BU FASS KELİME-İ LOKMÂNİYYE'DE VÂKI'
"HİKMET·İ İHSÂNİYYE" BEYÂNINDADIR
Ba'dehû vasf edip
خَبِيرٌ
(Lokmân, 31/16) dedi: Ya'nî ihtibârdan âlim olarak. Ve
o, O'nun
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ
حَتَّى نَعْلَمَ
(Muhammed, 47/31) kavlidir. Bu da ilm-i ezvâktır. İmdi
Hak Teâlâ emr, onun üzerine olan şeyi bilmekle berâber,
nefsini bir ilme müstefîd eyledi. Halbuki Hak Teâlâ’nın,
kendi nefsi hakkında, onun üzerine nass eylediği şeyin
inkârına ikdâr olunmaz. Böyle olunca, Hak Teâlâ, ilm-i
zevk ile ilm-i mutlak arasını tefrîk etti. Binâenaeyh,
ilm-i zevk kuvâ ile mukayyeddir (11).
Ya'nî Hz. Lokmân Hak Teâlâ hazretlerini
إِنَّ
اللَّهَ لَطِيفٌ خَبِيرٌ
(Lokmân,
31/16) diyerek vasf eyledi
(tarif etti).
Letâfet-i Hak
(Hakk’ın latifliği, şeffaflığı) hakkındaki
tâfsilât (geniş açıklama),
bâlâda (yukarıda)
zikrolundu (anlatıldı).Cenâb-ı
Lokmân “Latîf” vasfından
(sıfatından) sonra "Habir vasfını
(sıfatını) zikreyledi
(söyledi) ki, Hak
Teâlâ ihtibâr (deneme)
ve imtihân ile hâsıl olan
(kazanılan) ilm ile
âlimdir; demek olur ve bu ilm-i ihtibârî
(deneme, tecrübe ile elde edilen
ilim) dahi Hak Teâlâ'nın
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ
مِنكُمْ وَالصَّابِرِينَ
(Muhammed,
47/31) ya'nî “Biz sizi imtihân ederiz, tâ ki sizden
mücâhidin (savaşanları)
ve sâbirîni
(sabırlıları) biz bilelim” kavlinden
(sözlerinden)
müstefâddır (anlaşılmıştır).
Bu ilm-i ihtibârî
(denemeyle kazanılan ilim)
dahi, ilm-i ezvâktır
(lezzetlenilen ilimdir).
Ma'lûm (bilinmiş)
olsun ki, Fass-ı Şîsî'de
(Şisi bölümünde) bu
âyet-i kerîmenin tefsîri
(izahı, açıklaması) sırasında mürûr etmiş
(geçmişti) idi ki,
ilm-i Hak (Hak ilmi)
ikidir: Biri "ilm-i Zâtî"
(Zatı ile alakalı ilim),
diğeri "ilm-i esmâi ve sıfâtî"dir
(esmaları ve sıfatları ile
alakalı ilim).
İlm-i Zâtî (Zati
ilmi) Hakk'ın kendi zâtına olan ilmidir
(bilişidir).
Bu ilim zât ile berâber kadîm
(eski, kıdemli) olup
ma'lûma (bilinene)
tâbi' (bağlı)
değildir. Zîrâ (çünkü)
mertebe-i Zâtta (Zat
mertebesinde) ilim
(bilgi),
ma'lûm (bilinen)
ve âlim (bilen)
şey'-i vâhiddir
(tek şeydir) ve Zât bu mertebede isim ve
sıfat ve na'ttan
(vasıflanmaktan) ganîdir
(doygundur, zengindir).
İlm-i esmâi ve sıfâtî
(sıfat ve esmayla alakalı ilmi)
ise, Hakk'ın niseb-i zâtiyyesinden
(Zati sıfatlarından)
müstefâd (kazanılmış)
olmakla berâber, ma'lûma
(bilinene) tâbi'dir
(bağlıdır) ve ma'lûm
(bilinen)
bi'l-kuvve (potansiyel güç,
kuvve olarak) Zâtta mündemic olan
(bulunan) suver-i
esmâiyyenin (esma
suretlerinin),
Hakk'ın kendi Zâtında, kendi Zâtına tecellîsi
(belirmesi)
indinde (sırasında),
bi-hasebi'l-isti'dâd,
(istidatları dolayısıyla)
ilm-i İlâhîde (Allah’ın
ilminde) sübûtuyla
(sabit olmasıyla,
gerçekleşmesiyle) hâsıl olur
(peyda olur, oluşur).
