Füsûs-ül Hikem

268. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

 BU FASS KELİME-İ LOKMÂNIYYE'DE VÂKI'
"HİKMET·İ İHSÂNİYYE" BEYÂNINDADIR

"Hikmet-i ihsâniyye"nin (ihsan (bağış, lütuf) ile ilgili hikmetin) Kelime-i Lokmâniyye'ye (Lokman kelimesine) tahsîsinin (ayrılmasının) vechi (şekli) budur ki: وَلَقَدْ آتَيْنَا لُقْمَانَ الْحِكْمَةَ   (Lokmân, 31/12) وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ  أُوتِيَ خَيْراً كَثِيراً      (Bakara, 2/269) Ya'nî "Biz Lokmân'a hikmet verdik"; "Ve hikmet verilen kimseye, hayr-ı kesîr (çok hayır) verildi" âyet-i kerîmesinin şehâdeti (şahitliği, delaleti) vechile (bakımından) Hz. Lokmân sâhib-i hikmettir (hikmet sahibidir) ve hikmet verilen kimseye hayr-ı kesîr (çok hayır) verilmiş olduğu için o sâhib-i hayırdır; (hayır sahibidir) ve hayır ise, ihsândır (bağıştır, lütuftur) ve ihsânın üç mertebesi vardır:

Birincisi: Ma'nâ-yı lûgavîsidir (sözlük manasıdır) ki, lâzım olan şey için lâzım olan fiili (işi, hareketi), lâzımı vech ile (gerektiği şekilde) işlemektir. Nitekim, hadis-i şerîfde buyrulur  إن  الله   كتب  الاحسان   على   كل   شي ء   فاذا   ذبحتم   فاحسنوا   الذبحة   واذا   قتلتم   فاحسنوا   القتلة   Ya'nî Allah Teâlâ her şey üzerine ihsânı yazdı; binâenaleyh (bundan dolayı) zebh ettiğiniz (hayvanı kestiğiniz) vakit, zebhayı (kesimi) güzel yapınız. Ve harben (savaşarak) küffârı (kafirleri) veyâ kısâsan (işlediği suçun aynısıyla cezalandırmak (öldüreni öldürmek gibi) kâtili öldürdüğünüz vakit, güzel öldürünüz!"

İkincisi: Huzûr-ı tâm ile (tam bir gönül rahatlığı içinde) gûyâ (diyelim ki) âbid (kul) Rabb'ini müşâhede eder (görür) gibi ibâdet etmektir. Nitekim hadis-i şerifde: الاحسا ان تعبد الله كأنك تراه   Yanî "İhsan, senin Rabb'ini görür gibi ibâdet etmendir" buyrulur.

Üçüncüsü: Rabb'i her şeyle berâber ve her şeyde müşâhede etmektir (görmektir). Nitekim, Hak Teâlâ buyurur:  وَمَن يُسْلِمْ  وَجْهَهُ إِلَى اللَّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَقَدِ اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى  (Lokmân: 31/22) Ya'nî  "Vechini Allâh'a teslim eden kimse, muhsindir (ihsan, lütuf sahibidir). Binâenaleyh (bundan dolayı) muhakkak urve-i vüskâya (sağlam kulpa, halkaya) temessük etti (tutundu)."  Ya'nî zâtını ve kalbini teslîm ettiği hînde (sırada) Allah Teâlâ'yı müşâhede eyledi (gördü).

İmdi "hikmet" ile "ihsân" arasındaki râbıta (bağ) zâhirdir. (açıktır) Zîrâ (çünkü) "hikmet" lügaten (sözlük manası olarak) “Bir şeyi yerine koymak” demektir ve bir şeyi yerine koymak ise, lâzım olan bir iştir. Ve "ihsân" ise lâzım olan bir işi lâzımı vech ile (gerektiği şekilde) işlemektir. Hz. Lokmân hikmet sâhibi olduğundan oğluna ihsân ile vasiyyet etti. Tafsîli (geniş açıklaması) fassın metninde (konunun içinde) gelecektir. Hz. Lokmân nebi midir (peygamber midir) yoksa racül-i sâlih (veli) midir, bunda ihtilâf (anlaşmazlık) vardır. Saîd İbnü'l Müseyyeb nübüvvetine (peygamberliğine) kâildir (inanmıştır). Ekserûn (bir çoğu) ise, velîdir, dediler. Hz. Şeyh-i Ekber (r.a.) nübüvvetine (Peygamberliğine) kâilen (inanarak) bu fass-ı münîfde (konu hakkında) onların hikmetini beyân buyurdular (anlattılar).

