Füsûs-ül Hikem

270. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

 BU FASS KELİME-İ LOKMÂNIYYE'DE VÂKI'
"HİKMET·İ İHSÂNİYYE" BEYÂNINDADIR

İmdi Lokmân tekellüm ettiği şeyle ve kendisinden sükût eylediği şeyle, muhakkak Hak, her ma'lûmun ayn"ı olduğunu haber verdi. Zîrâ ma'lûm, şeyden eammdır. Binâenaleyh ma'lûm, nekerâtın enkeridir (8).

Ya'nî Hz. Lokmân oğluna hitâben tekellüm eylediği (konuştuğu) kelâm (söz) ile, Hak her ma'lûmun (bilinenin) "ayn"ı (zatı) olduğunu haber verdi ki, bâlâda (yukarıda) biraz izâh edilmiş (anlatılmış) idi. Ve kezâ (aynı şekilde) sükût edip, (susup) bu kelâmda (sözlerde) karîne-i hâl (cereyan şekli) ile bize ihbâr eylediği (haber verdiği) şey dâhi, yine bu ma'nâdır. Zîrâ (çünkü) taayyünâttan (meydana çıkmışlardan, belirmişlerden) her biri ve taayyünât cümlesinden bulunan (bütün meydana çıkmışların, belirmişlerin hepsinden)  her bir rızık şey'-i ma'lûmdan (bilinen şeyden) ibârettir ve Hak bu ma'lûm olan (bilinen) taayyünâtın (meydana çıkanların) ne sûretle (şekilde) "ayn"ı (Zatı, hakikâti) olduğu yukarıda izâh olundu (anlatıldı). İşte Hz. Lokmân'ın tekellüm ettiği (söylediği) kelâmla (sözle) haber verdiği ma'nâ budur. Ve âlem-i kesîf-i şehâdette (içinde bulunduğumuz bu madde âleminde) müteayyin olan (görülen) eşyâ-yı ma'lûmeden (bilinen varlıklardan) her biri, kendi a'yân-ı sâbitelerinin (ilmi suretlerinin) zılâlleri (gölgeleri) olduğu ve a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) ise, ilm-i İlâhide (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut) olan suver-i ma'lûme-i esmâiyye (esma suretlerinin manaları) bulunduğu cihetle (yönüyle), Hak bunların dahi "ayn"ı (Zatı) olur. Ta'bîr-i diğerle (başka bir ifade ile) Hak, zâhir olan (açığa çıkan) a'yân-ı hâriciyyenin (dışta açığa çıkmış varlıkların) "ayn"ı (Zatı) olunca, onların  bâtını (ruhu) olan a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) dahi "ayn"ı (zatı) olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak, bir şeyin zâhirinin (dış görünüşünün (vücudunun) "ayn"ıdır (Zatıdır); diye tekellüm edilmekle (söylemekle) iktifâ olunup, (yetinip) Hak o şeyin batınının (ruhunun) "ayn"ıdır (Zatıdır); denilmekten sükût edilse (susulsa), karîne-i hâl ile (durumun haline, cereyan şekline göre) bu ma'nâ haber verilmiş olur. Böyle olunca Hz. Lokmân gerek söylediği ve gerek sükût ettiği (sustuğu) şeyle, Hak her ma'lûmun (bilinenin (açığa çıkmışın)) "ayn"ı (Zatı) olduğunu tenbîh etmiş (dikkt çekmiş, uyarmış) oldu.

Hz. Şeyh (r.a.) burada: "Hak her şeyin "ayn"ıdır" (Zatıdır, hakikâtidir) demedi de, "Hak her ma'lûmun (bilinenin) aynıdır" dedi. Bunun sebebi nedir? diye suâl olunursa, cevâbı budur ki:  Zîrâ (çünkü) "ma'lûm" (bilinen) şeyden eammdır (daha geneldir, çok daha kapsamlıdır). Binâenaleyh (bundan dolayı) ma’lûm (bilinen) nekerâtın (bilinmeyenlerin) enkeridir (en bilinmeyenidir). Bunun îzâhı (açıklaması) budur ki, "ma'lûm"un (bilinenin) üç ve “şey”in iki mertebesi vardır. Ma'lûmun (bilinenin) mertebeleri şunlardır:

