Füsûs-ül Hikem

267. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS-I  ŞERÎF  KELİME-İ  İLYÂSİYYE'DE  MÜNDEMİC     OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR

       İmdi nefes-i rahmânînin (Rahmanın nefesinin) suver-i tabîiyyede (tabiat suretlerinde) ve suver-i tabîiyyenin (tabiat suretlerinin) dahi nefes-i rahmânide (Rahmanın nefesinde) zuhûru (açığa çıkması) cihetiyle, (yönüyle) nefes-i rahmâni (Rahmanın nefesi) suver-i tabîyyenin (tabiat suretlerinin) aynı olduğu sâlike (müride, Hak yolcusuna) münkeşif olursa (açılırsa) ona hikmet-i külliyye-i İlahiyye (bütün İlahi hikmetler)  i'tâ olunur (verilir) ve bu hikmet dahi, nâmütenâhi (sonsuz) olan a'yân-ı halkıyye (yaratılmış varlıkların) sûretlerini vücûd-i vâhid-i Hakk'ın (tek vücut sahibi Hakk’ın) taklîb etmesidir (değiştirmesidir, çevirmesidir) ve hayr-ı kesîr (çok hayır) ise vücûd-i vâhid-i Hak'tır (tek vücut sahibi olan Hakk’tır). Ve nefes-i rahmânî (Rahmanın nefesi), Fass-ı Şuaybî'nin (Şuayb bölümünün) evâilinde (başlangıcında) ve Fass-ı İsevî'de (İsa bölümünde) mürûr etti (geçti); tasfîli (geniş açıklaması) oradan anlaşılır. Ve eğer sâlik (mürid) bizim zikrettiğimiz (anlattığımız) şey üzere akl-ı mücerred (sırf akıl) makamıyla iktisâr (sınırlar, hasr) eder ve suver-i tabîiyyede (tabiat suretlerinde) zâhir olan (açığa çıkan) ahkâm-ı muhtelife (çeşitli hükümler), suver-i tabîiyyeye (tabiat suretlerine) tenezzül eden (inen) a'yân-ı sâbîtenin (ilmi suretlerin) ma'nâları olduğu ona münkeşif olmaz (açılmaz) ise, akl-ı nazarîsi (akli görüşü) üzerine  hâkim olan ma'rifetten (bilgiden) bu kadar ma'rifet (bilgi) ona kifâyet eder (yeterli gelir) ve bu kadar ma'rifetle (bilgiyle) dahi ârifîn zümresine (arifler sınıfına) iltihâk eyler (katılır).

     Ve bunun indinde   فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَـكِنَّ اللّهَ قَتَلَهُمْ    (Enfâl, 8/17) kelâm-i İlahisini zevkan ârif olur. Ve onları ancak demir ve dârib ve bu sûretleri halk eden katletti. Binâenaleyh, mecmû' ile katl ve remy vâki' oldu. İmdi umûru usûlüyle ve sûretleriyle müşâhede eder. Şu halde tam olur. Eğer nefsi müşâhede ederse tamâm ile kâmil olur. Binâenaleyh, gördüğü şeyin aynını Allah'tan gayrı  görmez. İmdi râîyi mer'înin "ayn"ı görür ve bu kadar kâfidir. Ve Allah Teâlâ muvaffık ve Hâdî'dir (24):

