Füsûs-ül Hikem

272. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS KELİME-İ LOKMÂNİYYE'DE VÂKI'

"HİKMET·İ İHSÂNİYYE" BEYÂNINDADIR

Ba'dehû vasf edip   خَبِيرٌ   (Lokmân, 31/16) dedi: Ya'nî  ihtibârdan âlim olarak. Ve o, O'nun   وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ   (Muhammed, 47/31) kavlidir. Bu da ilm-i ezvâktır. İmdi Hak Teâlâ emr, onun üzerine olan şeyi bilmekle berâber, nefsini bir ilme müstefîd eyledi. Halbuki Hak Teâlâ’nın, kendi nefsi hakkında, onun üzerine nass eylediği şeyin inkârına ikdâr olunmaz. Böyle olunca, Hak Teâlâ, ilm-i zevk ile ilm-i mutlak arasını tefrîk etti. Binâenaeyh, ilm-i zevk kuvâ ile mukayyeddir (11).

Ya'nî Hz. Lokmân Hak Teâlâ hazretlerini  إِنَّ اللَّهَ لَطِيفٌ خَبِيرٌ   (Lokmân, 31/16) diyerek vasf eyledi (tarif etti). Letâfet-i Hak (Hakk’ın latifliği, şeffaflığı) hakkındaki tâfsilât (geniş açıklama), bâlâda (yukarıda) zikrolundu (anlatıldı).Cenâb-ı Lokmân “Latîf” vasfından (sıfatından) sonra "Habir vasfını (sıfatını) zikreyledi (söyledi) ki, Hak Teâlâ ihtibâr (deneme) ve imtihân ile hâsıl olan (kazanılan) ilm ile âlimdir; demek olur ve bu ilm-i ihtibârî (deneme, tecrübe ile elde edilen ilim) dahi Hak Teâlâ'nın وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ حَتَّى نَعْلَمَ الْمُجَاهِدِينَ مِنكُمْ وَالصَّابِرِينَ  (Muhammed, 47/31) ya'nî “Biz sizi imtihân ederiz, tâ ki sizden mücâhidin (savaşanları) ve sâbirîni (sabırlıları) biz bilelim” kavlinden (sözlerinden) müstefâddır (anlaşılmıştır).  Bu ilm-i ihtibârî (denemeyle kazanılan ilim) dahi, ilm-i ezvâktır (lezzetlenilen ilimdir).

 

     Ma'lûm (bilinmiş) olsun ki, Fass-ı Şîsî'de (Şisi bölümünde) bu âyet-i kerîmenin tefsîri (izahı, açıklaması) sırasında mürûr etmiş (geçmişti) idi ki, ilm-i Hak (Hak ilmi) ikidir: Biri "ilm-i Zâtî" (Zatı ile alakalı ilim), diğeri "ilm-i esmâi ve sıfâtî"dir (esmaları ve sıfatları ile alakalı ilim). İlm-i Zâtî (Zati ilmi) Hakk'ın kendi zâtına olan ilmidir (bilişidir). Bu ilim zât ile berâber kadîm (eski, kıdemli) olup ma'lûma (bilinene) tâbi' (bağlı) değildir. Zîrâ (çünkü) mertebe-i Zâtta (Zat mertebesinde) ilim (bilgi), ma'lûm (bilinen) ve âlim (bilen) şey'-i vâhiddir (tek şeydir) ve Zât bu mertebede isim ve sıfat ve na'ttan (vasıflanmaktan) ganîdir (doygundur, zengindir).  İlm-i esmâi ve sıfâtî (sıfat ve esmayla alakalı ilmi) ise, Hakk'ın niseb-i zâtiyyesinden (Zati sıfatlarından) müstefâd (kazanılmış) olmakla berâber, ma'lûma (bilinene) tâbi'dir (bağlıdır) ve ma'lûm (bilinen) bi'l-kuvve (potansiyel güç, kuvve olarak) Zâtta mündemic olan (bulunan) suver­-i esmâiyyenin (esma suretlerinin), Hakk'ın kendi Zâtında, kendi Zâtına tecellîsi (belirmesi) indinde (sırasında), bi-hasebi'l-isti'dâd, (istidatları dolayısıyla) ilm-i İlâhîde (Allah’ın ilminde) sübûtuyla (sabit olmasıyla, gerçekleşmesiyle) hâsıl olur (peyda olur, oluşur).