1.Taayyün-i evvel (ilk taayyün) Ya'nî vahdet (teklik) mertebesinde Hakk'ın bi'l-cümle şuûnât-ı Zâtiyyesinin (Zatın bütün işlerinin, fiillerinin) tafsîlâtı (detayı, teferruatı) müstehlektir (helak, yok olmuştur); hiçbirisi diğerinden mümtâz (ayrılmış) değildir ve Hak bu mertebede kendi zâtında bi'l-kuvve (kuvve, güç olarak) mündemic olan (bulunan) niseb (sıfatların) ve şuûnâtın (fiillerin ve işlerin) icmâlen (öz, özet olarak) bilir ve bu ilim (biliş), Hakk'ın kendi zâtına olan ilmidir (bilişidir) ve kadîmdir (kıdem sahibidir, evveli öncesi olmayandır) ve "ilim", "âlim" ve "ma'lûm" mertebede şey'-i vâhid (tek hakikat) olduğu cihetle (bakımından), Hakk'ın bu ilmi, ma'lûma (bilinene) tâbi’ (uyan, boyun eğen) değildir. Ve bi'l-cümle (bütün) niseb (sıfatlar) ve şuûnât-ı zâtiyye (Zati işler, fiiller) burada yekdîğerinin (birbirlerinin) aynı olduğundan, bunlara "eşyâ" (şeyler) ta'bir olunamaz. (denilemez) Ve    أَتَى عَلَى الْإِنسَانِ حِينٌ مِّنَ الدَّهْرِ لَمْ يَكُنشَيْئاً مَّذْكُوراً   (İnsân, 76/1) âyet-i kerîmesinde bu ma'nâya işâret buyurulur. Şu halde bu mertebede şuûnâttan (işlerden, fiillerden) hiç birisi şey'-i mezkûr değil (şey olarak anılmaz) iken, ind-i Hak'ta (Hakk katında) ma'lûm olan (bilinen) ancak yine Hak'tır.

2.Zâtının aynı olan meşiyyet-i Hak'la (Hakkın İlahi dilemesiyle (İlahi irade ile) ) , ya'nî Hakk'ın zâtının zuhûra (kendini göstermeye) olan meyli (yönelişi (İlahi isteği))  ile, Hakk'ın zâtında bi'l-kuvve (güç, kuvve olarak) mündemic olan (bulunan) şuûnât (fiiller) ilm-i İlâhîde (Allah’ın ilminde) müteayyin olup (meydana gelip belirip) taayyün-i ilmî (meydana çıkmış, belli olmuş ilim) kisvesini (elbisesini (suretini)) giyerler; ve ilm-i ilâhîde (Allah’ın ilminde) ne sûretle (şekilde) müteayyin (belli) oldularsa, o sûretle (şekilde) Hakk'ın ma'lûmu (bilineni) olurlar ve bu şuûnâtın (fiillerin, işlerin) her birerleri bu mertebede yekdîğerinden (birbirlerinden) ayrılırlar. İşte bu suver-i ilmiyyeye (ilmi suretlere) "eşyâ-yı gaybiyye" (gaybde olan ilmi suretler) ıtlâk olunur (denir) ve bu mertebenin adı mertebe-i vâhidiyyettir (vahidiyet mertebesidir) ki, Zât-ı latîf-i Hakk'ın (latif olan Hakk’ın Zatının) mertebe-i vahdetten (vahdet mertebesinden) bu mertebeye tenezzülünden (inişinden) ibârettir. Vücûd-ı hissî ve şehâdîye (dünyaya) gelen herbir vücûd (varlık),  irâde-i İlâhiyye (Allah’ın iradesi (meşiyyet)) ile, bu mertebeden nâzil olarak (inerek) mevcûd olur.

