Füsûs-ül Hikem

271. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS KELİME-İ LOKMÂNIYYE'DE VÂKI'

"HİKMET·İ İHSÂNİYYE" BEYÂNINDADIR

Ba'dehû onda neş'eti kâmil olmak için hikmeti tetmîm etti ve onu istîfâ eyledi. Böyle olunca  إِنَّ اللَّهَ لَطِيفٌ   (Lokmân, 31/16) dedi. İmdi O'nun letâfetinden ve lutfundandır ki, muhakkak O. onunla müsemmâ ve onunla mahdûd olan şey de bu şeyin "ayn"ıdır. Hattâ o şey hakkında ancak onun isminin tevâfuk ve ıstılâh ile ona delâlet ettiği şey denilir. Binâenaleyh "Bu göktür ve yerdir ve kayadır ve ağaçtır ve hayvandır ve melektir ve rızıktır ve taâmdır" denilir. Halbuki, her şeyden ve her şeyde zâhir ayn-ı vâhidedir. Nitekim, Eşâire der ki: "Muhakkak âlemin küllîsi cevher ile mütemâsildir. Binâenaleyh, o cevher-i vâhid'dir. Şu halde o bizim "ayn-ı vâhide" kavlimizin aynıdır. Ba'dehû "A'râz ile muhtelif olur"' dedi. O dahi bizim "Suver ve niseb ile mütekessir ve muhelif olur, tâ ki mütemeyyiz ola" kavlimizdir. İmdi sûreti ya  a'râzı yâhut mizâcı haysîyyetiyle "Bu, bu değildir" deniliyor. Binâenaleyh nasıl istersen de! Ve cevheri haysiyyetiyle bu, bunun “ayn”ıdır (9).

Ya'nî Hz. Lokmân'ın neş'eti (kaynağını aldığı), hikmet ve ma'rifette (ilimde) kâmil (tam, mükemmel) olmak için müşârun-ileyh hazretleri (kendisinden bahsedilen zat) o hikmeti tetmîm etti (tamamladı) ve kemâliyle (tam, mükemmel olarak) aldı. Binâenaleyh (bundan dolayı) "Muhakkak Allah latîfdir" (Lokmân, 31/16) dedi. Ve bir isim ile müsemmâ olan (isimlenen) ve kendi hudûduyla (sınırıyla) mahdûd bulunan (sınırlanan) her bir şeyde, Allah Teâlâ'nın o şeyin (varlığın (birimin) "ayn"ı (zatı) olması, O'nun son derece letâfetinden (şeffaflığından) ve lutfu ile bi'l-cümle eşyâda (bütün varlıklarda) sereyânındandır (yayılmasındandır, sirayet etmesindendir). Ve Hak, kendi vücûd-ı latîfini (şeffaf (nurların nuru) olan vücudunu) teksîf ederek (yoğunlaştırarak) şuûnât-ı ilâhiyyesi (Zatının fiilleri) hasebiyle suver-i eşyâda (varlık suretlerinde) zâhir olmuş (açığa çıkmış, görünmüş) ve bu mertebe-i kesîfede (koyu, yoğunlaşmış olan bu mertebede) ayrı ayrı birer isimle tevsîm olunmuştur (isimlenmiştir). Bu böyle iken eşyâdan (varlıklardan (birimlerden) ) bir şey ve meselâ bir kaya parçası ele alınıp "Bu Hak'tır" denmez. Belki bu âlem-i kesâfette (koyu, madde olan bu âlemde), o şeye delâlet (işaret) etmek üzere onun şânına muvâfik (uygun) bir ıstılah (tabir, deyiş) vaz' edilmiştir (konulmuştur) ki, o da "kaya" lafzıdır (sözüdür). İşte o şey bu isim ile tevsîm olunur (isimlendirilir).  