BU FASS KELİME-İ LOKMÂNIYYE'DE VÂKI' "HİKMET·İ
İHSÂNİYYE" BEYÂNINDADIR
Ve tahkîkan Allah Teâlâ kendi nefsinden ihbâr etti ki,
muhakkak o abdinin kuvâsının “ayn”ıdır:كنت
سمعه
kavlinde,
halbuki o sem' abdin kuvâsından bir kuvvettir;
وبصره
kavlinde, halbuki o basar abdin kuvâsından bir
kuvvettir;
ولسانه
kavlinde,
halbuki o lisân abdin a’zâsından bir uzuvdur
ورجله
ve
وبده
kavillerinde.
Böyle olunca, Allah Teâlâ ta'rîfde ancak kuvâ üzere
iktisâr etmedi, a'zâyı da zikretti; halbuki, abd bu a'zâ
ve kuvâ için gayrı değildir. İmdi, müsemmâ-yı abdin
"ayn"ı Hak’tır. Abdin "ayn"ı, seyyid değildir. Zîrâ,
niseb, zevâtıyla mütemeyyizdir. Halbuki, mensûbun-ileyh
mütemeyyiz değildir. Çünkü, vücûdda cemî’-i nisebde
O’nun “ayn” ının gayrı yoktur. Böyle olunca O, niseb ve
izâfât ve sıfât sâhibi olan ayn-ı vâhidedir (12).
Ya'ni ilm-i zevk kuvâ (meleki
güçler) ile mukayyed
(kayıtlı) olduğu için
Hak Teâlâ hazretleri
اذا احببت عبدا كنت سمعه وبصره ولسانه
ورجله وبده ... الخ
hadîs-i
kudsîsinde (kutsal hadiste)
kendi nefsinden haber verip kendisi sevdiği
kulunun sem'i (kulağı)
ve basarı (gözü)
gibi kuvâsı (meleki
güçleri) ve dili ve ayağı ve eli gibi a'zâsı
(organları)
olduğunu beyân eyledi
(bildirdi).
Ve bu hadîsde Hak Teâlâ abdin
(kulun) yalnız kuvâsı
(meleki güçleri)
olduğunu beyân ile
(bildirmekle) iktifâ etmeyip
(yetinmeyip) a'zâsını
(organlarını da)
da zikretti (söyledi).
Halbuki abd (kul)
bu a'zâ
(organlarının) ve kuvânın
(güçlerinin) hey'et-i
mecmûasından (bütün
toplamından) ibârettir ve bu a'zâ
(organlar) ve kuvâ
(güçler),
abdin (kulun)
gayrı (başkası)
şeyler değildir. İmdi Hak, abdin
(kulun) kuvâ
(güçleri) ve a'zâsı
(organları)
olunca, müsemmâ-yı abdin
(isimlenen kulun) "ayn"ı
(hakikâti, zatı)
olmuş olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) abd, (kul)
ubûdiyyet (kulluk)
nisbetinden
(sıfatlarından) mücerred olduğu
(soyutlanmış) halde,
onun hüviyyeti ve hakîkati Hak'tır. Fakat abdin
(kulun) "ayn"ı
(hakikâti),
sıfat-ı ubûdiyyetle
(kulluk sıfatıyla)
muttasıf olduğu
(sıfatlandığı) halde, seyyidin
(efendinin) "ayn"ı
(hakikâti, hüviyeti)
değildir. Çünkü siyâdetle
(efendilikle) muttasıf olan
(sıfatlanan) ancak
“seyyid” (efendi)
dir; ubûdiyyetle (kullukla)
muttasıf olan
(sıfatlanan) abd
(kul) değildir. Ve siyâdet,
(efendilik, beylik),
ubûdiyyetin
(kulluğun, köleliğin) zıddı olduğundan, bir
yerde ictimâ'ı (toplanması,
bir olması) mutasavver değildir
(düşünülemez).
Suâl: Abd, (kul)
kuvâ (meleki
güçlerinin) ve a'zâsının
(organlarının)
hey'et-i mecmûasından (bütün
hepsinin toplamından) ibârettir. Hak
müsemmâ-yı abdin (isimlenen
kulun) "ayn"ı
(hakikâti, zatı) olunca, abdin
(kulun) "ayn"ı
(hakikâti, zatı)
seyyidin (efendinin)
neden "ayn"ı (hakikâti,
zatı) olmuyor?
Cevâb: Niseb
(sıfatlar),
kendi zâtları ve hakîkatları i'tibâriyle
(bakımından)
yekdîğerinden
(birbirlerinden) ayrılırlar. Meselâ görme
nisbeti (sıfatı)
işitme nisbetinin (sıfatının)
gayrıdır (aynısı
değildir) ve bilme nisbeti
(sıfatı),
dileme nisbetinden
(sıfatından) başka
bir şeydir. İmdi vücûd-ı abdde
(kulun vücudunda)
müteayyin olan (meydana
çıkan, görünen) Hakk'a bu nisbetlerin
(sıfatların)
herbirisi hasebiyle ayrı ayrı ilimler hâsıl olur.
