BU FASS KELİME-İ LOKMÂNIYYE'DE VÂKI'
"HİKMET·İ İHSÂNİYYE" BEYÂNINDADIR
Ba'dehû onda neş'eti kâmil olmak için hikmeti tetmîm
etti ve onu istîfâ eyledi. Böyle olunca
إِنَّ
اللَّهَ لَطِيفٌ
(Lokmân, 31/16) dedi. İmdi O'nun letâfetinden ve
lutfundandır ki, muhakkak O. onunla müsemmâ ve onunla
mahdûd olan şey de bu şeyin "ayn"ıdır. Hattâ o şey
hakkında ancak onun isminin tevâfuk ve ıstılâh ile ona
delâlet ettiği şey denilir. Binâenaleyh "Bu göktür ve
yerdir ve kayadır ve ağaçtır ve hayvandır ve melektir ve
rızıktır ve taâmdır" denilir. Halbuki, her şeyden ve her
şeyde zâhir ayn-ı vâhidedir. Nitekim, Eşâire der ki:
"Muhakkak âlemin küllîsi cevher ile mütemâsildir.
Binâenaleyh, o cevher-i vâhid'dir. Şu halde o bizim
"ayn-ı vâhide" kavlimizin aynıdır. Ba'dehû "A'râz ile
muhtelif olur"' dedi. O dahi bizim "Suver ve niseb ile
mütekessir ve muhelif olur, tâ ki mütemeyyiz ola"
kavlimizdir. İmdi sûreti ya a'râzı yâhut mizâcı
haysîyyetiyle "Bu, bu değildir" deniliyor. Binâenaleyh
nasıl istersen de! Ve cevheri haysiyyetiyle bu, bunun
“ayn”ıdır (9).
Ya'nî Hz. Lokmân'ın neş'eti
(kaynağını aldığı), hikmet
ve ma'rifette (ilimde)
kâmil (tam, mükemmel)
olmak için müşârun-ileyh hazretleri
(kendisinden bahsedilen zat)
o hikmeti tetmîm etti
(tamamladı) ve
kemâliyle (tam, mükemmel
olarak) aldı. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
"Muhakkak Allah latîfdir" (Lokmân, 31/16) dedi. Ve bir
isim ile müsemmâ olan
(isimlenen) ve kendi hudûduyla
(sınırıyla) mahdûd
bulunan (sınırlanan)
her bir şeyde, Allah Teâlâ'nın o şeyin
(varlığın (birimin)
"ayn"ı (zatı)
olması, O'nun son derece letâfetinden
(şeffaflığından) ve
lutfu ile bi'l-cümle eşyâda
(bütün varlıklarda) sereyânındandır
(yayılmasındandır, sirayet
etmesindendir).
Ve Hak, kendi vücûd-ı latîfini
(şeffaf (nurların nuru) olan
vücudunu) teksîf ederek
(yoğunlaştırarak)
şuûnât-ı ilâhiyyesi (Zatının
fiilleri) hasebiyle suver-i eşyâda
(varlık suretlerinde)
zâhir olmuş (açığa
çıkmış, görünmüş) ve bu mertebe-i kesîfede
(koyu, yoğunlaşmış olan bu
mertebede) ayrı ayrı birer isimle tevsîm
olunmuştur (isimlenmiştir).
Bu böyle iken eşyâdan
(varlıklardan (birimlerden) )
bir şey ve meselâ bir kaya parçası ele alınıp
"Bu Hak'tır" denmez. Belki bu âlem-i kesâfette
(koyu, madde olan bu âlemde),
o şeye delâlet
(işaret) etmek üzere onun şânına muvâfik
(uygun) bir ıstılah
(tabir, deyiş)
vaz' edilmiştir (konulmuştur)
ki, o da "kaya" lafzıdır
(sözüdür).
İşte o şey bu isim ile tevsîm olunur
(isimlendirilir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) "Bu
göktür, bu yerdir, bu kayadır, bu ağaçtır, bu hayvandır,
bu melektir, bu rızıktır, bu taâmdır"
(yemektir) denilir ve
bunların cüz'iyyâtı
(kısımları, parçaları) dahi buna makıystır
(kıyas edilebilir,
benzetilebilir). Meselâ
ağaç mefhûm-i küllîsi
(manasının tamlığı, bütünlüğü) tahtında
(altında),
meşe, ıhlamur,
kestâne, erik, nar, hurma, ayva, elma ilh. ağaçlar
vardır. Maahâzâ (bununla
beraber) bu eşyânın
(varlıkların) her
birisinden zâhir olan
(görünen) ve her birisinde kesâfetle
(yoğunlaşmış, maddeleşmiş
şekilde) görünen ayn-ı vâhide-i Hak'tır
(tek hakikat olan Hakk’tır).