İlâh, rızk irâdesine meylettiği vakit, kevnin ecma'ı onun gdâsıdır ( 1 )

Fass-ı Dâvûdî (Davud konusunun) nihâyetlerinde (sonlarında) dahi izâh olunduğu (anlatıldığı) üzere meşiyyet (istek, dilek (Allah’ın iradesi) Zât'a ve irâde (arzu, dilek, istek) Mürîd ismine taalluk ettiği (bağıntılı olduğu) için, aralarında fark vardır "Meşiyyet" zâtın zuhûra (kendini göstermeye, açığa çıkmaya) meyl (eğilimi) ve hâhişidir (arzusudur).  Binâenaleyh (bundan dolayı) meşiyyet ayn-ı zâtdır (Zatın kendidir) ve îcâd (var etme, yaratma) ile i'dâmı (yok etmeyi, öldürmeyi) muhîttir (kavrar, kuşatır).  "İrâde" ise îcâda (yaratmaya) taallük eder (aittir, ilişkilidir). Şu halde meşiyyet, irâdeden eamdır (daha umumi ve geniştir). Gıdâ vücûd-ı insânîde (insanın vücudunda) ihtifâ eder (gizlenir) ve vücûd, gıdâ-yı muhtefînin (çeşitli gıdaların) ahkâmından (hükümlerinden) neşv ü nemâ bulup (yetişip,  gelişip) kesâfet (yoğunluk) peydâ eyler (bulur) ve gıdâ vücûdun rızkıdır.

Bu mukaddime (önsöz, başlangıç) ma'lûm olduktan (anlaşıldıktan) sonra, beyt-i şerîfin şerhan (açık anlatımla) ma'nâsı bu olur ki: Allah Teâlâ'nın meşiyyeti (arzusu (İlahi iradesi) ), kendi vücûdu (varlığı) için irâde-i rızka  taalluk ettiği (ilişkili, bağıntılı olduğu) vakit, kevnin (evrenin) ecma'ı (toplanmışı, bütün toplamı) O'nun gıdâsıdır. Zîrâ (çünkü) Hak, esmâ ve sıfâtı cihetinden (bakımından), âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz âlemde, dünyada) ancak a'yân-ı ekvân (kozmik alem (açığa çıkmış evren suretleri) ) ile zâhir olur (meydana çıkar, görülür). Ve zuhûr (kendini gösterme) ve butûn (gizlenme) ve esmâ ve sıfâttan kat'-ı nazar olundukda (geçildiğinde, gözardı edildiğinde), zâtı cihetinden (bakımından) âlemlerden (bütün yaratılmışlardan) ganîdir (doygundur, zengindir). İmdi mertebe-i ulûhiyette (vahdet mertebesinde) ve vâhidiyyette, (mana mertebesinde) vücûd-ı Hak'ta (Hakk’ın vücudunda) sübût bulan (mevcut, sabit olan) a'yân-ı sâbite, (ilmi suretler) onda ihtifâ eylediği (gizlendiği) ve vücûd-ı Hak, (Hakk’ın varlığı) a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) ile kesîf (koyu, katı) ve müteayyin olduğu (belirdiği, meydana çıktığı) cihetle, (bakımından) a'yân-ı mezkûre (adı geçen ilmi suretler) Hakk'ın gıdâsı ve Hak bunlar ile merzûk (rızıklanmış) olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) meşiyyet-i İlâhiyye (İlahi meşiyet (Allah’ın iradesi), irâde-i rızka taalluk ettiği (ile bağıntılı olduğu) vakit, a'yân-ı ekvânın (kevni varlıkların (ilmi suretlerin) ecma'ı (bütün hepsinin toplamı) Hakk'ın gıdâsı olur. Ve bu babdaki (konudaki) îzâhât (geniş açıklama) Fass-i İbrâhîmî'de (İbrahim bölümünde) mürûr etti. (geçti)

Ve eğer meşiyyet-i İlâhiyye bizim için irâde-i rızka taalluk aderse, o meşiyyeti iktizâ ettiği gibi  gıdâdır (2)

