BU
FASS KELİME-İ LOKMÂNIYYE'DE VÂKI'
"HİKMET·İ İHSÂNİYYE" BEYÂNINDADIR
"Hikmet-i ihsâniyye"nin
(ihsan (bağış, lütuf) ile ilgili hikmetin)
Kelime-i Lokmâniyye'ye
(Lokman kelimesine) tahsîsinin
(ayrılmasının) vechi
(şekli) budur ki:
وَلَقَدْ آتَيْنَا لُقْمَانَ الْحِكْمَةَ
(Lokmân, 31/12)
وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ
أُوتِيَ خَيْراً كَثِيراً
(Bakara,
2/269) Ya'nî "Biz Lokmân'a hikmet verdik"; "Ve hikmet
verilen kimseye, hayr-ı kesîr
(çok hayır) verildi"
âyet-i kerîmesinin şehâdeti
(şahitliği, delaleti) vechile
(bakımından)
Hz. Lokmân sâhib-i hikmettir
(hikmet sahibidir) ve
hikmet verilen kimseye hayr-ı kesîr
(çok hayır) verilmiş
olduğu için o sâhib-i hayırdır;
(hayır sahibidir) ve
hayır ise, ihsândır
(bağıştır, lütuftur) ve ihsânın üç mertebesi
vardır:
Birincisi: Ma'nâ-yı lûgavîsidir
(sözlük manasıdır)
ki, lâzım olan şey için lâzım olan fiili
(işi, hareketi),
lâzımı vech ile
(gerektiği şekilde) işlemektir. Nitekim,
hadis-i şerîfde buyrulur
إن
الله كتب الاحسان على كل شي ء فاذا ذبحتم
فاحسنوا الذبحة واذا قتلتم فاحسنوا القتلة
Ya'nî
Allah Teâlâ her şey üzerine ihsânı yazdı; binâenaleyh
(bundan dolayı) zebh
ettiğiniz (hayvanı
kestiğiniz) vakit, zebhayı
(kesimi) güzel
yapınız. Ve harben
(savaşarak) küffârı
(kafirleri) veyâ
kısâsan (işlediği suçun
aynısıyla cezalandırmak (öldüreni öldürmek gibi)
kâtili öldürdüğünüz vakit, güzel öldürünüz!"
İkincisi: Huzûr-ı tâm ile
(tam bir gönül rahatlığı içinde) gûyâ
(diyelim ki) âbid
(kul) Rabb'ini
müşâhede eder (görür)
gibi ibâdet etmektir. Nitekim hadis-i şerifde:
الاحسا ان تعبد الله كأنك تراه
Yanî
"İhsan, senin Rabb'ini görür gibi ibâdet etmendir"
buyrulur.
Üçüncüsü: Rabb'i her şeyle berâber ve her şeyde müşâhede
etmektir (görmektir).
Nitekim, Hak Teâlâ buyurur:
وَمَن
يُسْلِمْ
وَجْهَهُ إِلَى اللَّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَقَدِ
اسْتَمْسَكَ بِالْعُرْوَةِ الْوُثْقَى
(Lokmân: 31/22) Ya'nî "Vechini Allâh'a teslim eden
kimse, muhsindir (ihsan,
lütuf sahibidir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) muhakkak urve-i vüskâya
(sağlam kulpa, halkaya)
temessük etti (tutundu)."
Ya'nî zâtını ve kalbini teslîm ettiği hînde
(sırada) Allah
Teâlâ'yı müşâhede eyledi
(gördü).
İmdi "hikmet" ile "ihsân" arasındaki râbıta
(bağ) zâhirdir.
(açıktır) Zîrâ
(çünkü) "hikmet" lügaten
(sözlük manası olarak)
“Bir şeyi yerine koymak” demektir ve bir şeyi yerine
koymak ise, lâzım olan bir iştir. Ve "ihsân" ise lâzım
olan bir işi lâzımı vech ile
(gerektiği şekilde) işlemektir. Hz. Lokmân
hikmet sâhibi olduğundan oğluna ihsân ile vasiyyet etti.
Tafsîli (geniş açıklaması)
fassın metninde
(konunun içinde) gelecektir. Hz. Lokmân nebi
midir (peygamber midir)
yoksa racül-i sâlih (veli)
midir, bunda ihtilâf
(anlaşmazlık) vardır.
Saîd İbnü'l Müseyyeb nübüvvetine
(peygamberliğine)
kâildir (inanmıştır).
Ekserûn (bir çoğu)
ise, velîdir, dediler. Hz. Şeyh-i Ekber
(r.a.) nübüvvetine
(Peygamberliğine) kâilen
(inanarak) bu fass-ı
münîfde (konu hakkında)
onların hikmetini beyân buyurdular
(anlattılar).