Nitekim, Eşâire,
(İmam Ebü-l-Hasen-il-Eş’ari’ye mensup, bağlı olanlar)
ya'nî mütekellimîn
(kelam bilginleri)
derler ki: "Âlemin (evrenin)
cümlesi (bütün
hepsi) cevher ile mütemâsildir
(birbirine benzemektedir
(homologtur)." Binâenaleyh
(bundan dolayı) âlem
cevher-i vâhidden (tek
cevherden) ibârettir. Mütekellimînin
(kelam bilginleri) bu
"Âlemin (evrenin)
küllîsi (bütünü, tamamı)
cevher-i vâhidden
(tek cevherden) ibârettir" sözü; bizim
"Eşyânın (varlıkların)
her birisinden zâhir olan
(görünen) ve her
birisinde görünen ayn-ı vâhidedir
(tek hakikâttir)"
kavlimize
(sözümüze) mutâbıktır
(uygundur).
Mütekellimîn
(kelam bilginlerinin) bu düstûru
(kaideyi, kuralı)
vaz' ettikten (koyduktan)
sonra derler ki: "Cevher-i vâhidden
(tek cevherden)
ibâret olan âlem (evren);
a'râz
(sıfatlar, özellikler)
ile muhtelif (çeşitli)
olur" Onların bu sözleri dahi bizim "Ayn-ı
vâhide (tek hakikât)
suver (suretler)
ve niseb (sıfatlar)
ile muhtelif
(çeşitli) olur, tâ ki yekdîğerinden
(birbirlerinden)
ayrılsınlar" kavlîmize
(sözümüze) tevâfuk eder
(uygun olur). İmdi
mütekellimînin (kelam
bilginlerinin) kavline
(sözlerine) göre, "Bu
taş sûreti (şekli)
ve a'râzı (sıfatları,
özellikleri) ve mizâcı
(yaratılışı)
cihetinden (bakımından),
bu ağacın aynı değildir" denildiği gibi,
"Cevheri cihetinden
(bakımından),
bu ağaç bu taşın aynıdır" denilebilir. Ve
kezâ (aynı şekilde)
bizim kavlimize
(deyişlerimize) göre de "Sûretleri
(şekilleri, görünüşleri)
cihetinden (yönünden)
bu ağaç, bu taşın aynı değildir" denildiği
gibi, "Ayn-ı vâhide (tek
hakikât olması) hasebiyle bu ağaç bu taşın
aynıdır" denilir.
Ve bunun için her sûret ve mizâcın haddinde cevherin
"ayn"ı ahz olunur. Böyle olunca biz deriz ki: "muhakkak
cevher Hakk'ın gayrı değildir." Mütekellim, muhakkak
müsemmâ-yı cevher her ne kadar Hak ise de, o cevher
ehl-i keşf ve tecellînin ıtlâk eylediği Hakk’ın "ayn"ı
değildir, zanneder. İmdi işte bu, O'nun "Latîf'
olmasının hikmetidir (10).
Ya'nî Eş'arîler indinde
(düşüncelerinde) âlemin
(evrenin) küllîsi (tamamı)
cevher-i vâhidden (tek
cevherden) ibâret olduğu ve cevheriyyet
(cevher oluşu)
cihetinden (yönünden)
bir şey diğer şeyin aynı bulundu için, her sûretin
ve her mizâcın hadd (sınır)
ve ta'rîfinde
(belirtiminde) cevherin "ayn"ı
(Zatı, hakikâti) ahz
olunur (alınır).
Zîrâ (çünkü)
bir şey ta'rîf olunurken a'râzı
(sıfatları)
zikrolunur (anlatılır).
Halbuki bu a'râz
(sıfatlar) cevherin aynıdır. Bu bahsin
tafsîli (geniş açıklaması)
Fass-ı Şuâybî'de
(Şuayb bölümünde)
mürûr etti (geçti).
