Füsûs-ül Hikem

269. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

 BU FASS KELİME-İ LOKMÂNIYYE'DE VÂKI'
"HİKMET·İ İHSÂNİYYE" BEYÂNINDADIR

Ziyâdeyi irâde eder ve naksı irâde eder. Halbuki O'nun meşiyyetinden gâyri meşiyyet yoktur (4).

Ya'nî meşiyyet ba'zan ziyâdeyi (artmayı), ya'nî ma'dûm (yok) olan şeyin îcâdını (yaratılmasını) irâde eder (ister) ve ba'zan dahi naksı (eksilmeyi) ya'nî mevcûd olan şeyin i'dâmını (yok olmasını, ölmesini) irâde eyler (ister). Halbuki gerek îcâd (yaratmada) ve gerek i'dâmda (öldürmede) meşiyyet-i  mutlakadan (mutlak meşiyetten) gayri (başka) Hakk'ın meşiyyeti yoktur.

İmdi bu, ikisinin arasındaki farktır. Binâenaleyh tahkîk et! Ve bir vecihden ikisinin "ayn"ı birdir (5).

Ya'ni bâlâda (yukarıda) îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere meşiyyet (İlahi irade)  ile irâde arasında bir vecihden (yönden) fark ve mübâyenet (zıtlık) vardır. Bu farkı tahkîk et (iyi araştır)! Ve bir vecihden (yönden) dahi Hakk'ın meşiyyeti, O'nun irâdesi olduğundan ikisinin ayn"ı (zatı) müsâvî (eşit) ve müttehiddir (birleşiktir, birdir).

Allah Teâlâ وَلَقَدْ آتَيْنَا لُقْمَانَ الْحِكْمَةَ   (Lokmân, 31/12);  وَمَن يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ  أُوتِيَ خَيْراً كَثِيراً (Bakara, 2/269) ya'nî "Muhakkak biz Lokmân'a hikmeti i'tâ ettik"; "Ve hikmet verilen kimseye muhakkak hayr-ı kesîr i'tâ olundu" buyurdu. Binâenaleyh, Lokmân nass ile ve Allah Teâlâ onun için buna şehâdet etmekle, hayr-ı kesîr sâhibidir. Ve hikmet ba'zan mütelaffazun-bihâ ve ba'zan meskûtün-anhâ olur. Lokmân'ın oğluna olan   يَا بُنَيَّ إِنَّهَا إِن تَكُ  مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِّنْ خَرْدَلٍ فَتَكُن فِي صَخْرَةٍ أَوْ فِي السَّمَاوَاتِ أَوْ فِي  الْأَرْضِ يَأْتِ بِهَا اللَّهُ   (Lokmân, (31/16) Ya'nî "EY oğulcuğum! Muhakkak, insanın erzâk ve a'mâli, eğer hardaldan bir habbe miskâli olsa, o amel ve rızık habbesi bir kaya içinde, yâhut göklerde veyâ arzda bulunsa, Allah Teâlâ onu ihzâr eder" kavli gibi ki, işte bu hikmet, hikmet-i mantûkun-bihâdır. O da budur ki: Lokmân Allah Teâlâ'yı, o habbe ile muhzır kıldı ve Allah Teâlâ bunu kitabında takrîr etti ve bu kavli kâiline reddetmedi (6)