Misâl:
Bir mahbûbe-i devrân (devrin
güzeli),
müddet-i ömründe (ömrü
boyunca) hiçbir âyîne
(ayna) görmemiş ve
âyîneye (aynaya)
bakmamış olduğu halde kendinin mahbûbe
(sevgili, güzel)
olduğunu bilir, Bu, onun kendi güzelliğine ilm-i
Zâtisidir (Zati ilmidir).
Vaktâki (ne zaman
ki) bir âyîneye
(aynaya) nazar eder
(bakar),
onda cemâlini
(yüzünü) müşâhede edince,
(görünce) kendi
cemâli (yüzü)
hakkında bir ilm-i zevkî hâsıl olur
(oluşur) ki, bu da,
ilm-i sıfâtîsidir (sıfatına
olan ilmidir).
Evvelki ilm-i icmâli
(öz, özet ilim) idi;
sonraki ilmi ise tafsîlîdir
(detaylıdır, teferruatlıdır).
Diğer misâl:
Bir kimse kendisinde, gülme, ağlama ve tekellüm
(konuşma) sıfatları
mevcûd olduğunu bilir ve bi'l-farz
(diyelim ki) hiç
gülmemiş ve ağlamamış ve tekellüm etmemiş
(konuşmamış) bile
olsa, bu sıfatların kendisinde mevcûd olduğunda ilmi
(bilgisi) vardır.
Zîrâ (çünkü)
zâtına olan ilmi, şuûnât-ı zâtiyyesini
(Zati fiillerini)
muhîttir (kuşatmıştır, ihata
etmiştir).
Vaktâki (ne zamanki)
kuvvede (vasıf,
kabiliyet olarak Zatında) olan bu sıfatlar,
kendisinden fiilen (fiil
olarak) zâhir olur
(açığa çıkar),
ya'nî fiilen güler
ve ağlar ve tekellüm eder
(konuşur).
"Hâ! işte benim gülmemin, ağlamamın ve tekellümümün
(konuşmamın) tarzı
ve şîvesi böyle imiş" der ve bu tarz ve şîveler,
güldükten ve ağladıktan ve tekellüm eyledikten
(konuştuktan) sonra
ma'lûm olur (bilinir)
ve onun ilmi, bu sûretle
(şekilde) ma'lûma
(bilinene) tâbi'
(bağlı) olur. Evvelki ilim, ilm-i icmâlî
(öz, özet biliş) idi;
sonraki ilim ise, ilm-i-tafsîlî
(detaylı biliş) olur
ki, ba'de'l-ihtibâr ve'l-imtihân
(tecrübe ve imtihandan sonra)
hâsıl olan
(oluşan) bir ilm-i zevkîdir
(ilim zevkidir).
Maahâzâ (bununla
beraber) ma'lûma
(bilinene) tâbi'
(bağlı) olan bu ilim, o kimsenin vücûdu
hâricinden (dışından)
değil, belki yine kendi zâtından müstefâddır
(kazanılmıştır).
Ve bu istifâde de, kendisinin niseb-i
Zâtiyyesi (Zati sıfatları)
olan sıfâtından vâki' olur
(oluşur, gerçekleşir).
İmdi Hak Teâlâ hazretleri, emri
(işi) hakîkâti üzere
bilmekle berâber kendi nefsini, bir ilmi istifâde
etmekle (kazanmakla)
vasf eyledi
(vasıflandırdı).
Halbuki Hak Teâlâ'nın
حَتَّى
نَعْلَمَ
(Muhammed, 47/31) kavli
(sözleri) ile kendi nefsi hakkında nass
eylediği (kesin olarak açıkça
açıkladığı) şeyin inkârına mecâl
(imkan) yoktur. Nasıl
inkâr olunabilir ki, Hak Teâlâ: "Biz sizi imtihan
ederiz, tâ ki sizden mücâhidîni
(savaşanları) ve
sâbirîni (sabredenleri)
bilelim" (Muhammed. 47/31) buyurmakla, kendi
bilişini sarâhaten (açıkça)
imtihâna ta'lîk buyuruyor
(bağlıyor).Mücâhede
(savaş) ve sabr
edenlerin kimler olduğunu imtihândan sonra bileceğini
tefhîm ediyor (anlatıyor,
bildiriyor).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Allah Teâlâ ilm-i zevk ile,
ilm-i mutlak (kayıtsız ilmin)
arasını tefrîk etti
(ayırdı).
Zîrâ (çünkü)
ilm-i mutlak "Alîm" hazretinden ve ilm-i zevk
ise “Habîr” hazretindenir. Bu iki ismin husûsiyyeti, bu
ilimlerin temeyyüzünü
(aralarındaki farklılığı, birinin diğerine olan
üstünlüğünü) îcâb etmiştir
(gerekmiştir).