Binâenaleyh (bundan dolayı) "Bu göktür, bu yerdir, bu kayadır, bu ağaçtır, bu hayvandır, bu melektir, bu rızıktır, bu taâmdır" (yemektir) denilir ve bunların cüz'iyyâtı (kısımları, parçaları) dahi buna makıystır (kıyas edilebilir, benzetilebilir).  Meselâ ağaç mefhûm-i küllîsi (manasının tamlığı, bütünlüğü) tahtında (altında),  meşe, ıhlamur, kestâne, erik, nar, hurma, ayva, elma ilh.  ağaçlar vardır. Maahâzâ (bununla beraber) bu eşyânın (varlıkların) her birisinden zâhir olan (görünen) ve her birisinde kesâfetle (yoğunlaşmış, maddeleşmiş şekilde) görünen ayn-ı vâhide-i Hak'tır (tek hakikat olan Hakk’tır). Nitekim, Eşâire, (İmam Ebü-l-Hasen-il-Eş’ari’ye mensup, bağlı olanlar) ya'nî mütekellimîn (kelam bilginleri) derler ki: "Âlemin (evrenin) cümlesi (bütün hepsi) cevher ile mütemâsildir (birbirine benzemektedir (homologtur)." Binâenaleyh (bundan dolayı) âlem cevher-i vâhidden (tek cevherden) ibârettir. Mütekellimînin (kelam bilginleri) bu "Âlemin (evrenin) küllîsi (bütünü, tamamı) cevher-i vâhidden (tek cevherden) ibârettir" sözü; bizim "Eşyânın (varlıkların) her birisinden zâhir olan (görünen) ve her birisinde görünen ayn-ı vâhidedir (tek hakikâttir)" kavlimize (sözümüze) mutâbıktır (uygundur). Mütekellimîn (kelam bilginlerinin) bu düstûru (kaideyi, kuralı) vaz' ettikten (koyduktan) sonra derler ki: "Cevher-i vâhidden (tek cevherden) ibâret olan âlem (evren);  a'râz (sıfatlar, özellikler) ile muhtelif (çeşitli) olur" Onların bu sözleri dahi bizim "Ayn-ı vâhide (tek hakikât) suver (suretler) ve niseb (sıfatlar) ile muhtelif (çeşitli) olur, tâ ki yekdîğerinden (birbirlerinden) ayrılsınlar" kavlîmize (sözümüze) tevâfuk eder (uygun olur). İmdi mütekellimînin (kelam bilginlerinin) kavline (sözlerine) göre, "Bu taş sûreti (şekli) ve a'râzı (sıfatları, özellikleri) ve mizâcı (yaratılışı) cihetinden (bakımından), bu ağacın aynı değildir" denildiği gibi, "Cevheri cihetinden (bakımından), bu ağaç bu taşın aynıdır" denilebilir. Ve kezâ (aynı şekilde) bizim kavlimize (deyişlerimize) göre de "Sûretleri (şekilleri, görünüşleri) cihetinden (yönünden) bu ağaç, bu taşın aynı değildir" denildiği gibi, "Ayn-ı vâhide (tek hakikât olması) hasebiyle bu ağaç bu taşın aynıdır" denilir.

