BU
FASS KELİME-İ LOKMÂNIYYE'DE VÂKI'
"HİKMET·İ İHSÂNİYYE" BEYÂNINDADIR
Ziyâdeyi irâde eder ve naksı irâde eder. Halbuki O'nun
meşiyyetinden gâyri meşiyyet yoktur (4).
Ya'nî meşiyyet ba'zan ziyâdeyi
(artmayı),
ya'nî ma'dûm (yok)
olan şeyin îcâdını
(yaratılmasını) irâde
eder (ister) ve
ba'zan dahi naksı (eksilmeyi)
ya'nî mevcûd olan şeyin i'dâmını
(yok olmasını, ölmesini)
irâde eyler (ister).
Halbuki gerek îcâd
(yaratmada) ve gerek
i'dâmda (öldürmede)
meşiyyet-i mutlakadan
(mutlak meşiyetten) gayri
(başka) Hakk'ın
meşiyyeti yoktur.
İmdi bu, ikisinin arasındaki farktır. Binâenaleyh tahkîk
et! Ve bir vecihden ikisinin "ayn"ı birdir (5).
Ya'ni bâlâda (yukarıda)
îzâh olunduğu
(anlatıldığı) üzere meşiyyet
(İlahi irade) ile
irâde arasında bir vecihden
(yönden) fark ve mübâyenet
(zıtlık) vardır. Bu
farkı tahkîk et (iyi araştır)!
Ve bir vecihden
(yönden) dahi Hakk'ın meşiyyeti, O'nun
irâdesi olduğundan ikisinin ayn"ı
(zatı) müsâvî
(eşit)
ve müttehiddir
(birleşiktir, birdir).
Allah Teâlâ
وَلَقَدْ آتَيْنَا لُقْمَانَ الْحِكْمَةَ
(Lokmân, 31/12);
وَمَن
يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ
أُوتِيَ خَيْراً كَثِيراً
(Bakara, 2/269) ya'nî "Muhakkak biz Lokmân'a hikmeti
i'tâ ettik"; "Ve hikmet verilen kimseye muhakkak hayr-ı
kesîr i'tâ olundu" buyurdu. Binâenaleyh, Lokmân nass ile
ve Allah Teâlâ onun için buna şehâdet etmekle, hayr-ı
kesîr sâhibidir. Ve hikmet ba'zan mütelaffazun-bihâ ve
ba'zan meskûtün-anhâ olur. Lokmân'ın oğluna olan
يَا
بُنَيَّ إِنَّهَا إِن تَكُ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِّنْ
خَرْدَلٍ فَتَكُن فِي صَخْرَةٍ أَوْ فِي السَّمَاوَاتِ
أَوْ فِي
الْأَرْضِ
يَأْتِ بِهَا اللَّهُ
(Lokmân,
(31/16) Ya'nî "EY oğulcuğum! Muhakkak, insanın erzâk ve
a'mâli, eğer hardaldan bir habbe miskâli olsa, o amel ve
rızık habbesi bir kaya içinde, yâhut göklerde veyâ arzda
bulunsa, Allah Teâlâ onu ihzâr eder" kavli gibi ki, işte
bu hikmet, hikmet-i mantûkun-bihâdır. O da budur ki:
Lokmân Allah Teâlâ'yı, o habbe ile muhzır kıldı ve Allah
Teâlâ bunu kitabında takrîr etti ve bu kavli kâiline
reddetmedi (6)
Hikmet, hakâyık-ı eşyâya
(varlıkların hakikâtlerini) hâliyle
(normal olarak (olduğu hal
üzere) ma'rifettir
(bilmektir).Zîrâ
(çünkü) ancak
hakâik-ı eşyâyı (varlıkların
hakikâtlerini) lâyıkıyla
(yaraşır şekilde)
ârif olan (bilen)
kimse, hükmünü mahalline
(yerine) vaz' eder
(koyar).
Hikmetten bî-behre
(nasipsiz) olanların
eşyâ (varlıklar)
hakkında verdikleri hüküm, yerinde olmaz. Onların
hükümleri hatâdan sâlim
(sağlam, emin) değildir. Allah Teâlâ
hazretleri bâlâda (yukarıda)
zikr olunan (adı
geçen) âyet-i kerîmede ve nass-ı münîfde
(kesin açık delilde,Kuran
ayetinde) şehâdet buyurduğu
(şahitlik ettiği)
üzere, Hz. Lokmân'a hikmet verdi ve hikmet
ise, hayr-ı kesirdir (çok
hayırdır). Ve
hikmet ba'zan söylenir ve ba'zan meskût bırakılır
(söylenmez).
