BU FASS-I ŞERÎF KELİME-İ İLYÂSİYYE'DE MÜNDEMİC
OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR
İmdi nefes-i rahmânînin
(Rahmanın nefesinin)
suver-i tabîiyyede
(tabiat suretlerinde) ve suver-i tabîiyyenin
(tabiat suretlerinin)
dahi nefes-i rahmânide
(Rahmanın nefesinde) zuhûru
(açığa çıkması)
cihetiyle, (yönüyle)
nefes-i rahmâni
(Rahmanın nefesi) suver-i tabîyyenin
(tabiat suretlerinin)
aynı olduğu sâlike
(müride, Hak yolcusuna) münkeşif olursa
(açılırsa) ona
hikmet-i külliyye-i İlahiyye
(bütün İlahi
hikmetler)
i'tâ olunur
(verilir) ve bu hikmet dahi, nâmütenâhi
(sonsuz) olan
a'yân-ı halkıyye (yaratılmış
varlıkların) sûretlerini
vücûd-i vâhid-i Hakk'ın
(tek vücut sahibi Hakk’ın)
taklîb etmesidir
(değiştirmesidir, çevirmesidir) ve hayr-ı
kesîr (çok hayır)
ise vücûd-i vâhid-i Hak'tır
(tek vücut sahibi olan
Hakk’tır).
Ve nefes-i rahmânî
(Rahmanın nefesi),
Fass-ı Şuaybî'nin
(Şuayb bölümünün)
evâilinde (başlangıcında)
ve Fass-ı İsevî'de
(İsa bölümünde)
mürûr etti (geçti);
tasfîli (geniş
açıklaması) oradan anlaşılır. Ve eğer sâlik
(mürid) bizim
zikrettiğimiz (anlattığımız)
şey üzere akl-ı mücerred
(sırf akıl)
makamıyla iktisâr (sınırlar,
hasr) eder ve suver-i tabîiyyede
(tabiat suretlerinde)
zâhir olan (açığa çıkan)
ahkâm-ı muhtelife
(çeşitli hükümler),
suver-i tabîiyyeye
(tabiat suretlerine)
tenezzül eden (inen)
a'yân-ı sâbîtenin
(ilmi suretlerin)
ma'nâları olduğu ona münkeşif olmaz
(açılmaz) ise, akl-ı
nazarîsi (akli görüşü)
üzerine hâkim olan ma'rifetten
(bilgiden) bu kadar
ma'rifet (bilgi)
ona kifâyet eder (yeterli
gelir) ve bu kadar ma'rifetle
(bilgiyle) dahi
ârifîn zümresine (arifler
sınıfına) iltihâk eyler
(katılır).
Ve bunun indinde
فَلَمْ
تَقْتُلُوهُمْ وَلَـكِنَّ اللّهَ قَتَلَهُمْ
(Enfâl,
8/17) kelâm-i İlahisini zevkan ârif olur. Ve onları
ancak demir ve dârib ve bu sûretleri halk eden katletti.
Binâenaleyh, mecmû' ile katl ve remy vâki' oldu. İmdi
umûru usûlüyle ve sûretleriyle müşâhede eder. Şu halde
tam olur. Eğer nefsi müşâhede ederse tamâm ile kâmil
olur. Binâenaleyh, gördüğü şeyin aynını Allah'tan gayrı
görmez. İmdi râîyi mer'înin "ayn"ı görür ve bu kadar
kâfidir. Ve Allah Teâlâ muvaffık ve Hâdî'dir (24):
Ya'nî sâlik (mürid)
akl-ı nazarîsi
(akli görüşü) üzerine hâkim olan
(hükmeden) bâlâda
(yukarıda) mezkûr
(adı geçen)
ma'rifeti (bilgiyi, ilmi)
tahsîl ettiği
(öğrendiği) vakit, tabîatın ancak Rahmân
olduğunu zevkan (zevk
alarak) ârif olur
(bilir).
