BU FASS-I ŞERÎF KELİME-İ İLYÂSİYYE'DE MÜNDEMİC
OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR
İmdi cenâb-ı Şeyh (r.a.) hikmet-i İlyâsiyye'ye
(İlyas ile ilgili hikmeti)
ıttılâ'ı (bilmeyi,
tanımayı),
sâlikin (Hak yolcusunun,
müridin) kendi hayvâniyyetiyle
(hayvanlığıyla)
mütehakkık olmasına
(gerçekleşmesine) mütevakkıf
(bağlı) kıldı. zîrâ
(çünkü) İdrîs
(a.s.) ibtidâ (önce)
riyâzat-ı vefîre (pek çok
riyazat) ile
akl-ı mücerred (saf akıl)
makâmına, ya'nî mertebe-i kesâfet-i
beşeriyyeden (koyu olan
beşerlik mertebesinden) mertebe-i letâfet-i
melekiyyeye (şeffaflık olan
melekler mertebesine) irtikâ etti
(yükseldi) ve mele-i
a'lâda (büyük meleklerin
bulunduğu alanda) Hakk'ın şuhûdu
(görmesi, şahid olması)
menzilesine (rütbesine)
vâsıl oldu
(ulaştı).
Ondan sonra Baalbek karyesine
(kasabasına) mürsel
olan (gönderilen)
cenâb-ı İlyâs sûretinde akl-ı mücerred
(saf akıl)
mertebesinden mertebe-i şehvet
(şehvet mertebesi)
olan kesâfet-i cismâniyye
(koyu, katı olan cisim) mertebesine nâzil
(inen) ve âlem-i
esfelde (en alt, en aşağı
âlemde) dahi Hakk'ın şuhûdu
(görmesi, şahit olması)
ve onunla tahakkuku
(gerçekleşmesi) derecesine nâil
(ermiş) oldu.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
sâlik (mürid, Hak
yolcusu) kendi aklının hükmünden makâm-ı
şehvetine (şehvetinin makamına) nüzûl edip
(inip) hayvân-ı mutlak
(kayıtsız, şartsız hayvan)
olmadıkça hikmet-i İlyâsiyye'yi
(İlyas ile alakalı hikmetleri)
zevkan (zevk
alarak, bizzat yaşayarak) bilemez.
Suâl:
Kesret-i riyâzâtla (çoklukla
mücadelelerle, çok görmekten sakınmalarla)
akl-ı mücerred (saf akıl)
makâmına irtikâ eden
(yükselen) İdrîs
(a.s.)’ın sûret-i müteayyinesi,
(açığa çıkış belli olmuş sureti,
vücudu) Baalbek karyesine
(kasabasına) nâzil
olan (inen) İlyâs
(a. s.)’ın aynı mıdır; yoksa gayrı mıdır?
Cevap:
İdrîs ve İlyâs (aleyhime's-selâm) ayn
(Zat) ve hakîkat
cihetinden (yönünden)
birdir ve yekdiğerinin
(birbirlerinin) aynıdır. Ve taayyün-i sûrî
(meydana çıkmış sureti) ve zuhûr-i şahsi
(şahıs, birey olarak meydana
çıkmış olması) cihetinden
(yönünden) iki
kimsedir ve yekdiğerinin
(birbirlerinden) gayridir
(başkadır);
zîrâ (çünkü)
ayn-ı vâhide (tek
hakikât) olan Hak bi-hasebi'l-esmâ
(esma bakımından)
suver-i kesîrede (çokluk
suretlerinde) zâhir olur
(açığa çıkar, görülür).
Ve mâdemki suver-i kesîrede
(çokluk suretlerinde)
zâhir olan (açığa çıkan,
görülen) ayn-ı vâhidedir
(tek hakikattir);
binaenaleyh
(bundan dolayı) onun zâhir olduğu
(açığa çıktığı)
sûretlerden her bir sûretin "ayn"ı
(zatı, hakikâti),
diğer bir sûretin veyâ sûretlerin "ayn"ının
(zatının) aynıdır;
ve ayn-ı vâhidenin
(tek hakikâtten)
zâhir olduğu (açığa çıktığı)
o sûretler beyninde
(arasında) mugâyeret
(değişiklik, başkalık)
bulunmak hasebiyle de her bir sûretin' "ayn"ı
(zatı),
diğer bir sûretin veyâ sûretlerin "ayn"ının
(zatının) gayrıdır
(başkadır, ayrıdır).
İmdi muhakkak tabîat nefes-i rahmânînin aynı olduğu
üzerine keşf olunursa, muhakkak hayr-ı kesîr i'tâ
olundu. Ve onunla berâber eğer bizim zikr ettiğimiz şey
üzerine iktisâr ederse, o halde aklı üzerine hâkim olan
ma'rifetten bu kadarı ona kifâyet eder; binâenaleyh
âriflere lâhık olur (23).
