Füsûs-ül Hikem

266. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS-I  ŞERÎF  KELİME-İ  İLYÂSİYYE'DE  MÜNDEMİC     OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR

İmdi cenâb-ı Şeyh (r.a.) hikmet-i İlyâsiyye'ye (İlyas ile ilgili hikmeti) ıttılâ'ı (bilmeyi, tanımayı), sâlikin (Hak yolcusunun, müridin) kendi hayvâniyyetiyle (hayvanlığıyla) mütehakkık olmasına (gerçekleşmesine) mütevakkıf (bağlı) kıldı. zîrâ (çünkü) İdrîs (a.s.) ibtidâ (önce) riyâzat-ı vefîre (pek çok riyazat)  ile akl-ı mücerred (saf akıl) makâmına, ya'nî mertebe-i kesâfet-i beşeriyyeden (koyu olan beşerlik mertebesinden) mertebe-i letâfet-i melekiyyeye (şeffaflık olan melekler mertebesine)  irtikâ etti (yükseldi) ve mele-i a'lâda (büyük meleklerin bulunduğu alanda) Hakk'ın şuhûdu (görmesi, şahid olması) menzilesine (rütbesine) vâsıl oldu (ulaştı). Ondan sonra Baalbek karyesine (kasabasına) mürsel olan (gönderilen) cenâb-ı İlyâs sûretinde akl-ı mücerred (saf akıl) mertebesinden mertebe-i şehvet (şehvet mertebesi) olan kesâfet-i cismâniyye (koyu, katı olan cisim) mertebesine nâzil (inen) ve âlem-i esfelde (en alt, en aşağı âlemde) dahi Hakk'ın şuhûdu (görmesi, şahit olması) ve onunla tahakkuku (gerçekleşmesi) derecesine nâil (ermiş) oldu. Binâenaleyh (bundan dolayı) sâlik (mürid, Hak yolcusu) kendi aklının hükmünden makâm-ı şehvetine (şehvetinin makamına) nüzûl edip (inip) hayvân-ı mutlak (kayıtsız, şartsız hayvan) olmadıkça hikmet-i İlyâsiyye'yi (İlyas ile alakalı hikmetleri) zevkan (zevk alarak, bizzat yaşayarak) bilemez.

Suâl: Kesret-i riyâzâtla (çoklukla mücadelelerle, çok görmekten sakınmalarla) akl-ı mücerred (saf akıl) makâmına irtikâ eden (yükselen) İdrîs (a.s.)’ın sûret-i müteayyinesi, (açığa çıkış belli olmuş sureti, vücudu) Baalbek karyesine (kasabasına) nâzil olan (inen) İlyâs (a. s.)’ın aynı mıdır; yoksa gayrı mıdır?

Cevap: İdrîs ve İlyâs (aleyhime's-selâm) ayn (Zat) ve hakîkat cihetinden (yönünden) birdir ve yekdiğerinin (birbirlerinin) aynıdır. Ve taayyün-i sûrî (meydana çıkmış sureti) ve zuhûr-i şahsi (şahıs, birey olarak meydana çıkmış olması) cihetinden (yönünden) iki kimsedir ve yekdiğerinin (birbirlerinden) gayridir (başkadır); zîrâ (çünkü) ayn-ı vâhide (tek hakikât) olan Hak bi-hasebi'l-esmâ (esma bakımından) suver-i kesîrede (çokluk suretlerinde) zâhir olur (açığa çıkar, görülür). Ve mâdemki suver-i kesîrede (çokluk suretlerinde) zâhir olan (açığa çıkan, görülen) ayn-ı vâhidedir (tek hakikattir); binaenaleyh (bundan dolayı) onun zâhir olduğu (açığa çıktığı) sûretlerden her bir sûretin "ayn"ı (zatı, hakikâti), diğer bir sûretin veyâ sûretlerin "ayn"ının (zatının) aynıdır; ve ayn-ı vâhidenin (tek hakikâtten) zâhir olduğu (açığa çıktığı) o sûretler beyninde (arasında) mugâyeret (değişiklik, başkalık) bulunmak hasebiyle de her bir sûretin' "ayn"ı (zatı), diğer bir sûretin veyâ sûretlerin "ayn"ının (zatının) gayrıdır (başkadır, ayrıdır).

İmdi muhakkak tabîat nefes-i rahmânînin aynı olduğu üzerine keşf olunursa, muhakkak hayr-ı kesîr i'tâ olundu. Ve onunla berâber eğer bizim zikr ettiğimiz şey üzerine iktisâr ederse, o halde aklı üzerine hâkim olan ma'rifetten bu kadarı ona kifâyet eder; binâenaleyh âriflere lâhık olur (23).