Ve bunun için her sûret ve mizâcın haddinde cevherin "ayn"ı ahz olunur. Böyle olunca biz deriz ki: "muhakkak cevher Hakk'ın gayrı değildir." Mütekellim, muhakkak müsemmâ-yı cevher her ne kadar Hak ise de, o cevher ehl-i keşf ve tecellînin ıtlâk eylediği Hakk’ın "ayn"ı değildir, zanneder. İmdi işte bu, O'nun "Latîf' olmasının hikmetidir (10).

Ya'nî Eş'arîler indinde (düşüncelerinde) âlemin (evrenin) küllîsi (tamamı) cevher-i vâhidden (tek cevherden) ibâret olduğu ve cevheriyyet (cevher oluşu) cihetinden (yönünden) bir şey diğer şeyin aynı bulundu için, her sûretin ve her mizâcın hadd (sınır) ve ta'rîfinde (belirtiminde) cevherin "ayn"ı (Zatı, hakikâti) ahz olunur (alınır). Zîrâ (çünkü) bir şey ta'rîf olunurken a'râzı (sıfatları) zikrolunur (anlatılır). Halbuki bu a'râz (sıfatlar) cevherin aynıdır. Bu bahsin tafsîli (geniş açıklaması) Fass-ı Şuâybî'de (Şuayb bölümünde) mürûr etti (geçti). Biz deriz ki: Her bir sûret ve mizâcın (huyun, yaratılışın) ta'rîfinde "ayn"ı (Zatı, hakikâti) ahz olunan (alınan) cevher Hakk'ın gayrı (Hakk’tan başka) değildir. Halbuki Eş'arîler, ya'nî mütekellimîn, (kelam âlimleri) cevher isminin müsemmâsı (isimleneni) her ne kadar Hak ise de, o cevher ehl-i keşf (keşf sahibi) ve tecellînin ıtlâk ettiği (isimlendirildiği) Hakk'ın aynı değildir zannederler ve suver-i âlemin (evren suretlerinin) kâffesinin (hepsinin) cevheri (özü, esası) bir olduğunu söyledikleri halde o cevherin (özün) "ayn"ı (zatı) başka, Hakk'ın "ayn"ı (Zatı) başkadır deyip iki "ayn" (zat) isbât etmiş (vardır demiş) olurlar. Fakat hakîkat-ı hâl (gerçek durum) onların dediği gibi değildir. Gerek bu fasta (konuda) ve gerek sâir (diğer) faslarda (konularda) ve husûsiyle (özel olarak) Fass-ı Yakûbî'de (Yakub bölümünde) tekrâr ale't-tekrâr (tekrar tekrar) îzâh olunduğu (anlatıldığı) vech (yönü) ile, vücûd-ı Hak (Hakk’ın vücudu) ile, vücûd-ı halk (yaratılmışların vücutları) arasında letâfet (şeffaflık) ve kesâfetten (koyuluktan) başka bir gayriyyet (başkalık) yoktur. Zîrâ (çünkü) vücûd-ı hakîkî (gerçek vücut) birdir ve vücûdda hakîkat-ı vâhide (tek hakikât) ve ayn-ı vâhide (tek zat) olan Hak'tan başkası yoktur ve halkın (yaratılmışların) vücûdu, Hakk'ın vücûd-ı latîfine  (şeffaf vücuduna) muzâf (bağlı) olan kesâfetten (koyuluktan) başka bir şey değildir. Allah var idi ve O'nunla berâber bir şey yok idi, el-ân (şu anda) dahi öyledir; vücûdda O'nunla berâber ebedî (sonu olmayan) bir gayr (başka) yoktur; ve O, vücûdda şirketten münezzehdir (arıdır, beridir, uzaktır) ve gayriyyet (başkalık) O'nun saltanat-ı vahdetinin (teklik saltanatının) kahrı (üstünlüğü)  altında müstehlektir (yok olmuştur, helak olmuştur) . Beyt:

     مالك   مالك   بقا   جز   واحد   قهار   نيست                 قهربش   آن   كز  غير   در   وادىء   او   دير   نيست

اوست   كزنور   ظهورش   مي   نمايد   اين   وآن         وانچه   مي  پندا ريش   عالم   بجز   پيدا نيست

Tercüme: “Mülk-i bakânın (mülkün devamlı) mâliki (sahibi), Vâhid-i Kahhâr'dan (tek kahhar olandan) gayrisi (başkası) değildir. O'nun kahrı odur ki, O'nun vâdî-i vücûdunda (vücut vadisinde (vücudunun etrafında) ) devr eden (dönen, dolaşan) bir gayr (başka biri) yoktur. O'nun nûr-ı zuhûrundan (nurunun açığa çıkmasından) görünen bu ve o, O'dur. Senin vehm-i vücûduna (aslında olmadığı halde, varlığına) kâil olduğun (inandığın) âlem (evren),  vehm ü gümândan (vehimden ileri gelen sanmalardan) başka bir şey değildir.”

Ehl-i basîret indinde (kalb gözleri açık olan kimseler katında), âlemde (evrende) zâhir olan (görünen) O'dur; ve âlem (evren) O'nun gayrı (ondan başkası) değildir. Fakat keserâtı (çokluğu) müşâhedemizden (görmemizden) dolayı, vâhidetü'l-ayn (tek Zat) olan Hakk'ı müşâhede edecek (görecek) bizlerde göz yoktur. Beyt:

  موسئ   نيست   كه   آواز  انا   الحق   شنود         ور   نه    اين   زمزمه   درهر   شجري   نيست   كه   نسيت

Tercüme: "Bir Mûsâ yoktur ki, "Ene'l-Hak" (ben Hakk’ım) sadâsını (sesini) işitsin. Yoksa bu zemzeme (seda, ses) her bir şecerde (ağaçta) ma'dûm (yok) değildir."

Hak Teâlâ hazretleri kimin çeşm-i kalbini (kalp gözünü) açtı ise, o kimsenin basiretinde (kalp gözünde) kendisinin gayrini (başkasını) nefy etti (uzaklaştırdı) ve "ayn"ını (zatını, hakikâtini) isbât eyledi.

Devam edecek

 

 
 
İzmir -29.05.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com