Hikmet, hakâyık-ı eşyâya (varlıkların hakikâtlerini) hâliyle (normal olarak (olduğu hal üzere) ma'rifettir (bilmektir).Zîrâ (çünkü) ancak hakâik-ı eşyâyı (varlıkların hakikâtlerini) lâyıkıyla (yaraşır şekilde) ârif olan (bilen) kimse, hükmünü mahalline (yerine) vaz' eder (koyar). Hikmetten bî-behre (nasipsiz) olanların eşyâ (varlıklar) hakkında verdikleri hüküm, yerinde olmaz. Onların hükümleri hatâdan sâlim (sağlam, emin) değildir. Allah Teâlâ hazretleri bâlâda (yukarıda) zikr olunan (adı geçen) âyet-i kerîmede ve nass-ı münîfde (kesin açık delilde,Kuran ayetinde) şehâdet buyurduğu (şahitlik ettiği) üzere, Hz. Lokmân'a  hikmet verdi ve hikmet ise, hayr-ı kesirdir (çok hayırdır). Ve hikmet ba'zan söylenir ve ba'zan meskût bırakılır (söylenmez). Ve telaffuz olunan (söylenmiş) ve söylenen hikmet, Hz. Lokmân'ın oğluna hitâben (yüz yüze konuşarak) beyân ettiği (anlattığı) kelâmdır (sözdür) ki, Hak Teâlâ onu bâlâda (yukarıda) zikrolunan (adı geçen) âyet-i kerîmede bildirdi. İşte bu hikmet, mantûkun-bihâ (söylenmiş) olan, ya'nî söylenilen hikmettir. Zîrâ (çünkü) Hz. Lokmân, Allah Teâlâ'yı habbe (taneler (arpa, buğday gibi şeyler) ile muhzır (bağımsız, bir yere bağlı olmayan kumandan) kıldı ve Hak Teâlâ bu kelâmı (sözleri) kâili olan (söyleyen) Hz. Lokmân'a reddetmeyip (geri çevirmeyip) kendi kitâbında zikretti (anlattı). Ve bu hikmet, Allah Teâlâ hazretlerinin kâffe-i eşyâyı (varlıkların hepsini) zâtıyla ve ilmi ile muhit olduğunu (kuşattığını, ihata ettiğini) bildikten sonra söylenebilir. İşte bu kelâm, hakayık-ı eşyânın (varlıkların hakikâtlerini) ke-mâ-hiye (olduğu gibi) ma'rifetine (bilmeye) taalluk ettiği (bağlı, bağıntılı olduğu) için Hak, onu kâiline (söyleyene) reddetmedi (geri çevirmedi) de, kitâb-ı kerîminde (Kuran’ı Kerim’de) bu hakîkatı ümmet-i Muhammed'e (Muhammed’in ümmetine) ihbâr buyurdu (bildirdi, haber verdi). Zîrâ (çünkü) Hak Teâlâ وَاللَّهُ مِن وَرَائِهِم مُّحِيطٌ   (Bürûc, 85/20) ve وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ     (Hadîd, 57/4) âyet-i kerîmeleri mûcibince (gereğince), bi'l-cümle (bütün) ulvî'ı (üst) ve süflî (alt) merâtibi (mertebeleri) zâtıyla muhîttir (kuşatmıştır, ihata etmiştir). Şu halde, her ihzâr kıldığı (huzura getirdiği) rûhâni (ruhla ilgili) ve sûri (suret ile ilgili) erzâk ve ağdiyenin (yiyilip içilecek şeylerin) Hak Teâlâ hazretleri, hakîkat cihetinden (yönünden) "ayn"ı (zatı, hüviyeti) olur.

Ve hikmet-i meskûtün-anhâya gelince, halbuki o, karîne-i hâl ile bilindi, habbe ile mü'tâ-ileyh olandan onun sâkit olmasıdır. İmdi, onu zikretmedi ve oğluna "Allah onu sana veyâ senin gayrına ihzâr eder" demedi. Bniâenaleyh ityânı âmmen irsâl etti ve nâzırın, Allah Teâlâ'nın     وَهُوَ اللّهُ فِي السَّمَاوَاتِ وَفِي الأَرْضِ (En'âm, 6/3) kavline nazar etmesi için tenbîh olarak / mü'tâ-bihi semâvâtta veyâhut arzda kıldı (7).