Misâl: Bir mahbûbe-i devrân (devrin güzeli), müddet-i ömründe (ömrü boyunca) hiçbir âyîne (ayna) görmemiş ve âyîneye (aynaya) bakmamış olduğu halde kendinin mahbûbe (sevgili, güzel) olduğunu bilir, Bu, onun kendi güzelliğine ilm-i Zâtisidir (Zati ilmidir). Vaktâki (ne zaman ki) bir âyîneye (aynaya) nazar eder (bakar), onda cemâlini (yüzünü) müşâhede edince, (görünce) kendi cemâli (yüzü) hakkında bir ilm-i zevkî hâsıl olur (oluşur) ki, bu da, ilm-i sıfâtîsidir (sıfatına olan ilmidir). Evvelki ilm-i icmâli (öz, özet ilim) idi; sonraki ilmi ise tafsîlîdir (detaylıdır, teferruatlıdır).

Diğer misâl: Bir kimse kendisinde, gülme, ağlama ve tekellüm (konuşma) sıfatları mevcûd olduğunu bilir ve bi'l-farz (diyelim ki) hiç gülmemiş ve ağlamamış ve tekellüm etmemiş (konuşmamış) bile olsa, bu sıfatların kendisinde mevcûd olduğunda ilmi (bilgisi) vardır. Zîrâ (çünkü) zâtına olan ilmi, şuûnât-ı zâtiyyesini (Zati fiillerini) muhîttir (kuşatmıştır, ihata etmiştir). Vaktâki (ne zamanki) kuvvede (vasıf, kabiliyet olarak Zatında) olan bu sıfatlar, kendisinden fiilen (fiil olarak) zâhir olur (açığa çıkar),  ya'nî fiilen güler ve ağlar ve tekellüm eder (konuşur). "Hâ! işte benim gülmemin, ağlamamın ve tekellümümün (konuşmamın) tarzı ve şîvesi böyle imiş" der ve bu tarz ve şîveler, güldükten ve ağladıktan ve tekellüm eyledikten (konuştuktan) sonra ma'lûm olur (bilinir) ve onun ilmi, bu sûretle (şekilde) ma'lûma (bilinene) tâbi' (bağlı) olur. Evvelki ilim, ilm-i icmâlî (öz, özet biliş) idi; sonraki ilim ise, ilm-i-tafsîlî (detaylı biliş) olur ki, ba'de'l-ihtibâr ve'l-imtihân (tecrübe ve imtihandan sonra) hâsıl olan (oluşan) bir ilm-i zevkîdir (ilim zevkidir). Maahâzâ (bununla beraber) ma'lûma (bilinene) tâbi' (bağlı) olan bu ilim, o kimsenin vücûdu hâricinden (dışından) değil, belki yine kendi zâtından müstefâddır (kazanılmıştır). Ve bu istifâde de, kendisinin niseb-i Zâtiyyesi (Zati sıfatları)  olan sıfâtından vâki' olur (oluşur, gerçekleşir).

İmdi Hak Teâlâ hazretleri, emri (işi) hakîkâti üzere bilmekle berâber kendi nefsini, bir ilmi istifâde etmekle (kazanmakla) vasf eyledi (vasıflandırdı). Halbuki Hak Teâlâ'nın  حَتَّى نَعْلَمَ   (Muhammed, 47/31) kavli (sözleri) ile kendi nefsi hakkında nass eylediği (kesin olarak açıkça açıkladığı) şeyin inkârına mecâl (imkan) yoktur. Nasıl inkâr olunabilir ki, Hak Teâlâ: "Biz sizi imtihan ederiz, tâ ki sizden mücâhidîni (savaşanları) ve sâbirîni (sabredenleri) bilelim" (Muhammed. 47/31) buyurmakla, kendi bilişini sarâhaten (açıkça) imtihâna ta'lîk buyuruyor (bağlıyor).Mücâhede (savaş) ve sabr edenlerin kimler olduğunu imtihândan sonra bileceğini tefhîm ediyor (anlatıyor, bildiriyor). Binâenaleyh (bundan dolayı) Allah Teâlâ ilm-i zevk ile, ilm-i mutlak (kayıtsız ilmin) arasını tefrîk etti (ayırdı). Zîrâ (çünkü) ilm-i mutlak "Alîm" hazretinden ve ilm-i zevk ise  “Habîr” hazretindenir. Bu iki ismin husûsiyyeti, bu ilimlerin temeyyüzünü (aralarındaki farklılığı, birinin diğerine olan üstünlüğünü) îcâb etmiştir (gerekmiştir). Ve ilm-i mutlak (salt, kayıtsız ilim) zât üzere zâid (eklenmiş, ilave edilmiş) bir ilim değildir.  İlm-i zevk  ise, esmânın zâta verdiği ilm-i zâiddir (ilave olarak fazladan bir ilimdir) ve esmânın zâta verdiği bu ilim, yine zâttan hâriç (zatın dışında) bir şey değildir. Ey süret-i İlâhiyye (İlahi suret) üzere mahlûk (yaratık) olan insan! Bâlâdaki (yukarıdaki) misâle göre kendini iyice anladın ise bu iki ilim arasındaki farkı, kendi nefsinde zevkan (manevi zevkle) bilmiş oldun.