Biz deriz ki: Her bir sûret ve mizâcın
(huyun, yaratılışın)
ta'rîfinde "ayn"ı (Zatı,
hakikâti) ahz olunan
(alınan) cevher
Hakk'ın gayrı (Hakk’tan
başka) değildir. Halbuki Eş'arîler, ya'nî
mütekellimîn, (kelam
âlimleri) cevher isminin müsemmâsı
(isimleneni) her ne
kadar Hak ise de, o cevher ehl-i keşf
(keşf sahibi) ve
tecellînin ıtlâk ettiği
(isimlendirildiği) Hakk'ın aynı değildir
zannederler ve suver-i âlemin
(evren suretlerinin)
kâffesinin (hepsinin)
cevheri (özü, esası)
bir olduğunu söyledikleri halde o cevherin
(özün) "ayn"ı
(zatı) başka, Hakk'ın
"ayn"ı (Zatı)
başkadır deyip iki "ayn"
(zat) isbât etmiş
(vardır demiş) olurlar. Fakat hakîkat-ı hâl
(gerçek durum)
onların dediği gibi değildir. Gerek bu fasta
(konuda) ve gerek
sâir (diğer)
faslarda (konularda)
ve husûsiyle (özel
olarak) Fass-ı Yakûbî'de
(Yakub bölümünde)
tekrâr ale't-tekrâr (tekrar
tekrar) îzâh olunduğu
(anlatıldığı) vech
(yönü) ile, vücûd-ı
Hak (Hakk’ın vücudu)
ile, vücûd-ı halk
(yaratılmışların vücutları) arasında letâfet
(şeffaflık) ve
kesâfetten (koyuluktan)
başka bir gayriyyet
(başkalık) yoktur.
Zîrâ (çünkü)
vücûd-ı hakîkî (gerçek vücut)
birdir ve vücûdda hakîkat-ı vâhide
(tek hakikât) ve
ayn-ı vâhide (tek zat)
olan Hak'tan başkası yoktur ve halkın
(yaratılmışların)
vücûdu, Hakk'ın vücûd-ı latîfine
(şeffaf vücuduna)
muzâf (bağlı) olan
kesâfetten (koyuluktan)
başka bir şey değildir. Allah var idi ve
O'nunla berâber bir şey yok idi, el-ân
(şu anda) dahi
öyledir; vücûdda O'nunla berâber ebedî
(sonu olmayan) bir
gayr (başka)
yoktur; ve O, vücûdda şirketten münezzehdir
(arıdır, beridir, uzaktır)
ve gayriyyet
(başkalık) O'nun saltanat-ı vahdetinin
(teklik saltanatının)
kahrı (üstünlüğü)
altında müstehlektir (yok
olmuştur, helak olmuştur) .
Beyt:
مالك
مالك بقا جز واحد قهار نيست
قهربش آن كز غير در وادىء او دير نيست
اوست كزنور ظهورش مي نمايد اين وآن
وانچه مي پندا ريش عالم بجز پيدا نيست
Tercüme: “Mülk-i bakânın
(mülkün devamlı) mâliki
(sahibi),
Vâhid-i Kahhâr'dan
(tek kahhar olandan)
gayrisi (başkası)
değildir. O'nun kahrı odur ki, O'nun vâdî-i vücûdunda
(vücut vadisinde (vücudunun
etrafında) ) devr eden
(dönen, dolaşan) bir
gayr (başka biri)
yoktur. O'nun nûr-ı zuhûrundan
(nurunun açığa çıkmasından)
görünen bu ve o, O'dur. Senin vehm-i vücûduna
(aslında olmadığı halde,
varlığına) kâil olduğun
(inandığın) âlem
(evren), vehm
ü gümândan (vehimden ileri
gelen sanmalardan)
başka bir şey değildir.”
Ehl-i basîret indinde (kalb
gözleri açık olan kimseler katında),
âlemde (evrende)
zâhir olan
(görünen) O'dur; ve âlem
(evren) O'nun gayrı
(ondan başkası)
değildir. Fakat keserâtı
(çokluğu)
müşâhedemizden (görmemizden)
dolayı, vâhidetü'l-ayn
(tek Zat) olan Hakk'ı
müşâhede edecek (görecek)
bizlerde göz yoktur. Beyt:
موسئ
نيست كه آواز انا الحق شنود ور نه
اين زمزمه درهر شجري نيست كه نسيت
Tercüme: "Bir Mûsâ yoktur ki, "Ene'l-Hak"
(ben Hakk’ım)
sadâsını (sesini)
işitsin. Yoksa bu zemzeme
(seda, ses) her bir şecerde
(ağaçta) ma'dûm
(yok) değildir."
Hak
Teâlâ hazretleri kimin çeşm-i kalbini
(kalp gözünü) açtı
ise, o kimsenin basiretinde
(kalp gözünde) kendisinin gayrini
(başkasını) nefy etti
(uzaklaştırdı) ve
"ayn"ını (zatını, hakikâtini)
isbât eyledi.
Devam edecek |