BU
FASS KELİME-İ LOKMÂNIYYE'DE VÂKI'
"HİKMET·İ İHSÂNİYYE" BEYÂNINDADIR
İmdi Lokmân tekellüm ettiği şeyle
ve kendisinden sükût eylediği şeyle, muhakkak Hak,
her ma'lûmun ayn"ı olduğunu haber verdi. Zîrâ
ma'lûm, şeyden eammdır. Binâenaleyh ma'lûm, nekerâtın
enkeridir (8).
Ya'nî Hz. Lokmân oğluna hitâben tekellüm eylediği
(konuştuğu) kelâm
(söz) ile, Hak her
ma'lûmun (bilinenin)
"ayn"ı (zatı)
olduğunu haber verdi ki, bâlâda
(yukarıda) biraz izâh
edilmiş (anlatılmış)
idi. Ve kezâ (aynı
şekilde) sükût edip,
(susup) bu kelâmda
(sözlerde) karîne-i
hâl (cereyan şekli)
ile bize ihbâr eylediği
(haber verdiği) şey dâhi, yine bu ma'nâdır.
Zîrâ (çünkü)
taayyünâttan (meydana
çıkmışlardan, belirmişlerden) her biri ve
taayyünât cümlesinden bulunan
(bütün meydana çıkmışların,
belirmişlerin hepsinden) her bir rızık
şey'-i ma'lûmdan (bilinen
şeyden)
ibârettir ve Hak bu ma'lûm olan
(bilinen) taayyünâtın
(meydana çıkanların)
ne sûretle (şekilde)
"ayn"ı (Zatı,
hakikâti) olduğu yukarıda izâh olundu
(anlatıldı).
İşte Hz. Lokmân'ın tekellüm ettiği
(söylediği) kelâmla
(sözle) haber
verdiği ma'nâ budur. Ve âlem-i kesîf-i şehâdette
(içinde bulunduğumuz bu madde
âleminde) müteayyin olan
(görülen) eşyâ-yı
ma'lûmeden (bilinen
varlıklardan) her biri, kendi a'yân-ı
sâbitelerinin (ilmi
suretlerinin) zılâlleri
(gölgeleri) olduğu ve
a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) ise, ilm-i İlâhide
(Allah’ın ilminde) sâbit
(mevcut) olan suver-i
ma'lûme-i esmâiyye (esma
suretlerinin manaları) bulunduğu cihetle
(yönüyle),
Hak bunların dahi "ayn"ı
(Zatı) olur. Ta'bîr-i
diğerle (başka bir ifade ile)
Hak, zâhir olan
(açığa çıkan) a'yân-ı hâriciyyenin
(dışta açığa çıkmış varlıkların)
"ayn"ı (Zatı)
olunca, onların bâtını
(ruhu) olan a'yân-ı
sâbitenin (ilmi suretlerin)
dahi "ayn"ı (zatı)
olur. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hak, bir şeyin zâhirinin
(dış görünüşünün (vücudunun)
"ayn"ıdır
(Zatıdır);
diye tekellüm edilmekle
(söylemekle) iktifâ olunup,
(yetinip) Hak o şeyin
batınının (ruhunun) "ayn"ıdır (Zatıdır);
denilmekten sükût edilse
(susulsa),
karîne-i hâl ile
(durumun haline, cereyan şekline göre) bu
ma'nâ haber verilmiş olur. Böyle olunca Hz. Lokmân gerek
söylediği ve gerek sükût ettiği
(sustuğu) şeyle, Hak
her ma'lûmun (bilinenin
(açığa çıkmışın)) "ayn"ı
(Zatı) olduğunu
tenbîh etmiş (dikkt çekmiş,
uyarmış) oldu.
Hz. Şeyh (r.a.) burada: "Hak her şeyin "ayn"ıdır"
(Zatıdır, hakikâtidir)
demedi de, "Hak her ma'lûmun
(bilinenin) aynıdır"
dedi. Bunun sebebi nedir? diye suâl olunursa, cevâbı
budur ki: Zîrâ (çünkü)
"ma'lûm" (bilinen)
şeyden eammdır
(daha geneldir, çok daha kapsamlıdır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) ma’lûm
(bilinen) nekerâtın
(bilinmeyenlerin)
enkeridir (en bilinmeyenidir).