Ve telaffuz olunan
(söylenmiş) ve
söylenen hikmet, Hz. Lokmân'ın oğluna hitâben
(yüz yüze konuşarak)
beyân ettiği (anlattığı)
kelâmdır (sözdür)
ki, Hak Teâlâ onu bâlâda
(yukarıda) zikrolunan
(adı geçen) âyet-i
kerîmede bildirdi. İşte bu hikmet, mantûkun-bihâ
(söylenmiş) olan,
ya'nî söylenilen hikmettir. Zîrâ
(çünkü) Hz. Lokmân,
Allah Teâlâ'yı habbe (taneler
(arpa, buğday gibi şeyler) ile muhzır
(bağımsız, bir yere bağlı
olmayan kumandan) kıldı ve Hak Teâlâ bu
kelâmı (sözleri)
kâili olan (söyleyen)
Hz. Lokmân'a reddetmeyip
(geri çevirmeyip) kendi kitâbında zikretti
(anlattı).
Ve bu hikmet, Allah Teâlâ hazretlerinin
kâffe-i eşyâyı (varlıkların
hepsini) zâtıyla ve ilmi ile muhit olduğunu
(kuşattığını, ihata ettiğini)
bildikten sonra söylenebilir. İşte bu kelâm,
hakayık-ı eşyânın
(varlıkların hakikâtlerini) ke-mâ-hiye
(olduğu gibi)
ma'rifetine (bilmeye)
taalluk ettiği (bağlı,
bağıntılı olduğu) için Hak, onu kâiline
(söyleyene)
reddetmedi (geri çevirmedi)
de, kitâb-ı kerîminde
(Kuran’ı Kerim’de) bu hakîkatı ümmet-i Muhammed'e
(Muhammed’in ümmetine)
ihbâr buyurdu (bildirdi,
haber verdi).
Zîrâ (çünkü)
Hak Teâlâ
وَاللَّهُ مِن وَرَائِهِم
مُّحِيطٌ
(Bürûc,
85/20) ve
وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ
(Hadîd,
57/4) âyet-i kerîmeleri mûcibince
(gereğince),
bi'l-cümle (bütün)
ulvî'ı (üst)
ve süflî (alt)
merâtibi
(mertebeleri) zâtıyla muhîttir
(kuşatmıştır, ihata etmiştir).
Şu halde, her ihzâr kıldığı
(huzura getirdiği)
rûhâni (ruhla ilgili)
ve sûri (suret ile
ilgili) erzâk ve ağdiyenin
(yiyilip içilecek şeylerin)
Hak Teâlâ hazretleri, hakîkat cihetinden
(yönünden) "ayn"ı
(zatı, hüviyeti)
olur.
Ve hikmet-i meskûtün-anhâya gelince, halbuki o, karîne-i
hâl ile bilindi, habbe ile mü'tâ-ileyh olandan onun
sâkit olmasıdır. İmdi, onu zikretmedi ve oğluna
"Allah onu sana veyâ senin gayrına ihzâr eder"
demedi. Bniâenaleyh ityânı âmmen irsâl etti ve nâzırın,
Allah Teâlâ'nın
وَهُوَ
اللّهُ فِي السَّمَاوَاتِ وَفِي الأَرْضِ
(En'âm, 6/3) kavline nazar etmesi için tenbîh olarak
/ mü'tâ-bihi semâvâtta veyâhut arzda kıldı (7).
Ya’nî Hz. Lokmân'ın oğluna hitâben söyleyip Kur'ân'da
ihbâr buyrulan (bildirilen)
kelâmda (sözlerde)
meskût
bıraktığı (söylemediği)
hikmet, habbenin
(hububatın) kime ityân olunduğunu
(getirildiği) beyân
etmemesidir (açıklamamasıdır).
Hz. Lokmân yalnız, habbe
(taneler, tohumlar)
ister semâvâtta (gökte),
ister yerde ve ister kaya içinde olsun. Allah
Tealâ onu ihzâr eder
(hazırlar),
dedi. Bu habbe
(tanelerin) kendisine ihzâr olunan
(hazırlanan) şahsı
zikretmedi (söylemedi)
ve Allah, tahsîsan
(mahsus kılarak, özel olarak) o habbeyi sana
ve senden başkalarına getirir, demedi. Belki habbenin
(hububatın) ihzârını
(hazır edilmesini)
sûret-i umûmiyyede (genel
bir şekilde) zikretti
(andı, söyledi).
