Füsûs-ül Hikem

273. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS KELİME-İ LOKMÂNIYYE'DE VÂKI' "HİKMET·İ İHSÂNİYYE" BEYÂNINDADIR

Ve tahkîkan Allah Teâlâ kendi nefsinden ihbâr etti ki, muhakkak o abdinin kuvâsının “ayn”ıdır:كنت سمعه    kavlinde, halbuki o sem' abdin kuvâsından bir kuvvettir;    وبصره   kavlinde, halbuki o basar abdin kuvâsından bir kuvvettir;  ولسانه    kavlinde, halbuki o lisân abdin a’zâsından bir uzuvdur ورجله     ve  وبده   kavillerinde. Böyle olunca, Allah Teâlâ ta'rîfde ancak kuvâ üzere iktisâr etmedi, a'zâyı da zikretti; halbuki, abd bu a'zâ ve kuvâ için gayrı değildir. İmdi, müsemmâ-yı abdin "ayn"ı Hak’tır. Abdin "ayn"ı, seyyid değildir. Zîrâ, niseb, zevâtıyla mütemeyyizdir. Halbuki, mensûbun-ileyh mütemeyyiz değildir. Çünkü, vücûdda cemî’-i nisebde O’nun “ayn” ının gayrı yoktur. Böyle olunca O, niseb ve izâfât ve sıfât sâhibi olan ayn-ı vâhidedir (12).

Ya'ni ilm-i zevk kuvâ (meleki güçler) ile mukayyed (kayıtlı) olduğu için Hak Teâlâ hazretleri    اذا   احببت   عبدا   كنت   سمعه   وبصره   ولسانه   ورجله   وبده ...  الخ     hadîs-i kudsîsinde (kutsal hadiste) kendi nefsinden haber verip kendisi sevdiği kulunun sem'i (kulağı) ve basarı (gözü) gibi kuvâsı (meleki güçleri) ve dili ve ayağı ve eli gibi a'zâsı (organları) olduğunu beyân eyledi (bildirdi). Ve bu hadîsde Hak Teâlâ abdin (kulun) yalnız kuvâsı (meleki güçleri) olduğunu beyân ile (bildirmekle) iktifâ etmeyip (yetinmeyip) a'zâsını (organlarını da) da zikretti (söyledi). Halbuki abd (kul) bu a'zâ (organlarının) ve kuvânın (güçlerinin) hey'et-i mecmûasından (bütün toplamından) ibârettir ve bu a'zâ (organlar) ve kuvâ (güçler), abdin (kulun) gayrı (başkası) şeyler değildir. İmdi Hak, abdin (kulun) kuvâ (güçleri) ve a'zâsı (organları) olunca, müsemmâ-yı abdin (isimlenen kulun) "ayn"ı (hakikâti, zatı) olmuş olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) abd, (kul) ubûdiyyet (kulluk) nisbetinden (sıfatlarından) mücerred olduğu (soyutlanmış) halde, onun hüviyyeti ve hakîkati Hak'tır. Fakat abdin (kulun) "ayn"ı (hakikâti), sıfat-ı ubûdiyyetle (kulluk sıfatıyla) muttasıf olduğu (sıfatlandığı) halde, seyyidin (efendinin) "ayn"ı (hakikâti, hüviyeti) değildir. Çünkü siyâdetle (efendilikle) muttasıf olan (sıfatlanan) ancak “seyyid” (efendi) dir; ubûdiyyetle (kullukla) muttasıf olan (sıfatlanan) abd (kul) değildir. Ve siyâdet, (efendilik, beylik), ubûdiyyetin (kulluğun, köleliğin) zıddı olduğundan, bir yerde ictimâ'ı (toplanması, bir olması) mutasavver değildir (düşünülemez).

Suâl: Abd, (kul) kuvâ (meleki güçlerinin) ve a'zâsının (organlarının) hey'et-i mecmûasından (bütün hepsinin toplamından) ibârettir. Hak müsemmâ-yı abdin (isimlenen kulun) "ayn"ı (hakikâti, zatı) olunca, abdin (kulun) "ayn"ı (hakikâti, zatı) seyyidin (efendinin) neden "ayn"ı (hakikâti, zatı) olmuyor?