İlâh, rızk irâdesine meylettiği vakit, kevnin ecma'ı
onun gdâsıdır ( 1 )
Fass-ı Dâvûdî (Davud
konusunun) nihâyetlerinde
(sonlarında) dahi
izâh olunduğu (anlatıldığı)
üzere meşiyyet
(istek, dilek (Allah’ın iradesi) Zât'a ve
irâde (arzu, dilek, istek)
Mürîd ismine taalluk ettiği
(bağıntılı olduğu)
için, aralarında fark vardır "Meşiyyet" zâtın zuhûra
(kendini göstermeye, açığa
çıkmaya) meyl
(eğilimi) ve hâhişidir
(arzusudur).
Binâenaleyh
(bundan dolayı)
meşiyyet ayn-ı zâtdır (Zatın
kendidir) ve îcâd
(var etme, yaratma) ile i'dâmı
(yok etmeyi, öldürmeyi)
muhîttir (kavrar,
kuşatır).
"İrâde" ise îcâda
(yaratmaya) taallük eder
(aittir, ilişkilidir).
Şu halde meşiyyet, irâdeden eamdır
(daha umumi ve geniştir).
Gıdâ vücûd-ı insânîde
(insanın vücudunda)
ihtifâ eder (gizlenir)
ve vücûd, gıdâ-yı muhtefînin
(çeşitli gıdaların)
ahkâmından (hükümlerinden)
neşv ü nemâ bulup
(yetişip, gelişip) kesâfet
(yoğunluk) peydâ
eyler (bulur) ve
gıdâ vücûdun rızkıdır.
Bu mukaddime (önsöz,
başlangıç) ma'lûm olduktan
(anlaşıldıktan)
sonra, beyt-i şerîfin şerhan
(açık anlatımla) ma'nâsı bu olur ki: Allah
Teâlâ'nın meşiyyeti (arzusu
(İlahi iradesi) ),
kendi vücûdu
(varlığı) için irâde-i rızka
taalluk ettiği
(ilişkili, bağıntılı olduğu)
vakit, kevnin
(evrenin) ecma'ı
(toplanmışı, bütün toplamı) O'nun gıdâsıdır.
Zîrâ (çünkü) Hak,
esmâ ve sıfâtı cihetinden
(bakımından),
âlem-i şehâdette
(içinde bulunduğumuz âlemde, dünyada) ancak
a'yân-ı ekvân (kozmik alem
(açığa çıkmış evren suretleri) ) ile zâhir
olur (meydana çıkar, görülür).
Ve zuhûr (kendini
gösterme) ve butûn
(gizlenme) ve esmâ ve
sıfâttan kat'-ı nazar olundukda
(geçildiğinde, gözardı
edildiğinde),
zâtı cihetinden
(bakımından) âlemlerden
(bütün yaratılmışlardan)
ganîdir (doygundur,
zengindir).
İmdi mertebe-i ulûhiyette
(vahdet mertebesinde)
ve vâhidiyyette, (mana
mertebesinde) vücûd-ı Hak'ta
(Hakk’ın vücudunda)
sübût bulan (mevcut, sabit
olan) a'yân-ı sâbite,
(ilmi suretler) onda
ihtifâ eylediği (gizlendiği)
ve vücûd-ı Hak,
(Hakk’ın varlığı) a'yân-ı sâbite
(ilmi suretler) ile
kesîf (koyu, katı)
ve müteayyin olduğu
(belirdiği, meydana çıktığı) cihetle,
(bakımından) a'yân-ı
mezkûre (adı geçen ilmi
suretler) Hakk'ın gıdâsı ve Hak bunlar ile
merzûk (rızıklanmış)
olur. Binâenaleyh (bundan
dolayı) meşiyyet-i İlâhiyye
(İlahi meşiyet (Allah’ın
iradesi),
irâde-i rızka
taalluk ettiği (ile
bağıntılı olduğu) vakit, a'yân-ı ekvânın
(kevni varlıkların (ilmi
suretlerin) ecma'ı
(bütün hepsinin toplamı)
Hakk'ın gıdâsı olur. Ve bu babdaki
(konudaki) îzâhât
(geniş açıklama)
Fass-i İbrâhîmî'de
(İbrahim bölümünde) mürûr etti.
(geçti)
Ve eğer meşiyyet-i İlâhiyye bizim için irâde-i rızka
taalluk aderse, o meşiyyeti iktizâ ettiği gibi gıdâdır
(2)
Ya'ni Zât-ı Hak (Hakk’ın
Zatı),
zuhûra (kendini göstermeye,
meydana çıkmaya) meyledip
(eğilim gösterip) bizi merzûk etmek
(rızıklandırmak)
isterse, meşiyyetin (İlahi
iradenin) iktizâ ettiği
(gerektirdiği) gibi,
Hak bizim için gıdâdır. Zîrâ
(çünkü) meşiyyet-i Zâtiyye
(Allah’ın iradesi)
iktizâsınca (gereğince),
Hak kendi zâtına, kendi zâtı ile tecellî
etdikde (göründüğünde,
belirdiğinde) zâtında bi'l-kuvve
(güç, kuvve olarak)
mündemic olan (bulunan)
niseb (sıfat)
sûretleri, ilminde peydâ olur
(meydana çıkar).