Ve Hz. Lokmân, nâzırın
(bakanın) "O
göklerde, yerde Allah'dır" (En'âm, 6/3) âyet-i
kerîmesine nazar etmesi
(bakması) için, tenbîh
(uyarı, ikaz) olmak
üzere ihzâr olunan
(hazırlanan) habbeyi
(tahılı) semavâtta
(gökte) veyâ arzda
(yerde) kıldı. Ve Hz.
Lokmân'ın tahsîs etmeyip
(mahsus, özel kılmayıp) ta'mîm etmesindeki
(umumileştirmesindeki,
genelleştirmesindeki) hikmet budur ki: Allah
Teâlâ, taayyünât-ı semâviyye ve arzıyye
(semada ve yerde meydana
çıkanlar) ile müteayyindir
(bellidir, meydandadır)
ve Hak o taayyünât
(meydana çıkanlar) ile müteayyin
(belirince, belli)
olunca bi't-tabi' (doğal
olarak) onların cümlesinde
(hepsinde) hâzırdır
(bizzat bulunmaktadır).
Gerek sûrî (suret
ile alakalı) ve gerek ma'nevî
(maneviyat ile alakalı)
erzâk (besin)
dahi o müteayyinât (zahir
olmuşların) cümlesindendir
ve kezâlik (aynı
şekilde) merzûk
(rızıklanmış) olan eşhâs
(kimseler) dahi
âmmeten (genel olarak, hepsi)
bu müteayyinâta
(zahir olmuşlara) dâhildir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Allah
Tealâ rızk ile merzûkun
(rızıklanmışın) "ayn"ı
(zatı, hakikâti) olup
rızkı bu haysiyyetle
(sebeple) âmmeye
(umuma (herkese) getirir. Zîrâ
(çünkü) Allâh'ın
yerde ve göklerde Allâh olması, bi'l-cümle taayyünât-ı
semâviyye ve arzıyye (yerde
ve göklerde meydana gelenler, belirenler) ile
müteayyin olup (belli olup
görünüp) onlarda hâzır olmasına
(bizzat bulunmasına)
mütevakkıfdır (bağlıdır).
Ve eğer taayyünâtın
(meydana çıkmışların,
belirmişlerin) ve rızk ile merzûkun
(rızıklananın) gayrı (başkası)
olsa, vücûd-ı Hakk'ın
(Hakk’ın vücudunun) mahdûd
(sınırı) olması ve
onun hudûd-ı vücûdu,
(vücudunun sınırı) bunların hudûdundan
(sınırından) ayrı
bulunması lâzım gelip bu sûrette
(şekilde) âmmeye
(umuma, genele)
ityân-ı rızk (rızk getirmek)
müşkil (zor)
olurdu. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Allah
Teâlâ vücûd-ı latîfini
(şeffaf, latif olan vücudunu) teksîf edip
(yoğunlaştırıp) bizim
a'yân-ı ademiyyemizin (açığa
çıkmamış
ilmi suretlerimizin)
gıdâsı ve rızkı olduğu gibi, vücûd-ı kevnî
(kozmik varlık) ve
hissîde (dünyada)
dahi gıdâ sûretinde
(şeklinde) bizim
rızkımız oldu.
Ey
tâlib-i hakîkat (hakikâti
talep eden, isteyen kişi),
bu sözlerden ürkme! Vücûd
(varlık) birdir, o da
Hakk’ın vücûd-ı hakîkîsidir
(gerçek varlığıdır).
O vücûd-ı hakîkî
(gerçek varlık) her bir mertebede birer
sûretle (bir surete, şekle
girerek) cilve-ger olur
(cilve eder (tecelli eder, görünür) ).
Suver-i kesîre
(çokluk suretleri),
esmâsının kesretinden
(çokluğundan)
münbaisdir (ileri gelmiştir).
Vahdet-i vücûdu
(varlığın tekliğini) tasdîkten
(doğrulamaktan, onaylamaktan)
ürken ancak evhâmdır
(vehimlerdir, kuşkulardır).
Zîrâ
(çünkü) nazar-ı vehmî
(vehmi görüş)
Hakk'ın vücûduyla
(varlığıyla) vücûd-ı kevni
(kozmik varlığı, evreni)
ayrı görür.
Devam edecek |