Cevâb: Niseb (sıfatlar), kendi zâtları ve hakîkatları i'tibâriyle (bakımından) yekdîğerinden (birbirlerinden) ayrılırlar. Meselâ görme nisbeti (sıfatı) işitme nisbetinin (sıfatının) gayrıdır (aynısı değildir) ve bilme nisbeti (sıfatı), dileme nisbetinden (sıfatından) başka bir şeydir. İmdi vücûd-ı abdde (kulun vücudunda) müteayyin olan (meydana çıkan, görünen) Hakk'a bu nisbetlerin (sıfatların) herbirisi hasebiyle ayrı ayrı ilimler hâsıl olur. (oluşur) İşte bu nisbetler (sıfatlar, özellikler) gibi, ubûdiyyet (kulluk, kölelik) ve siyâdet (efendilik, beylik) nisbetlerinin (sıfatlarının) zâtları ve hakîkatları arasında da fark vardır. Vâkıâ (her ne kadar) bu nisbetlerin (sıfatların) mensûbun-ileyhi (kendine mensup) olan Hakk'ın vücûd-ı vâhidi (tek vücudu) mütemeyyiz (farklı, başka) değildir. Çünkü ahadiyyet-i Zâtiyye (ahad olan Zat) mertebesinde cemî'-i niseb (bütün sıfatlar) müstehlek (tükenmiş, bitmiş) olduğundan, onda gayriyyet-i i'tibâriyye (başkalık faraziyeleri) yoktur ve ubûdiyyet (kulluk) ve siyâdetle (efendilikle, beylikle) zâhir (açığa çıkan) ve müteayyin olan (görünen) ancak vücûd-ı vâhid-i Hak'tır. (Hakk’ın tek vücududur) Fakat mertebe-i abde (kulluk mertebesine) bi't-tenezzül (inerek), abdin (kulun) vücûdunda ubûdiyyetle (kullukla) zâhir oldukda (açığa çıktığında), bu vücûd-ı abd (kulun vücudu) bi-hasebi'l-mertebe (mertebe bakımından), siyâdetle (efendilikle) muttasıf olan (vasıflanan) vûcûdun "ayn"ı (hakikâti, hüviyeti) değildir. Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak, ayn-ı vâhide (tek hakikât) olmakla berâber, niseb (vasıflar) ve izâfât (bağıntılar) ve sıfât sâhibidir. Zîrâ (çünkü) nâmütenâhî (sonsuz) sıfatları ve isimleri olduğu gibi, vücûd-ı latîfinin  (latif (nurun nuru) olan vücudun) tenezzülü (inmesi) hasebiyle, kendi vücûd-ı hakîkisine (gerçek vücuduna) muzâf (bağlı) olan merâtib-i muhtelifesi (çeşitli mertebeleri) vardır. Ve isimlerinin her birisinde bir husûsiyyet (özellik) mevcûd olup, bu husûsiyyetlerle (özellikleriyle) yekdiğerinden (birbirlerinden) ayrıldıklarından birbirlerinin aynı değildir. Meselâ Mudill ismi Hâdi isminin aynı değildir, Zîrâ (çünkü) birisi hidâyeti, (doğru yolu) diğeri dalâleti (eğri yolu) iktizâ eder (gerektirir). Bunların havâssı (özellikleri, nitelikleri), ise birbirine benzemez. Ve kezâ (aynı şekilde) hazret-i ervâh, (ruhlar mertebesi) hazret-i misâle (hayal mertebesine) ve hazret-i misâl (misal mertebesi) ise hazret-i şehâdete (şehadet mertebesine) benzemez; aralarında fark-ı azîm (büyük fark) vardır.

Hafî (gizli) olmasın ki, bu vahdet-i vücûd meselesinde tîz-fehm (tez anlayışlı, çabuk kavrayışlı) olmak lâzımdır. Zîrâ (çünkü) kıldan ince ve kılıçtan keskin bir sırâttır (yoldur). Binâenaleyh (bundan dolayı) bu mes'ele (konu) ba'zı kimseleri semâ-yı hidâyete ve ba'zılarını dahi çâh-ı dalâlete çeker. Dalâlete (yanlışlığa) düşenler derler ki: "Mâdemki cemi'-i merâtib-i vücûd (vücudun bütün mertebeleri), vücûd-ı vâhid-i hakîkî-i (tek gerçek vücut olan) Hakk'a muzâf (bağlı) olan vücûdâttan (vücutlardan) ibârettir ve bizim vücûdumuz dahi onun vücûdunun gayrı (başka, başkası) değildir ve bizim vücûdumuz da, müteayyin olan (beliren, meydana çıkan) esmâsı hâsebiyle Hak'tır ve her bir isim kendi mazharını (göründüğü yeri (vücudu) ) sırât-ı müstakîme (doğru yola) çekip götürmektedir ve her bir isim kendi mazharından (görüntü yerinden (vücudundan) ) râzıdır; şu halde hakîkatte tâat (sevap) ile ma'sıyet (günah) yeksândır (birdir, eşittir); şerîat ise emr-i i'tibâridir. Binâenaleyh (bundan dolayı) abde (kula) lâzım olan zevk ve râhat içinde zuhûrâta (açığa çıkmışlara) tâbi olmaktır (uymaktır, boyun eğmektir)." İşte bu tâife ta'tîl-i şerîat eden (şeraitin emirlerini yerine getirmeyen) ve nefislerinin hevâsına (heveslerine) tâbi' olan (uyan) birtakım zındıklardır (münafıklardır) ki, Hak Teâlâ onlar hakkında buyurur:      وَأَضَلَّهُ اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلَى سَمْعِهِ وَقَلْبِهِ وَجَعَلَ عَلَى بَصَرِهِ غِشَاوَةً (Câsiye, 45/23) Bu tâifeyi (grubu) bu ilim ıdlâl etmiş (doğru yoldan şaşırtmış, azdırmış) ve kulakları ve kalbleri mühürlenmiş ve gözlerine nefs-i mevhûmlarının  (nefisten gelen, nefsî kuruntularının) perdesi örtülmüştür. Onlar bu sözlerinin hakîkatine muttali' (bilmiş, haberli) olmuş ve vücûd-ı vehmilerinden (var sandıkları vücutlarından) kurtulmuş olsalar idi, her mertebede zâhir olan (açığa çıkan, görünen) Hakk'ın emrine kemâl-i edeble (tam bir edeple) imtisâl edip (boyun eğip) nâil-i hidâyet olurlar (hidayete ulaşırlar) idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) vücûd-ı mevhûmlarını (var sandıkları, vehmi vücutlarının) sevk ettikleri (sürükledikleri)  zevk ve râhata mukâbil (karşılık), onlar için azîm (çok büyük) azab vardır. "Neûzü billâhi min şürûri enfüsinâ" (nefislerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız) ve "neûzü billâhi min Allâhi!" (Allah’tan Allah’a sığınırız).

Devam edecek

 

 
 
İzmir -12.06.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com