3. Hazret-i şehâdet mertebesinde (içinde bulunduğumuz mertebede) müteayyin olan (beliren, meydana çıkan) eşyâ-yı kesîfedir (kesifleşmiş, madde varlıklardır) ki, ism-i Zâhir'in (zahir isminin) taht-ı hîtasında (hükmü altında) mevcûd olduğu için, onların vücûdları, bu mertebeden evvelki mevcûdâtın (mevcutların) cümlesinden (hepsinden) azhar (en açık) ve ecma' (bileşik,  en toplu) olur ve bunların her birisine hem "şey" ve hem de "ma'lûm" ıtlâk olunur (denir).  Zîrâ (çünkü) yekdîğerinden (birbirlerinden) hudûd-ı hissî (hissi sınır) ile mahdûd olmuşlardır (sınırları belirlenmiştir).

"Şey"in mertebelerine gelince, bunun dahi iki mertebesi vardır denilmiş idi:

1."Şey"in ilk mertebesi, "ma'lûm"un ikinci mertebesinden i'tibâren bed' eder (başlar). Nitekim, tafsîl olundu (açıklandı) ve bu mertebe  ma'lûmât-ı ilmiyye (Allah’ın ilminde bilinen olan  ilmi suretler) mertebesidir.

2. Şu içinde bulunduğumuz âlem-i kesîf (kesif, madde âlem) şehâdet mertebesidir (görülen, şehadet edilen mertebedir). Bunun îzâhı (açıklaması) da ma'lûmun üçüncü mertebesinde geçti. Binâenaleyh (bundan dolayı) Fass-ı Sâlihî'de (Salih konusunda) tekvîn (yaratma, icad etme) bahsinde îzâh olunan (anlatılan) şey'iyyet (şey olmaklık, nesnellik), ilm-i İlâhî (İlahi ilim (Allah’ın ilmi) ) mertebesinde sâbit (mevcut) olur.

İşte “ma'lüm”un “şey”den eamm (daha umumi ve kapsamlı) olması budur. Ve “ma'lûm” evvelki mertebesine nazaran (göre) pek meçhûl (bilinmez, gizli) olduğundan, enker-i nekerât (en bilinmezler, bilinmezlerin bilinmezleri)  oldu. Zîrâ (çünkü) zâtta bi'l-kuvve (güç kuvve olarak) mündemic olan (bulunan) şuûnâta (işlere, fiillere) zâtın gayrısının (Zat’tan başkasının) ıttılâ'ı (haberdar olması, bilmesi) mümkün değildir ve belki bu şuûnâtı (fiilleri) zâtın bilmesi, ism-i Zâhir'in (zahir isminin) taht-ı hîtasında (hükmü altında) zuhûrundan (meydana çıkmasından) sonra görmesi ve bilmesi gibi değildir. Ve ilm-i Zâtî (Zati ilim, bilgi) ve sıfâtî ve esmâî hakkında tafsîlât (geniş açıklama) ve aralarındaki fark emsîle-i vâzıha (açık örnekler, misaller) îrâdı ile (vererek) Fass-ı Şisî'de (Şisi bölümünde) mürûr etti. (geçti) Ve Fass-İsevî-de (İsa bölümünde)   فجاء   بكل   للعموم   و  بشيء   انكر   النكرات   denilmesine gelince, şeyin (ilmi suretlerin) enker-i nekerât (bilinmezlerin bilinmezi) olması, mertebe-i şehâdete (içinde bulunduğumuz âleme) nazarandır (göredir).  Zîrâ (çünkü) “şey” (ilmi suret) ilm-i İlâhîde (Allah’ın ilminde) sâbit (mevcut) olduktan sonra ervâh (ruhlar) ve misâl (hayal) ve şehâdet (şahit olunan (dünya) mertebelerini kat' ile (geçerek, bitirerek) azhar olur (bariz şekilde açılır, görünür). Ondan evvel ebtan-ı butûn (batının batını) ve mechûldür. (bilinmezdir, gizlidir) Ve mertebe-i vahdette (teklik, uluhiyet mertebesinde) ise ma'lûm (bilinen) ile mûttehiddir; (birleşiktir, birdir) ve mertebe-i vahdette (ilk taayyün mertebesinde) Zâtın kendi nefsine ma'lûm (bilinen) olan yine zât-ı Hak'tır (Hakk’ın Zatıdır); o mertebede şey'iyyet (şey olmaklık, nesnellik,açığa çıkmış suret) yoktur.

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 22.05.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com