Ve ilm-i mutlak
(salt, kayıtsız ilim) zât üzere zâid
(eklenmiş, ilave edilmiş)
bir ilim değildir. İlm-i zevk ise, esmânın zâta
verdiği ilm-i zâiddir (ilave
olarak fazladan bir ilimdir) ve esmânın zâta
verdiği bu ilim, yine zâttan hâriç
(zatın dışında) bir
şey değildir. Ey süret-i İlâhiyye
(İlahi suret) üzere
mahlûk (yaratık)
olan insan! Bâlâdaki
(yukarıdaki) misâle göre kendini iyice
anladın ise bu iki ilim arasındaki farkı, kendi nefsinde
zevkan (manevi zevkle)
bilmiş oldun.
Böyle olunca ilm-i zevk kuvâ
(meleki güçler) ile mukayyeddir
(kayıtlanmıştır).
Zîrâ
(çünkü) ilm-i zevk
ancak kuvâ-yı rûhâniyye
(ruhani güçler) veyâhut kuvâ-yı cismâniyye
(bedensel güçler) ile
tahassül eder (ürer).
Şu halde her bir kuvve-i rûhânî
(ruh gücü) ve her bir
uzv-ı cismânî (bedendeki
organ) ile abde
(kula),
Hak o abdin (kulun)
kuvâ (meleki
güçlerinin) ve a'zâsının
(organlarının) "ayn"ı
(hakikâti, hüviyyeti)
olduğu hakkında ilm-i zevkî hâsıl olmak
(husule gelmesi)
lâzımdır ki, abdin (kulun)
vücûd-ı kesîfî
(yoğunlaşmış madde vücudu) sûretinde
(şeklinde) müteayyin
olan (meydana çıkan),
vücûd-ı latif-i
Hak (Hakk’ın latif vücudu)
için ilm-i zevkî ve ihtibârî
(deneme, tecrübe ile biliş)
hâsıl olsun. Bu ise ancak insân-ı kâmilin
(tam, mükemmel, eksiksiz
insanın) mazharında
(görüntü mahallinde (vücudunda)
) vâki' olur
(gerçekleşir).
Zîrâ (çünkü)
insân-ı kâmil "Allah" ism-i câmi'inin
(bütün isimleri kendinde
toplayan Allah isminin) mazharı
(göründüğü yeri)
olduğundan, onda bi'l-cümle
(bütün) esmâ-i İlâhiyyenin
(İlahi isimlerin)
ahkâmı (hükümleri)
fiilen (fiil olarak)
zâhir olur (açığa
çıkar, görünür).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) insân-ı kâmilin ilm-i zevkîsi
(tat aldığı, ilim),
Hakk'ın kendi sıfât ve esmâsı sûretlerini,
insân-ı kâmilin âyîne-i vücûdunda
(ayna olan vücudunda)
müşâhede etmesiyle
(görmesiyle) Hak için hâsıl olan
(oluşan) ilm-i
zevkîdir. İnsân-ı kâmilin bu ihâtasından
(kavrayışından)
dolayı, Hak Teâlâ hazretlerinin, halâyıkın
(hakikâtlerin)
bâtınlarına (ruhlarına)
ve niyyetlerine ıttılâ'ı
(tanıma, bilme, öğrenme),
insân-ı kâmilin ıttılâ'ından
(bilmesinden)
ibârettir. Ve insân-ı nâkısta
(noksan, eksik insanda)
ise, bu cem'iyyet-i esmâiyyeye
(bütün esmanın toplamını)
mazhariyyet (açığa
çıkaracak bir mahal) bulunmayıp ba'zı esmânın
ahkâmı (hükümleri)
fiilen (fiil olarak) zâhir olmuş (açığa
çıkmış) ve ba'zısının ahkâmı
(hükümleri) ise
kuvvede (açığa çıkmamış,
potansiyel güç olarak ruhta) kalmış
olduğundan, onun sûret-i İlâhiyye
(İlahi suret) üzere
mahlûk (yaratık)
bulunması bi'l-kuvvedir
(batındadır).
Binâenaleyh (bundan dolayı),
ondaki ilm-i zevkî de nâkıstır
(noksandır).
Şu kadar ki her bir şahs-ı nâkısın
(noksan kişinin)
kendi ahvâl-i bâtıniyyesini
(ruh durumunu) müşâhede etmesi
(görmesi),
Hakk'ın onun bâtınını
(ruhunu) müşâhede
eylemesidir (görmesidir).
Bu da insân-ı nâkısta (noksan
insanda) fiilen
(fiil olarak) zâhir olan
(açığa çıkan) esmâ
ahkâmı (hükmü)
kadar, Hak için ilm-i zevki husûlünden
(meydana gelmesinden)
ibârettir.
Devam edecek |