Ya'ni Zât-ı Hak (Hakk’ın Zatı), zuhûra (kendini göstermeye, meydana çıkmaya) meyledip (eğilim gösterip) bizi merzûk etmek (rızıklandırmak) isterse, meşiyyetin (İlahi iradenin) iktizâ ettiği (gerektirdiği) gibi, Hak bizim için gıdâdır. Zîrâ (çünkü) meşiyyet-i Zâtiyye (Allah’ın iradesi) iktizâsınca (gereğince), Hak kendi zâtına, kendi zâtı ile tecellî etdikde (göründüğünde, belirdiğinde) zâtında bi'l-kuvve (güç, kuvve olarak) mündemic olan (bulunan) niseb (sıfat) sûretleri, ilminde peydâ olur (meydana çıkar). Ve bu mertebe-i vâhidiyyette (mana, ilmi suretler mertebesinde) Zât-ı Hak (Hak’ın Zatı) bu suver-i İlmiyyede, (ilmi suretlerde) ya'nî a'yan-ı sâbitede (manalarda), ihtifâ eyler (gizlenir) ve Zât-ı Hak (Hak’ın zatı) bu sûrette (şekilde) a'yân-ı  sâbitenin (ilmi suretlerin) gıdâsı (besini) olup onları kendi vücûdu ile merzûk kılar (rızıklandırır, besler). Ve bu mertebeden sonra gelen ervâh (ruhlar) ve misâl (hayal) ve şehâdet (dünya) mertebelerinde dahi Hakk-ı latîf, (şeffaf (nurun nuru) olan hakk) kendi vücûdunu, bu a'yân-ı sâbite (ilmi suretler, manalar) hasebiyle teksîf etmiştir (sıklaştırmış, yoğunlaştırmış, latifliğini kaybettirmiştir). Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak bizi, kendi meşiyyeti (isteği, arzusu (ilahi dilemesi) iktizâ ettiği (gerektiği) gibi, kendi vücûdu ile icâd etmiştir (meydana getirmiştir, yaratmıştır). Ve gıdâ, (besin) mütegaddîde (gıdalananda, beslenende) nasıl ihtifâ etmiş (gizlenmiş) ise, hüviyyet-i Hak (Hak’ın Zatı) dahi bizim vücûdumuzda öylece muhtefî bulunmuştur (gizlenmiştir).

Misâl: Bulutun hüviyyeti (zatı) buhardır. Zîrâ (çünkü) bulut buharın şekl-i mütekâsifidir (kesifleşmiş, yoğunlaşmış şeklidir). Ondan sonra bir derece daha tekâsüf edince (kesifleşince, yoğunlaşınca) su olur; yine tekasüf ettiği (yoğunlaştığı) vakit, buz olur. Bulutun, suyun ve buzun vücûdlarında ihtifâ eden (gizlenen) buhardır. Binâenaleyh (bundan dolayı) buhar cümlesinin (hepsinin) gıdâsı (besini) olur; ve onların cümlesini (hepsini) kendi vücûduyla merzûk kılmış (rızıklandırmış, beslemiş) bulunur.

O'nun meşiyyeti, irâdesidir. Binâenaleyh deyiniz ki, O meşiyetle irâdeyi diledi. Böyle olunca irâde, meşiyetin murâdıdır (3).

Ya'nî "meşiyyet", (ilahi irade) Zât'ın aynıdır. Zîrâ (çünkü) Zât'ın zuhûra (kendini göstermeye) olan meylidir. (eğilimidir (isteğidir) Ve "irâde" Mürîd isminin menşe'i (çıktığı yer) olan sıfattır. Ve sıfat ise şuûnât-ı zâtiyyeden (zatın işlerinden, fiillerinden) ibâret olduğu cihetle (bakımından) zâtın aynıdır ve kezâ (aynı şekilde) meşiyyet (ilahi irade) icâd (var etme, yaratma) ve i'dâma (yok etmeye, öldürmeye) taalluk eder (aittir, ilişkilidir).  İrâde ise, yalnız icâda (var etmeye, yaratmaya) taalluk eder (aittir, bağıntılıdır). Binâenaleyh (bundan dolayı) ma'dûm (yok) olan bir şeyin icâdında (yaratılmasında) "meşiyyet" ile "irâde" müttehid (birlikte) ve müttefik (birleşmiş) olurlar. İşte bu i'tibârât (faraziyeler, var sayılanlar) üzere Hakk'ın meşiyyeti, (istemesi) onun irâdesi olmuş olur. İmdi zât-ı Hak (Hak’ın zatı), zuhûra (açığa çıkmaya) meyl (eğilim) ve hâhiş  (istek, arzu) gösterdikde, bu meşiyyeti (İlahi arzusu) ile bi'l-cümle sıfâtın (bütün sıfatların) sübûtunu (sabitleşmelerini, mevcut olmalarını) diledi. Ve irâde ise bu sıfatlardan bir sıfattır. Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak bu meyanda (arada) meşiyyeti (İlahi dileği) İle irâdeyi de diledi ve meşiyyet irâdeyi dileyince irâde meşiyyetin murâdı olmuş olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) meşiyyet ve irâde hakkında, siz bu zikr olunan (anlatılan) hükmü veriniz.

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 08.05.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com