Ve binâenaleyh
(bundan dolayı) فَلَمْ
تَقْتُلُوهُمْ وَلَـكِنَّ اللّهَ قَتَلَهُمْ
(Enfâl, 8/17) ya'nî "Ehl-i îmân
(iman sahipleri)
küffârı (kâfirleri)
katletmediler
(öldürmediler);
velâkin (fakat)
onları Allah Teâlâ katl eyledi"
(öldürdü) âyet-i
kerîmesi ki, tabîatın ancak Rahmân olduğuna delîldir
(işarettir);
bunun ma'nâsını zevkan
(manevi zevk alarak)
anlar. Halbuki vücûdlarında nazar-ı fikrîlerine
(fikri görüşlerine)
müstenid (dayalı)
olan akılları hükmeden ehl-i felsefe
(felsefe sahipleri)
buna ihtimal (olanak)
vermezler ve ulemâ-i zâhir
(zahir alimleri) bu
hükmü vermekten korkarlar Zîrâ
(çünkü) Hakk'ı
vücûd-ı mümkinden (mümkün
varlıktan) kemâl-i şiddetle
(tam bir şiddetle)
tenzîh-i resmî (görüşe
dayalı, taklidi tenzih) ile tenzîh etmek
vehimlerine muvâfık (uygun)
gelir. Tenzîh-i sırf
(sadece tenzih) ise, Hakk’ı tahdîd etmektir
(sınırlamaktır).
Zîrâ (çünkü)
bir şey bir şeyden münezzeh
(arı, beri) olunca
ikisinin hudûdu (sınırı)
tefrîk edilmiş
(ayrılmış) olur. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
vücûdlarında aklı hâkim olan kimseler yarım ma'rifet
(ilim) sâhibidirler.
Fakat, aklın bendeliğinden
(köleliğinden) kurtulan ve Allah Teâlâ
tarafından aklına tecellî
(ilham) ile ma'rifet
(ilim) ihsân olunan
(verilen) kimse,
Hakk'ı tenzîh
(karşılaştırılamazlık, Hakk’ı yaratılmışlardan beri,
mukaddes kılma) mahallinde
(yerinde),
tenzîh-i resmî ile
(takliden tenzih ederek) değil, tenzîh-i
hakîki (gerçek tenzih)
ile tenzîh eder ve tecellînin verdiği
ma'rifet (ilim)
iktizâsınca (gereğince)
Hakk'ın vücûdunun hâricinde
(dışında) bir vücûd
(varlık) ve sûret
müşâhede etmeyip (görmeyip)
belki tabîat Rahmân'ın "ayn"ı
(hakikâti) olduğunu
zevkan (manevi zevkle)
bildiğinden, teşbîh
(Hakk’ı yaratılmışlara
benzetme) mahallinde
dahi, kendinin müşâhedesi
(görüşü, düşüncesi)
ve keşfi (gelen ilham)
üzerine Hakk'ı teşbîh eyler
(yaratılmışlara benzetir).
İşte buna binâen
(bundan dolayı) zikrolunan
(adı geçen) âyet-i
kerîmenin ma'nâsını zevkan
(manevi zevk alarak) anlar. Zîrâ
(çünkü) ehl-i küfrü
(kâfirler)
esnâ-yı harbde (harp
sırasında) ancak esliha-i hadîdiyye
(demir silahlar) ve
top ve tüfenk gibi âlât-ı sâire
(diğer aletler) ve
bir de dârib (vurucu)
ve râmi olan (ok, mızrak
gibi silahları atan) mü'minlerin sûretleri ve
mü'minlerin suretlerini halk eden
(yaratan) Hak,
öldürdü. Binaenaleyh (bundan
dolayı) “öldürmek” ve “atmak” bunların
hey'et-i mecmûasıyle (bütün
hepsiyle) vâki' oldu
(gerçekleşti).