Böyle olunca ilm-i zevk kuvâ (meleki güçler) ile mukayyeddir (kayıtlanmıştır).  Zîrâ (çünkü) ilm-i zevk ancak kuvâ-yı rûhâniyye (ruhani güçler) veyâhut kuvâ-yı cismâniyye (bedensel güçler) ile tahassül eder (ürer). Şu halde her bir kuvve-i rûhânî (ruh gücü) ve her bir uzv-ı cismânî (bedendeki organ) ile abde (kula), Hak o abdin (kulun) kuvâ (meleki güçlerinin) ve a'zâsının (organlarının) "ayn"ı (hakikâti, hüviyyeti) olduğu hakkında ilm-i zevkî hâsıl olmak (husule gelmesi) lâzımdır ki, abdin (kulun) vücûd-ı kesîfî (yoğunlaşmış madde vücudu) sûretinde (şeklinde) müteayyin  olan (meydana çıkan),  vücûd-ı latif-i Hak (Hakk’ın latif vücudu) için ilm-i zevkî ve ihtibârî (deneme, tecrübe ile biliş) hâsıl olsun. Bu ise ancak insân-ı kâmilin (tam, mükemmel, eksiksiz insanın) mazharında (görüntü mahallinde (vücudunda) ) vâki' olur (gerçekleşir). Zîrâ (çünkü) insân-ı kâmil  "Allah" ism-i câmi'inin (bütün isimleri kendinde toplayan Allah isminin) mazharı (göründüğü yeri) olduğundan, onda bi'l-cümle (bütün) esmâ-i İlâhiyyenin (İlahi isimlerin) ahkâmı (hükümleri) fiilen (fiil olarak) zâhir olur (açığa çıkar, görünür). Binâenaleyh (bundan dolayı) insân-ı kâmilin ilm-i zevkîsi (tat aldığı, ilim), Hakk'ın kendi sıfât ve esmâsı sûretlerini, insân-ı kâmilin âyîne-i vücûdunda (ayna olan vücudunda) müşâhede etmesiyle (görmesiyle) Hak için hâsıl olan (oluşan) ilm-i zevkîdir. İnsân-ı kâmilin bu ihâtasından (kavrayışından) dolayı, Hak Teâlâ hazretlerinin, halâyıkın (hakikâtlerin) bâtınlarına (ruhlarına) ve niyyetlerine ıttılâ'ı (tanıma, bilme, öğrenme), insân-ı kâmilin ıttılâ'ından (bilmesinden) ibârettir. Ve insân-ı nâkısta (noksan, eksik insanda) ise, bu cem'iyyet-i esmâiyyeye (bütün esmanın toplamını) mazhariyyet (açığa çıkaracak bir mahal) bulunmayıp ba'zı esmânın ahkâmı (hükümleri) fiilen (fiil olarak) zâhir olmuş (açığa çıkmış) ve ba'zısının ahkâmı (hükümleri) ise kuvvede (açığa çıkmamış, potansiyel güç olarak ruhta) kalmış olduğundan, onun sûret-i İlâhiyye (İlahi suret) üzere mahlûk (yaratık) bulunması bi'l-kuvvedir (batındadır). Binâenaleyh (bundan dolayı), ondaki ilm-i zevkî de nâkıstır (noksandır). Şu kadar ki her bir şahs-ı nâkısın (noksan kişinin) kendi ahvâl-i bâtıniyyesini (ruh durumunu) müşâhede etmesi (görmesi), Hakk'ın onun bâtınını (ruhunu) müşâhede eylemesidir (görmesidir). Bu da insân-ı nâkısta (noksan insanda) fiilen (fiil olarak) zâhir olan (açığa çıkan) esmâ ahkâmı (hükmü) kadar, Hak için ilm-i zevki husûlünden (meydana gelmesinden) ibârettir.

Devam edecek

 

 
 
İzmir -05.06.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com