Ya'ni makâm-ı hayvâniyyetle
(hayvanlık makamıyla) mütehakkık olup
(gerçekleşip) kesîf
(katı, koyu) olan
mâdde-i tabîiyye (tabiatın
koyuluğundan) ve unsuriyyenin
(basit, kök elementlerin)
dahli (etkisi)
olmaksızın akl-ı mücerred
(saf akıl) olmak
mertebe-i latîfesine (latif,
şeffaf mertebesine) intikâl eden
(geçen) ve kendisini
kuyûd-i tabîiyyeden (tabiat
kayıtlılığından, bağlılığından) muarrâ
(soyunmuş, arınmış)
olan akl-ı mücerred (saf
akıl) mertebesinde bulan sâlike
(müride, Hak yolcusuna),
tabîat (mizac,
nefs)
nefes-i rahmânînin
(Rahmanın nefesinin)
aynı olduğu keşfolunsa (sırrı
açılsa) bu sâlîke
(müride) hayr-ı kesîr
(çok hayır) i'tâ
edilmiş (verilmiş,
bağışlanmış) olur. Zîrâ
(çünkü) bu mertebede,
bu keşf (sırların açılması)
ba'zı meşâribe
(mizaclara, tabiatlara) hâsıl
(olmuş) olur
ve ba'zı meşâribe
(mizaclara) de hâsıl olmaz
(oluşmaz).
Meşârib (mizaclar,
tabiatler) muhtelif
(çeşitli) olduğu için
ba'zı zevât (zatlar)
Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimizin keşf-i
âlîlerine (yüce keşflerine,
keşfettiği, ortaya çıkardığı büyük sırlara)
muhâlif (uygun olmayan, karşı
olan) akvâlde
(sözlerde) bulunmuşlardır.
Ezcümle (bunun gibi)
İmâm-ı Rabbâni Mektûbât'ının otuz birinci
mektûbunda yazar ki; "Ehl-i Hak
(Hak sahipleri)
meyânında (arasında)
mukarrer olduğu
(anlatıldığı) üzre ihâta
(tam kavrayış) ve
kurb-i Hak Teâla ilmîdir
(Hakk’a manevi yakınlık ilmidir, Hakk’ı kesin, şüphesiz,
doğru tam biliştir) ve Hak Sübhânehû hiçbir
şey ile müttehid (birleşik,
birleşmiş) değildir:
ا و ، اوست تعالى و تقدس وعالم غير ا
و
ya'ni, Vâcibü'l-vücûd
(varlığı lüzumlu (zorunlu) olan)
mümkinü'l-vûcûd (varlığı
mümkün olan (evren) ) ile ittihât eylemez
(birleşmez);
Hak Sübhânehû ve
Teâlâ bî-çûn (emsalsiz,
benzersiz) ve bî-çiğûnedir;
(nasılsızdır, niteliği ve
niceliği olmayandır) ve âlem
(evren) serâser
(baştan başa) dâğ-ı
çûni ve çigûneğî
(nicelik, nasıllık)
ile muttasıftır
(vasıflanmıştır).
Bî-çûne ayn-ı çûn demek, Vâcib Teâlâ'ya
(zorunlu varlığa (Allah’a) ) mümkinin
(mümkün olanların (açığa
çıkmış ve çıkmamış olanların) ) gayri
(başkası) değildir,
demektir. Kadim (kıdem
sahibi, evveli ve öncesi olmayan) asla
hâdisin (sonradan meydana
gelmişin, yaratılmışın) aynı olmaz. Zîrâ
(çünkü) inkılâb-ı
Hakâyık (hakikatlerin
dönüşümü (bir halden bir hale girişi) ) aklen
ve şer'an (şeriat olarak)
muhal (olanaksız)
ve birini diğeri üzere hamlin
(yüklemenin) sıhhati
(gerçeği) aslen
(aslında) ve re'sen
(kendi kendine)
mümteni'dir (olamaz).
Acîbdir (şaşılacak
şeydir) ki Şeyh Muhyiddîn (r.a.) ve onun
tâbi'leri (ona uyanlar)
Zât-ı vâcib Teâ'ya
(varlığı kendinden olan zata (Hakk’ın zatına))
"mechûl-i mutlak" (mutlak
(salt) bilinmezlik mertebesi) derler; ve
hiçbir hükümle mahkûm
(hükümlü)
bilmezler. Maahâzâ (bununla
beraber) ihâta-i zâti
(Allah zatıyla her şeyi
kuşattığını) ve kurb-i maiyyet-i zâtiyye
(Zati beraberliği, yakınlığı) isbât ederler. Bu ise ancak Zât-i
Teâlâ (Allah’ın zatına)
ve Tekaddes
üzerine hüküm ve cesârettir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) savâb
(doğru) olan,
ulemâ-i ehl-i sünnet (ehli
sünnet alimleri) ve cemâatin buyurdukları
kurb-i ilmî (ilmi yakınlık)
ve ihâta-i ilmiyedir."
(Allah’ın ilmen varlıkları ihata
etmesidir (ilmen kavraması, kuşatmasıdır)
İşte bu kelâm (sözler)
Şeyh-i Ekber
(şeyhlerin en büyüğü) ve misk-i ezfer
(misk kokulu)
efendimizin meşreb-i irfanlarına
(fıtratından ileri gelen
anlayışlarına (ilahi bir feyz olarak kâinatın
sırlarını bilme hususuna) muhâliftir
(uygun değildir),
fakat ihtilâf
(uygunsuzluk)
meşrebdedir
(yaratılıştadır, tabiattadır).
Ve şübhe yok ki İmâm-ı Rabbâni'nin
meşrebi (tabiatı, mizacı)
hazret-i Şeyh-i Ekber'in meşreb-i
âlîsinden (yüce
mizacından, yaradılışından) dûndur
(aşağıdadır).
Devam edecek |