İşte akl-ı mücerred
(sırf akıl)
mertebesine terakkî edip
(yükselip) bu mertebeye mahsûs
(ait) olan
tecellînin (ilhamların)
verdiği ma'rifetle
(ilimle) iktisâr
eden (mahsus kılan)
sâlik (mürid),
bu dünyâda ve âlem-i histe
(hissedilen lemde (dünyada) )
gördüğü umûru
(işleri) böylece esaslarıyla
(gerçekleriyle) ve
sûretleriyle müşâhede eder
(görür) ve bu kadar ma'rifetle
(ilimle) ârifîn
zümresine (arifler sınıfına)
lâhik olur;
(ulaşır) ve ma'rifette
(ilimde) tamâm olur,
ya'nî nâkısu'l-ma'rife
(noksan, eksik ilim) olmaz. Fakat sâlik
(mürid) akl-ı
mücerred (saf, yalın akıl)
makâmına terakkî ettikten
(yükseldikten) sonra
makâm-ı hayvâniyyeti
(hayvanlık makamı) olan makâm-ı şehvetine
(şehvet makamına)
nûzül eder (iner)
ve nefes-i Rahmâni
(Rahmanın nefesi) suver-i tabîiyyenin
(tabiat suretlerinin)
"ayn"ı (hakikati)
olduğunu müşâhede ederse
(görürse),
evvelki makâmda tahsîl ettiği
(kazandığı, öğrendiği)
ma'rifet-i tâmme (tam,
noksansız ilim) ile berâber kâmil olur
(tam olgunluğa erer),
ya'nî ma'rifette
(ilimde, bilgide) kemâl sâhibi olur ve
aksâ-yı ma'rifete (ilmin en
son noktasına) vusûl bulur
(ulaşır).
Bu ma'rifet-i tâmme-i kâmile
(noksansız kemal bulmuş ilmi)
sâyesinde, gördüğü şeyin "ayn"ını
(zatını) görmez;
ancak Allâh'ı görür. Ya'nî suver-i müteayyeneyi
(meydana çıkmış suretleri)
görmez, belki her sûrette zâhir
(görülen) ve
müteayyin olan (beliren,
meydana çıkan) vücûd-i vâhid-i Hakk'ı
(tek vücut sahibi Hakk’ı)
görür. Abdullah Balyânî hazretleri ne güzel
buyurur!
Rubâî (dörtlük):
تا حق بدو چشم سر نبينم هر د م از
پاي طلب مي نشينم هر د م
كو يند خدا بچشم سر نتوان د يد آن
ايشانند
ومن چنينم هر د م
Tercüme: "Her dem (an,
vakit) Hakk'ı başın iki gözü ile görmedikçe,
dâimâ O’nu müşâhede talebinden
(görmeyi istemekten)
vazgeçmem. Hak, baş gözü ile görülemez
derler. Söyleyen onlardır, ben her dem
(zaman) böyleyim."
İmdi bu müşâhede sâhibi
(seyreden kişi),
râiyi (göreni)
mer’înin
(görülenin) "ayn"ı
(zatı) görür. Ya'nî
râî (gören),
ki kendi nefsidir, mer'înin
(görülenin) "ayn"ı
(zatı) görür ve
bu sûrette (şekilde)
de gören ve görülen ve müşâhede eden
(seyreden) ve
müşâhede olunan (seyredilen)
şey'-i vâhid (tek
hakikat) olur. Nitekim, Hallâc-ı Mansûr
(k.a.s.) hazretleri bu makâma işâretle buyurur:
Beyt:
أ أنت أم أنا هذا ا لعين في ا لعين خا شاك
خاشاي من اثبات اثنين
Tercüme: "Aynda (Zatta)
olan bu ayn (Zat
),
sen misin yoksa ben miyim? İkilik isbâtından seni ve
beni tenzîh ederim." (beri
kılarım)
Ve Mahmûd Şebüsterî (k.s.) Gülşen-i Râz'larında bu
ma'rifeti (ilmi)
şu beyitlerde böyle buyururlar.