Bunun îzâhı
(açıklaması) budur ki, "ma'lûm"un
(bilinenin) üç ve
“şey”in iki
mertebesi vardır. Ma'lûmun
(bilinenin) mertebeleri şunlardır:
1.Taayyün-i evvel (ilk
taayyün) Ya'nî vahdet
(teklik) mertebesinde
Hakk'ın bi'l-cümle şuûnât-ı Zâtiyyesinin
(Zatın bütün işlerinin,
fiillerinin) tafsîlâtı
(detayı, teferruatı)
müstehlektir (helak, yok
olmuştur);
hiçbirisi diğerinden mümtâz
(ayrılmış) değildir
ve Hak bu mertebede kendi zâtında bi'l-kuvve
(kuvve, güç olarak)
mündemic olan (bulunan)
niseb (sıfatların)
ve şuûnâtın
(fiillerin ve işlerin) icmâlen
(öz, özet olarak)
bilir ve bu ilim (biliş),
Hakk'ın kendi zâtına olan ilmidir
(bilişidir) ve
kadîmdir (kıdem sahibidir,
evveli öncesi olmayandır) ve "ilim", "âlim"
ve "ma'lûm" mertebede şey'-i vâhid
(tek hakikat) olduğu
cihetle (bakımından),
Hakk'ın bu ilmi, ma'lûma
(bilinene) tâbi’
(uyan, boyun eğen)
değildir. Ve bi'l-cümle
(bütün) niseb
(sıfatlar) ve şuûnât-ı zâtiyye
(Zati işler, fiiller)
burada yekdîğerinin
(birbirlerinin) aynı olduğundan, bunlara
"eşyâ" (şeyler)
ta'bir olunamaz. (denilemez)
Ve
أَتَى
عَلَى الْإِنسَانِ حِينٌ مِّنَ الدَّهْرِ لَمْ
يَكُنشَيْئاً مَّذْكُوراً
(İnsân, 76/1) âyet-i kerîmesinde bu ma'nâya işâret
buyurulur. Şu halde bu mertebede şuûnâttan
(işlerden, fiillerden)
hiç birisi şey'-i mezkûr değil
(şey olarak anılmaz)
iken, ind-i Hak'ta (Hakk
katında) ma'lûm olan
(bilinen) ancak yine
Hak'tır.
2.Zâtının aynı olan meşiyyet-i Hak'la
(Hakkın İlahi dilemesiyle (İlahi
irade ile) ) ,
ya'nî Hakk'ın zâtının zuhûra
(kendini göstermeye)
olan meyli (yönelişi (İlahi
isteği)) ile, Hakk'ın zâtında bi'l-kuvve
(güç, kuvve olarak)
mündemic olan (bulunan)
şuûnât (fiiller)
ilm-i İlâhîde
(Allah’ın ilminde) müteayyin olup
(meydana gelip belirip)
taayyün-i ilmî (meydana
çıkmış, belli olmuş ilim) kisvesini
(elbisesini (suretini))
giyerler; ve ilm-i ilâhîde
(Allah’ın ilminde) ne
sûretle (şekilde)
müteayyin (belli)
oldularsa, o sûretle
(şekilde) Hakk'ın ma'lûmu
(bilineni) olurlar ve
bu şuûnâtın (fiillerin,
işlerin) her birerleri bu mertebede
yekdîğerinden
(birbirlerinden) ayrılırlar. İşte bu suver-i
ilmiyyeye (ilmi suretlere) "eşyâ-yı gaybiyye"
(gaybde olan ilmi suretler) ıtlâk olunur
(denir) ve bu
mertebenin adı mertebe-i vâhidiyyettir
(vahidiyet mertebesidir)
ki, Zât-ı latîf-i Hakk'ın
(latif olan Hakk’ın Zatının)
mertebe-i vahdetten
(vahdet mertebesinden)
bu mertebeye tenezzülünden
(inişinden)
ibârettir. Vücûd-ı hissî ve şehâdîye
(dünyaya) gelen
herbir vücûd (varlık),
irâde-i İlâhiyye
(Allah’ın iradesi (meşiyyet))
ile, bu mertebeden nâzil olarak
(inerek) mevcûd olur.
