. Onları bilenler, basar-ı
basîretlerinden (kalp
gözlerinden),
Hak Teâlâ hazretlerinin örtüleri keşfettiği
(açtığı)
kimselerdir. Bunları ancak onlar idrâk edebilirler.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
tecellî-i ilâhî
(ilahi tecelliler) haysîyyetiyle
(bakımından) mevtın-ı
dünyâda (dünya yurdunda)
iken, neş'et-i âhiret
(ahiret varlığı) üzre
mahşûr (toplanmış)
ve kabrinden menşûr
(dağılmış) olmayan bir ârif-i billâh
(Allah’ı Allah ile bilen) yoktur. Bu ârif-i billâh
(Allah’ı Allah ile bilen), avâmın (halkın) görmediği
şeyi görür ve müşâhede etmediği
(seyretmediği) şeyi
müşâhede eder (seyreder).
Bu âlem-i dünyâda
(dünya âleminde) iken ârifin neş'et-i âhiret
(ahiret varlığı)
üzre muaccelen (acele olarak,
hemen) mahşûr
(toplanmış) ve menşûr
(dağılmış) olması,
Allah Teâlâ'dan ba'zı ibâdına
(kullarına) inâyettir
(ihsandır, lütuftur)
.
Devam edecek |