Beyt:
عدم آيينه ، عالم عكس وانسان چو چشم
عكس در وي شخص پنهان
تو جشم عكسي و او نور ديده بديده
ديده را ديده ء كه ديده
Tercüme: "Adem (insan
(insan-kamil) ) âyîne
(ayna),
âlem (evren)
aks (görüntü)
ve insan dahi aksin (aynaya
yansıyan görüntünün) gözü gibidir;
onda şahıs gizlidir. Sen aksin
(aynaya yansıyan görüntünün)
gözüsün ve Hak dahi nûr-i dîdedir
(gözün nurudur).
Şu halde, göz ile görülen şeyi kimin gözü
görmüş olur?"
Meselâ şahıs âyîneye
(aynaya) bakar, o şahsın aksî
(aynaya yansıyan görüntüsü)
âyînede (aynada)
görünür. Âyîneye
(aynaya) mün'akis olan
(akseden) sûret,
şahs-ı nâzırın (aynaya bakan
şahsın) sûreti olduğundan, râîde
(görende (aynaya bakan şahısta)
ne var ise mer’î olan akiste
(aynada görülen görüntüde) dahi o mevcûddur.
Ve asıl (gerçek)
olan göz, râînin (görenin
(aynaya bakanın) ) gözü olduğundan aks eden
(yansıyan)
sûretin elbet gözü dahi mer'î olur
(görülür).
Ve râînin (görenin
(aynaya bakanın) gözünde aks-i mer'înin
(aynada görülen görüntüsünün)
sûreti nasıl müntabi'
(basılmış, tab edilmiş)
ise, aks-i mer’înin
(aynada görünen suretin) gözünde dahi, râînin
(görenin (aynaya bakanın) )
sûreti tamâmiyle müntabi'dir
(basılmıştır, tab edilmiştir).
İmdi sûret-i asliyyenin
(asıl suretin (aynaya bakanın)
) gözü; nasıl ki kendi aksinin
(aynaya yansıyan)
sûretine nâzır (bakıyor)
ise, aksin
(aynadaki görüntünün) gözü dahi öylece dîde-i
asl (asıl göz)
ile yine o asla nâzırdır
(bakandır (bakıyordur) ).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) râî
(gören (aynaya bakan) ),
kendi kendine nazar eder
(bakar).
İşte bu misâlde olduğu vechile
(yönüyle) bu
müşâhede sâhibi (gören,
seyreden kişi),
ki âyîneye
(aynaya) mün'akis olan
(akseden) râînin
(görenin (aynaya bakan kişinin)
) sûreti mesâbesindedir
(derecesindedir),
onun müşâhedesi
(görmesi, seyri) râî olan
(görenin (aynaya bakanın) ) Hakk'ın
müşâhedesidir (görmesidir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hak kendi kendine nazar eder
(bakar) ve
binnetîce (sonuç olarak)
dahi râî (gören)
ayn-ı mer’î
(görülen kendisi) olur.
İşte "hikmet-i înâsiyye"nin
(inasiye (görme, bilme) ile
ilgili hikmetin) müstenid
(dayanağı (kanıtı) )
olduğu bu kadar ma'rifet,
(ilim, bilgi)
sâlikin (müridin)
ma'rifet-i tâmme-i kâmile
(tam, eksiksiz ilim)
sâhibi olması için kâfîdir. Zevkan
(manevi zevkle) bu
mertebeye vâsıl olmayan
(ulaşmayan) sâlikin
(müridin, hak yolcusunun)
himmeti (gayreti,
çabalaması) âlî
(yüce) olursa, Allah Teâlâ hazretleri onu bu
mertebeye vusûle (ulaşmaya)
muvaffak eder ve ona bu ma'rifette
(ilimde, bilgide)
doğru yolu gösterir.
والحمد لله على ذ لك
6 Zi'l-hicce 335 ve 24 Eylül 333; sabah sâat-i ezâni
2.5; yevm-i pazar.
Devam edecek |