Ya’nî Hz. Lokmân'ın oğluna hitâben söyleyip Kur'ân'da ihbâr buyrulan (bildirilen) kelâmda (sözlerde) meskût bıraktığı (söylemediği) hikmet, habbenin (hububatın) kime ityân olunduğunu (getirildiği) beyân etmemesidir (açıklamamasıdır). Hz. Lokmân yalnız, habbe (taneler, tohumlar) ister semâvâtta (gökte), ister yerde ve ister kaya içinde olsun. Allah Tealâ onu ihzâr eder (hazırlar), dedi. Bu habbe (tanelerin) kendisine ihzâr olunan (hazırlanan) şahsı zikretmedi (söylemedi) ve Allah, tahsîsan (mahsus kılarak, özel olarak) o habbeyi sana ve senden başkalarına getirir, demedi. Belki habbenin (hububatın) ihzârını (hazır edilmesini) sûret-i umûmiyyede (genel bir şekilde) zikretti (andı, söyledi). Ve Hz. Lokmân, nâzırın (bakanın) "O göklerde, yerde Allah'dır" (En'âm, 6/3) âyet-i kerîmesine nazar etmesi (bakması) için, tenbîh (uyarı, ikaz) olmak üzere ihzâr olunan (hazırlanan) habbeyi (tahılı) semavâtta (gökte) veyâ arzda (yerde) kıldı. Ve Hz. Lokmân'ın tahsîs etmeyip (mahsus, özel kılmayıp) ta'mîm etmesindeki (umumileştirmesindeki, genelleştirmesindeki) hikmet budur ki: Allah Teâlâ, taayyünât-ı semâviyye ve arzıyye (semada ve yerde meydana çıkanlar) ile müteayyindir (bellidir, meydandadır) ve Hak o taayyünât (meydana çıkanlar) ile müteayyin (belirince, belli) olunca bi't-tabi' (doğal olarak) onların cümlesinde (hepsinde) hâzırdır (bizzat bulunmaktadır). Gerek sûrî (suret ile alakalı) ve gerek ma'nevî (maneviyat ile alakalı) erzâk (besin) dahi o müteayyinât (zahir olmuşların) cümlesindendir ve kezâlik (aynı şekilde) merzûk (rızıklanmış) olan eşhâs (kimseler) dahi âmmeten (genel olarak, hepsi) bu müteayyinâta (zahir olmuşlara) dâhildir. Binâenaleyh (bundan dolayı) Allah Tealâ rızk ile merzûkun (rızıklanmışın) "ayn"ı (zatı, hakikâti) olup rızkı bu haysiyyetle (sebeple) âmmeye (umuma (herkese) getirir. Zîrâ (çünkü) Allâh'ın yerde ve göklerde Allâh olması, bi'l-cümle taayyünât-ı semâviyye ve arzıyye (yerde ve göklerde meydana gelenler, belirenler) ile müteayyin olup (belli olup görünüp) onlarda hâzır olmasına (bizzat bulunmasına) mütevakkıfdır (bağlıdır). Ve eğer taayyünâtın (meydana çıkmışların, belirmişlerin) ve rızk ile merzûkun (rızıklananın) gayrı (başkası) olsa, vücûd-ı Hakk'ın (Hakk’ın vücudunun) mahdûd (sınırı) olması ve onun hudûd-ı vücûdu, (vücudunun sınırı) bunların hudûdundan (sınırından) ayrı bulunması lâzım gelip bu sûrette (şekilde) âmmeye (umuma, genele) ityân-ı rızk (rızk getirmek) müşkil (zor) olurdu. Binâenaleyh (bundan dolayı) Allah Teâlâ vücûd-ı latîfini (şeffaf, latif olan vücudunu) teksîf edip (yoğunlaştırıp) bizim a'yân-ı ademiyyemizin (açığa çıkmamış ilmi suretlerimizin) gıdâsı ve rızkı olduğu gibi, vücûd-ı kevnî (kozmik varlık) ve hissîde (dünyada) dahi gıdâ sûretinde (şeklinde) bizim rızkımız oldu.

Ey tâlib-i hakîkat (hakikâti talep eden, isteyen kişi), bu sözlerden ürkme! Vücûd (varlık) birdir, o da Hakk’ın vücûd-ı hakîkîsidir (gerçek varlığıdır). O vücûd-ı hakîkî (gerçek varlık) her bir mertebede birer sûretle (bir surete, şekle girerek) cilve-ger olur (cilve eder (tecelli eder, görünür) ). Suver-i kesîre (çokluk suretleri), esmâsının kesretinden (çokluğundan) münbaisdir (ileri gelmiştir). Vahdet-i vücûdu (varlığın tekliğini) tasdîkten (doğrulamaktan, onaylamaktan) ürken ancak evhâmdır (vehimlerdir, kuşkulardır).  Zîrâ (çünkü) nazar-ı vehmî (vehmi görüş) Hakk'ın vücûduyla (varlığıyla) vücûd-ı kevni (kozmik varlığı, evreni) ayrı görür.

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 15.05.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com