Ve bu mertebe-i vâhidiyyette
(mana, ilmi suretler
mertebesinde) Zât-ı Hak
(Hak’ın Zatı) bu
suver-i İlmiyyede, (ilmi
suretlerde) ya'nî a'yan-ı sâbitede
(manalarda),
ihtifâ eyler
(gizlenir) ve Zât-ı Hak
(Hak’ın zatı) bu
sûrette (şekilde)
a'yân-ı sâbitenin (ilmi
suretlerin) gıdâsı
(besini) olup onları
kendi vücûdu ile merzûk kılar
(rızıklandırır, besler).
Ve bu mertebeden sonra gelen ervâh
(ruhlar) ve misâl
(hayal) ve şehâdet
(dünya)
mertebelerinde dahi Hakk-ı latîf,
(şeffaf (nurun nuru) olan hakk)
kendi vücûdunu, bu a'yân-ı sâbite
(ilmi suretler, manalar)
hasebiyle teksîf etmiştir
(sıklaştırmış, yoğunlaştırmış,
latifliğini kaybettirmiştir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hak bizi, kendi meşiyyeti
(isteği, arzusu (ilahi dilemesi)
iktizâ ettiği
(gerektiği) gibi, kendi vücûdu ile icâd
etmiştir (meydana
getirmiştir, yaratmıştır).
Ve gıdâ, (besin)
mütegaddîde
(gıdalananda, beslenende) nasıl ihtifâ etmiş
(gizlenmiş) ise,
hüviyyet-i Hak (Hak’ın Zatı)
dahi bizim vücûdumuzda öylece muhtefî
bulunmuştur (gizlenmiştir).
Misâl:
Bulutun hüviyyeti (zatı)
buhardır. Zîrâ
(çünkü) bulut buharın şekl-i mütekâsifidir
(kesifleşmiş, yoğunlaşmış
şeklidir).
Ondan sonra bir derece daha tekâsüf edince
(kesifleşince, yoğunlaşınca)
su olur; yine tekasüf ettiği
(yoğunlaştığı) vakit,
buz olur. Bulutun, suyun ve buzun vücûdlarında ihtifâ
eden (gizlenen)
buhardır. Binâenaleyh (bundan
dolayı) buhar cümlesinin
(hepsinin) gıdâsı
(besini) olur; ve
onların cümlesini (hepsini)
kendi vücûduyla merzûk kılmış
(rızıklandırmış, beslemiş)
bulunur.
O'nun meşiyyeti, irâdesidir. Binâenaleyh deyiniz ki, O
meşiyetle irâdeyi diledi. Böyle olunca irâde, meşiyetin
murâdıdır (3).
Ya'nî "meşiyyet", (ilahi
irade) Zât'ın aynıdır. Zîrâ
(çünkü) Zât'ın zuhûra
(kendini göstermeye)
olan meylidir.
(eğilimidir (isteğidir) Ve "irâde" Mürîd
isminin menşe'i (çıktığı yer)
olan sıfattır. Ve sıfat ise şuûnât-ı
zâtiyyeden (zatın işlerinden,
fiillerinden) ibâret olduğu cihetle
(bakımından) zâtın
aynıdır ve kezâ (aynı
şekilde) meşiyyet
(ilahi irade) icâd
(var etme, yaratma)
ve i'dâma (yok etmeye,
öldürmeye) taalluk eder
(aittir, ilişkilidir).
İrâde ise, yalnız
icâda (var etmeye, yaratmaya) taalluk eder
(aittir, bağıntılıdır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) ma'dûm
(yok) olan bir şeyin
icâdında (yaratılmasında)
"meşiyyet" ile "irâde" müttehid
(birlikte) ve
müttefik (birleşmiş)
olurlar. İşte bu i'tibârât
(faraziyeler, var sayılanlar)
üzere Hakk'ın meşiyyeti,
(istemesi) onun
irâdesi olmuş olur. İmdi zât-ı Hak
(Hak’ın zatı),
zuhûra (açığa çıkmaya) meyl (eğilim)
ve hâhiş (istek, arzu)
gösterdikde, bu meşiyyeti
(İlahi arzusu) ile
bi'l-cümle sıfâtın (bütün
sıfatların) sübûtunu
(sabitleşmelerini, mevcut
olmalarını) diledi. Ve irâde ise bu
sıfatlardan bir sıfattır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hak
bu meyanda (arada)
meşiyyeti (İlahi dileği)
İle irâdeyi de diledi ve meşiyyet irâdeyi
dileyince irâde meşiyyetin murâdı olmuş olur.
Binâenaleyh (bundan dolayı) meşiyyet ve irâde hakkında, siz bu zikr olunan
(anlatılan) hükmü
veriniz.
Devam edecek |