     Ya'nî sâlik (mürid) akl-ı nazarîsi (akli görüşü) üzerine hâkim olan (hükmeden) bâlâda (yukarıda) mezkûr (adı geçen) ma'rifeti (bilgiyi, ilmi) tahsîl ettiği (öğrendiği) vakit, tabîatın ancak Rahmân olduğunu zevkan (zevk alarak) ârif olur (bilir). Ve binâenaleyh (bundan dolayı)         فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَـكِنَّ اللّهَ قَتَلَهُمْ  (Enfâl, 8/17) ya'nî "Ehl-i îmân (iman sahipleri) küffârı (kâfirleri) katletmediler (öldürmediler); velâkin (fakat) onları Allah Teâlâ katl eyledi" (öldürdü) âyet-i kerîmesi ki, tabîatın ancak Rahmân olduğuna delîldir (işarettir); bunun ma'nâsını zevkan (manevi zevk alarak) anlar. Halbuki vücûdlarında nazar-ı fikrîlerine (fikri görüşlerine) müstenid (dayalı) olan akılları hükmeden ehl-i felsefe (felsefe sahipleri) buna ihtimal (olanak) vermezler ve ulemâ-i zâhir (zahir alimleri) bu hükmü vermekten korkarlar Zîrâ (çünkü) Hakk'ı vücûd-ı mümkinden (mümkün varlıktan) kemâl-i şiddetle (tam bir şiddetle) tenzîh-i resmî (görüşe dayalı, taklidi tenzih) ile tenzîh etmek vehimlerine muvâfık (uygun) gelir. Tenzîh-i sırf (sadece tenzih) ise, Hakk’ı tahdîd etmektir (sınırlamaktır). Zîrâ (çünkü) bir şey bir şeyden münezzeh (arı, beri) olunca ikisinin hudûdu (sınırı) tefrîk edilmiş (ayrılmış) olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) vücûdlarında aklı hâkim olan kimseler yarım ma'rifet (ilim) sâhibidirler. Fakat, aklın bendeliğinden (köleliğinden) kurtulan ve Allah Teâlâ tarafından aklına tecellî (ilham) ile ma'rifet (ilim) ihsân olunan (verilen) kimse, Hakk'ı tenzîh (karşılaştırılamazlık, Hakk’ı yaratılmışlardan beri, mukaddes kılma) mahallinde (yerinde), tenzîh-i resmî ile (takliden tenzih ederek) değil, tenzîh-i hakîki (gerçek tenzih) ile tenzîh eder ve tecellînin verdiği ma'rifet (ilim) iktizâsınca (gereğince) Hakk'ın vücûdunun hâricinde (dışında) bir vücûd (varlık) ve sûret müşâhede etmeyip (görmeyip) belki tabîat Rahmân'ın "ayn"ı (hakikâti) olduğunu zevkan (manevi zevkle) bildiğinden, teşbîh (Hakk’ı yaratılmışlara benzetme) mahallinde dahi, kendinin müşâhedesi (görüşü, düşüncesi) ve keşfi (gelen ilham) üzerine Hakk'ı teşbîh eyler (yaratılmışlara benzetir). İşte buna binâen (bundan dolayı) zikrolunan (adı geçen) âyet-i kerîmenin ma'nâsını zevkan (manevi zevk alarak) anlar. Zîrâ (çünkü) ehl-i küfrü (kâfirler) esnâ-yı harbde (harp sırasında) ancak esliha-i hadîdiyye (demir silahlar) ve top ve tüfenk gibi âlât-ı sâire (diğer aletler) ve bir de dârib (vurucu) ve râmi olan (ok, mızrak gibi silahları atan) mü'minlerin sûretleri ve mü'minlerin suretlerini halk eden (yaratan) Hak, öldürdü. Binaenaleyh (bundan dolayı) “öldürmek” ve “atmak” bunların hey'et-i mecmûasıyle (bütün hepsiyle) vâki' oldu (gerçekleşti). İşte akl-ı mücerred (sırf akıl) mertebesine terakkî edip (yükselip) bu mertebeye mahsûs (ait) olan tecellînin (ilhamların) verdiği ma'rifetle (ilimle) iktisâr eden (mahsus kılan) sâlik (mürid), bu dünyâda ve âlem-i histe (hissedilen lemde (dünyada) ) gördüğü umûru (işleri) böylece esaslarıyla (gerçekleriyle) ve sûretleriyle müşâhede eder (görür) ve bu kadar ma'rifetle (ilimle) ârifîn zümresine (arifler sınıfına) lâhik olur; (ulaşır) ve ma'rifette (ilimde) tamâm olur, ya'nî nâkısu'l-ma'rife (noksan, eksik ilim) olmaz. Fakat sâlik (mürid) akl-ı mücerred (saf, yalın akıl) makâmına terakkî ettikten (yükseldikten) sonra makâm-ı hayvâniyyeti (hayvanlık makamı) olan makâm-ı şehvetine (şehvet makamına) nûzül eder (iner) ve nefes-i Rahmâni (Rahmanın nefesi) suver-i tabîiyyenin (tabiat suretlerinin) "ayn"ı (hakikati) olduğunu müşâhede ederse (görürse), evvelki makâmda tahsîl ettiği (kazandığı, öğrendiği) ma'rifet-i tâmme (tam, noksansız ilim) ile berâber kâmil olur (tam olgunluğa erer), ya'nî ma'rifette (ilimde, bilgide) kemâl sâhibi olur ve aksâ-yı ma'rifete (ilmin en son noktasına) vusûl bulur (ulaşır). Bu ma'rifet-i tâmme-i kâmile (noksansız kemal bulmuş ilmi) sâyesinde, gördüğü şeyin "ayn"ını (zatını) görmez; ancak Allâh'ı görür. Ya'nî suver-i müteayyeneyi (meydana çıkmış suretleri) görmez, belki her sûrette zâhir (görülen) ve müteayyin olan (beliren, meydana çıkan) vücûd-i vâhid-i Hakk'ı (tek vücut sahibi Hakk’ı) görür. Abdullah Balyânî hazretleri ne güzel buyurur!

Rubâî (dörtlük):

تا   حق   بدو   چشم   سر   نبينم   هر د م        از پاي    طلب   مي   نشينم   هر   د م              

 

كو   يند   خدا  بچشم    سر نتوان   د يد            آن  ايشانند   ومن   چنينم   هر د م                    

      Tercüme: "Her dem (an, vakit) Hakk'ı başın iki gözü ile görmedikçe, dâimâ O’nu müşâhede talebinden (görmeyi istemekten) vazgeçmem. Hak, baş gözü ile görülemez derler. Söyleyen onlardır, ben her dem (zaman) böyleyim."