3. Hazret-i şehâdet mertebesinde
(içinde bulunduğumuz mertebede)
müteayyin olan
(beliren, meydana çıkan) eşyâ-yı kesîfedir
(kesifleşmiş, madde
varlıklardır) ki, ism-i Zâhir'in
(zahir isminin)
taht-ı hîtasında (hükmü
altında) mevcûd olduğu için, onların
vücûdları, bu mertebeden evvelki mevcûdâtın
(mevcutların)
cümlesinden (hepsinden)
azhar (en açık)
ve ecma'
(bileşik, en toplu) olur ve bunların her
birisine hem "şey" ve hem de "ma'lûm" ıtlâk olunur
(denir).
Zîrâ (çünkü)
yekdîğerinden
(birbirlerinden) hudûd-ı hissî
(hissi sınır) ile
mahdûd olmuşlardır
(sınırları belirlenmiştir).
"Şey"in mertebelerine gelince, bunun dahi iki mertebesi
vardır denilmiş idi:
1."Şey"in ilk mertebesi, "ma'lûm"un ikinci mertebesinden
i'tibâren bed' eder (başlar).
Nitekim, tafsîl olundu
(açıklandı) ve bu
mertebe ma'lûmât-ı ilmiyye
(Allah’ın ilminde bilinen olan ilmi suretler)
mertebesidir.
2. Şu içinde bulunduğumuz âlem-i kesîf
(kesif, madde âlem)
şehâdet mertebesidir
(görülen, şehadet edilen mertebedir).
Bunun îzâhı
(açıklaması) da ma'lûmun üçüncü mertebesinde
geçti. Binâenaleyh (bundan
dolayı) Fass-ı Sâlihî'de
(Salih konusunda)
tekvîn (yaratma, icad etme)
bahsinde îzâh olunan
(anlatılan) şey'iyyet
(şey olmaklık, nesnellik),
ilm-i İlâhî (İlahi
ilim (Allah’ın ilmi) ) mertebesinde sâbit
(mevcut) olur.
İşte
“ma'lüm”un “şey”den eamm
(daha umumi ve kapsamlı) olması budur. Ve
“ma'lûm” evvelki mertebesine nazaran
(göre) pek meçhûl
(bilinmez, gizli)
olduğundan, enker-i nekerât
(en bilinmezler, bilinmezlerin bilinmezleri)
oldu. Zîrâ (çünkü)
zâtta bi'l-kuvve (güç
kuvve olarak) mündemic olan
(bulunan) şuûnâta
(işlere, fiillere)
zâtın gayrısının (Zat’tan
başkasının) ıttılâ'ı
(haberdar olması, bilmesi)
mümkün değildir ve belki bu şuûnâtı
(fiilleri) zâtın
bilmesi, ism-i Zâhir'in
(zahir isminin) taht-ı hîtasında
(hükmü altında)
zuhûrundan (meydana
çıkmasından) sonra görmesi ve bilmesi gibi
değildir. Ve ilm-i Zâtî (Zati
ilim, bilgi) ve sıfâtî ve esmâî hakkında
tafsîlât (geniş açıklama)
ve aralarındaki fark emsîle-i vâzıha
(açık örnekler, misaller)
îrâdı ile (vererek)
Fass-ı Şisî'de
(Şisi bölümünde) mürûr etti.
(geçti) Ve
Fass-İsevî-de (İsa
bölümünde) فجاء
بكل للعموم و بشيء انكر النكرات
denilmesine gelince, şeyin
(ilmi suretlerin) enker-i nekerât
(bilinmezlerin bilinmezi)
olması, mertebe-i şehâdete
(içinde bulunduğumuz âleme)
nazarandır
(göredir). Zîrâ
(çünkü) “şey”
(ilmi suret) ilm-i
İlâhîde (Allah’ın ilminde)
sâbit (mevcut)
olduktan sonra ervâh
(ruhlar) ve misâl
(hayal) ve şehâdet
(şahit olunan (dünya)
mertebelerini kat' ile
(geçerek, bitirerek) azhar olur
(bariz şekilde açılır, görünür). Ondan evvel
ebtan-ı butûn (batının
batını) ve mechûldür.
(bilinmezdir, gizlidir)
Ve mertebe-i vahdette
(teklik, uluhiyet mertebesinde) ise ma'lûm
(bilinen) ile
mûttehiddir; (birleşiktir,
birdir) ve mertebe-i vahdette
(ilk taayyün mertebesinde)
Zâtın kendi nefsine ma'lûm
(bilinen) olan yine
zât-ı Hak'tır (Hakk’ın
Zatıdır);
o mertebede şey'iyyet
(şey olmaklık, nesnellik,açığa çıkmış suret)
yoktur.
Devam edecek |