Ya'ni makâm-ı hayvâniyyetle (hayvanlık makamıyla) mütehakkık olup (gerçekleşip) kesîf (katı, koyu) olan mâdde-i tabîiyye (tabiatın koyuluğundan) ve unsuriyyenin (basit, kök elementlerin) dahli (etkisi) olmaksızın akl-ı mücerred (saf akıl) olmak mertebe-i latîfesine (latif, şeffaf mertebesine) intikâl eden (geçen) ve kendisini kuyûd-i tabîiyyeden (tabiat kayıtlılığından, bağlılığından) muarrâ (soyunmuş, arınmış) olan akl-ı mücerred (saf akıl) mertebesinde bulan sâlike (müride, Hak yolcusuna), tabîat (mizac, nefs) nefes-i rahmânînin (Rahmanın nefesinin) aynı olduğu keşfolunsa (sırrı açılsa) bu sâlîke (müride) hayr-ı kesîr (çok hayır) i'tâ edilmiş (verilmiş, bağışlanmış) olur. Zîrâ (çünkü) bu mertebede, bu keşf (sırların açılması) ba'zı meşâribe (mizaclara, tabiatlara) hâsıl (olmuş) olur ve ba'zı meşâribe (mizaclara) de hâsıl olmaz (oluşmaz). Meşârib (mizaclar, tabiatler) muhtelif (çeşitli) olduğu için ba'zı zevât (zatlar) Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimizin keşf-i âlîlerine (yüce keşflerine, keşfettiği, ortaya çıkardığı büyük sırlara) muhâlif (uygun olmayan, karşı olan)  akvâlde (sözlerde) bulunmuşlardır.

Ezcümle (bunun gibi) İmâm-ı Rabbâni Mektûbât'ının otuz birinci mektûbunda yazar ki; "Ehl-i Hak (Hak sahipleri) meyânında (arasında) mukarrer olduğu (anlatıldığı) üzre ihâta (tam kavrayış) ve kurb-i Hak Teâla ilmîdir (Hakk’a manevi yakınlık ilmidir, Hakk’ı kesin, şüphesiz, doğru tam biliştir) ve Hak Sübhânehû hiçbir şey ile müttehid (birleşik, birleşmiş) değildir:  ا و ،  اوست   تعالى   و   تقدس   وعالم   غير ا و  ya'ni, Vâcibü'l-vücûd (varlığı lüzumlu (zorunlu) olan) mümkinü'l-vûcûd (varlığı mümkün olan (evren) ) ile ittihât eylemez (birleşmez);  Hak Sübhânehû ve Teâlâ bî-çûn (emsalsiz, benzersiz) ve bî-çiğûnedir; (nasılsızdır, niteliği ve niceliği olmayandır) ve âlem (evren) serâser (baştan başa) dâğ-ı çûni ve çigûneğî (nicelik, nasıllık) ile muttasıftır (vasıflanmıştır). Bî-çûne ayn-ı çûn demek, Vâcib Teâlâ'ya (zorunlu varlığa (Allah’a) )  mümkinin (mümkün olanların (açığa çıkmış ve çıkmamış olanların) ) gayri (başkası) değildir, demektir. Kadim (kıdem sahibi, evveli ve öncesi olmayan) asla hâdisin (sonradan meydana gelmişin, yaratılmışın) aynı olmaz. Zîrâ (çünkü) inkılâb-ı Hakâyık (hakikatlerin dönüşümü (bir halden bir hale girişi) ) aklen ve şer'an (şeriat olarak) muhal (olanaksız) ve birini diğeri üzere hamlin (yüklemenin) sıhhati (gerçeği) aslen (aslında) ve re'sen (kendi kendine) mümteni'dir (olamaz). Acîbdir (şaşılacak şeydir) ki Şeyh Muhyiddîn (r.a.) ve onun tâbi'leri (ona uyanlar) Zât-ı vâcib Teâ'ya (varlığı kendinden olan zata (Hakk’ın zatına)) "mechûl-i mutlak" (mutlak (salt) bilinmezlik mertebesi) derler; ve hiçbir hükümle mahkûm (hükümlü) bilmezler. Maahâzâ (bununla beraber) ihâta-i zâti (Allah zatıyla her şeyi kuşattığını) ve kurb-i maiyyet-i zâtiyye (Zati beraberliği, yakınlığı) isbât ederler. Bu ise ancak Zât-i Teâlâ (Allah’ın zatına) ve Tekaddes üzerine hüküm ve cesârettir. Binâenaleyh (bundan dolayı) savâb (doğru) olan, ulemâ-i ehl-i sünnet (ehli sünnet alimleri) ve cemâatin buyurdukları kurb-i ilmî (ilmi yakınlık) ve ihâta-i ilmiyedir." (Allah’ın ilmen varlıkları ihata etmesidir (ilmen kavraması, kuşatmasıdır)

İşte bu kelâm (sözler) Şeyh-i Ekber (şeyhlerin en büyüğü) ve misk-i ezfer (misk kokulu) efendimizin meşreb-i irfanlarına (fıtratından ileri gelen anlayışlarına (ilahi bir feyz olarak kâinatın sırlarını bilme hususuna) muhâliftir (uygun değildir),  fakat ihtilâf (uygunsuzluk) meşrebdedir (yaratılıştadır, tabiattadır). Ve şübhe yok ki İmâm-ı Rabbâni'nin meşrebi (tabiatı, mizacı) hazret-i Şeyh-i Ekber'in meşreb-i âlîsinden (yüce mizacından, yaradılışından) dûndur (aşağıdadır).

 

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 24.04.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com