     İmdi bu müşâhede sâhibi (seyreden kişi), râiyi (göreni) mer’înin (görülenin) "ayn"ı (zatı) görür. Ya'nî râî (gören), ki kendi nefsidir, mer'înin (görülenin) "ayn"ı (zatı) görür ve bu sûrette (şekilde) de gören ve görülen ve müşâhede eden (seyreden) ve müşâhede olunan (seyredilen) şey'-i vâhid (tek hakikat) olur. Nitekim, Hallâc-ı Mansûr (k.a.s.) hazretleri bu makâma işâretle buyurur:

     Beyt:

أ أنت  أم  أنا  هذا  ا لعين في  ا لعين        خا شاك  خاشاي   من   اثبات   اثنين                         

     Tercüme: "Aynda (Zatta) olan bu ayn (Zat  ), sen misin yoksa ben miyim? İkilik isbâtından seni ve beni tenzîh ederim." (beri kılarım)

Ve Mahmûd Şebüsterî (k.s.) Gülşen-i Râz'larında bu ma'rifeti (ilmi) şu beyitlerde böyle buyururlar.

     Beyt:       

عدم   آيينه ، عالم   عكس   وانسان              چو چشم  عكس   در وي    شخص   پنهان            

   

تو  جشم   عكسي  و  او  نور   ديده              بديده   ديده  را ديده ء   كه   ديده                    

       Tercüme: "Adem (insan (insan-kamil) ) âyîne (ayna), âlem (evren) aks (görüntü) ve insan dahi aksin (aynaya yansıyan görüntünün) gözü gibidir; onda şahıs gizlidir. Sen aksin (aynaya yansıyan görüntünün) gözüsün ve Hak dahi nûr-i dîdedir (gözün nurudur). Şu halde, göz ile görülen şeyi kimin gözü görmüş olur?"

     Meselâ şahıs âyîneye (aynaya) bakar, o şahsın aksî (aynaya yansıyan görüntüsü) âyînede (aynada) görünür. Âyîneye (aynaya) mün'akis olan (akseden) sûret, şahs-ı nâzırın (aynaya bakan şahsın) sûreti olduğundan, râîde (görende (aynaya bakan şahısta) ne var ise mer’î olan akiste (aynada görülen görüntüde) dahi o mevcûddur. Ve asıl (gerçek) olan göz, râînin (görenin (aynaya bakanın) ) gözü olduğundan aks eden (yansıyan) sûretin elbet gözü dahi mer'î olur (görülür). Ve râînin (görenin (aynaya bakanın) gözünde aks-i mer'înin (aynada görülen görüntüsünün) sûreti nasıl müntabi' (basılmış, tab edilmiş) ise, aks-i mer’înin (aynada görünen suretin) gözünde dahi, râînin (görenin (aynaya bakanın) ) sûreti tamâmiyle müntabi'dir (basılmıştır, tab edilmiştir). İmdi sûret-i asliyyenin (asıl suretin (aynaya bakanın) ) gözü; nasıl ki kendi aksinin (aynaya yansıyan) sûretine nâzır (bakıyor) ise, aksin (aynadaki görüntünün) gözü dahi öylece dîde-i asl (asıl göz) ile yine o asla nâzırdır (bakandır (bakıyordur) ). Binâenaleyh (bundan dolayı) râî (gören (aynaya bakan) ), kendi kendine nazar eder (bakar). İşte bu misâlde olduğu vechile (yönüyle) bu müşâhede sâhibi (gören, seyreden kişi), ki âyîneye (aynaya) mün'akis olan (akseden) râînin (görenin (aynaya bakan kişinin) ) sûreti mesâbesindedir (derecesindedir), onun müşâhedesi (görmesi, seyri) râî olan (görenin (aynaya bakanın) ) Hakk'ın müşâhedesidir (görmesidir). Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak kendi kendine nazar eder (bakar) ve binnetîce (sonuç olarak) dahi râî (gören) ayn-ı mer’î (görülen  kendisi) olur.

     İşte "hikmet-i înâsiyye"nin (inasiye (görme, bilme)  ile ilgili hikmetin) müstenid (dayanağı (kanıtı) ) olduğu bu kadar ma'rifet, (ilim, bilgi) sâlikin (müridin) ma'rifet-i tâmme-i kâmile (tam, eksiksiz ilim) sâhibi olması için kâfîdir. Zevkan (manevi zevkle) bu mertebeye vâsıl olmayan (ulaşmayan) sâlikin (müridin, hak yolcusunun) himmeti (gayreti, çabalaması) âlî (yüce) olursa, Allah Teâlâ hazretleri onu bu mertebeye vusûle (ulaşmaya) muvaffak eder ve ona bu ma'rifette (ilimde, bilgide) doğru yolu gösterir. 

والحمد   لله   على   ذ لك

6 Zi'l-hicce 335 ve 24 Eylül 333; sabah sâat-i ezâni 2.5; yevm-i pazar.

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 03.05.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com