(oluşur) İşte bu
nisbetler (sıfatlar,
özellikler) gibi, ubûdiyyet
(kulluk, kölelik) ve
siyâdet (efendilik, beylik)
nisbetlerinin
(sıfatlarının) zâtları ve hakîkatları
arasında da fark vardır. Vâkıâ
(her ne kadar) bu
nisbetlerin (sıfatların)
mensûbun-ileyhi
(kendine mensup) olan Hakk'ın vücûd-ı vâhidi
(tek vücudu)
mütemeyyiz (farklı, başka)
değildir. Çünkü ahadiyyet-i Zâtiyye
(ahad olan Zat)
mertebesinde cemî'-i niseb
(bütün sıfatlar) müstehlek
(tükenmiş, bitmiş)
olduğundan, onda gayriyyet-i i'tibâriyye
(başkalık faraziyeleri)
yoktur ve ubûdiyyet
(kulluk) ve siyâdetle
(efendilikle, beylikle)
zâhir (açığa
çıkan) ve müteayyin olan
(görünen) ancak
vücûd-ı vâhid-i Hak'tır.
(Hakk’ın tek vücududur) Fakat mertebe-i abde
(kulluk mertebesine)
bi't-tenezzül (inerek),
abdin (kulun)
vücûdunda ubûdiyyetle
(kullukla) zâhir
oldukda (açığa çıktığında),
bu vücûd-ı abd
(kulun vücudu) bi-hasebi'l-mertebe
(mertebe bakımından),
siyâdetle
(efendilikle) muttasıf olan
(vasıflanan) vûcûdun
"ayn"ı (hakikâti, hüviyeti)
değildir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hak,
ayn-ı vâhide (tek hakikât)
olmakla berâber, niseb
(vasıflar) ve izâfât
(bağıntılar) ve
sıfât sâhibidir. Zîrâ (çünkü)
nâmütenâhî
(sonsuz) sıfatları ve isimleri olduğu gibi,
vücûd-ı latîfinin (latif
(nurun nuru) olan vücudun) tenezzülü
(inmesi) hasebiyle,
kendi vücûd-ı hakîkisine
(gerçek vücuduna) muzâf
(bağlı) olan
merâtib-i muhtelifesi
(çeşitli mertebeleri) vardır. Ve isimlerinin
her birisinde bir husûsiyyet
(özellik) mevcûd olup, bu husûsiyyetlerle
(özellikleriyle)
yekdiğerinden
(birbirlerinden) ayrıldıklarından
birbirlerinin aynı değildir. Meselâ Mudill ismi Hâdi
isminin aynı değildir, Zîrâ
(çünkü) birisi hidâyeti,
(doğru yolu) diğeri
dalâleti (eğri yolu)
iktizâ eder (gerektirir).
Bunların havâssı
(özellikleri, nitelikleri),
ise birbirine benzemez. Ve kezâ
(aynı şekilde)
hazret-i ervâh, (ruhlar
mertebesi) hazret-i misâle
(hayal mertebesine)
ve hazret-i misâl (misal
mertebesi) ise hazret-i şehâdete
(şehadet mertebesine) benzemez; aralarında fark-ı azîm
(büyük fark) vardır.
Hafî
(gizli) olmasın
ki, bu vahdet-i vücûd meselesinde tîz-fehm
(tez anlayışlı, çabuk
kavrayışlı) olmak lâzımdır. Zîrâ
(çünkü) kıldan ince
ve kılıçtan keskin bir sırâttır
(yoldur).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) bu mes'ele
(konu) ba'zı
kimseleri semâ-yı hidâyete ve ba'zılarını dahi çâh-ı
dalâlete çeker. Dalâlete
(yanlışlığa) düşenler derler ki: "Mâdemki
cemi'-i merâtib-i vücûd
(vücudun bütün mertebeleri),
vücûd-ı vâhid-i hakîkî-i
(tek gerçek vücut olan)
Hakk'a muzâf (bağlı)
olan vücûdâttan
(vücutlardan) ibârettir ve bizim vücûdumuz
dahi onun vücûdunun gayrı
(başka, başkası) değildir ve bizim vücûdumuz
da, müteayyin olan (beliren,
meydana çıkan) esmâsı hâsebiyle Hak'tır ve
her bir isim kendi mazharını
(göründüğü yeri (vücudu) ) sırât-ı müstakîme
(doğru yola) çekip
götürmektedir ve her bir isim kendi mazharından
(görüntü yerinden (vücudundan) )
râzıdır; şu halde hakîkatte tâat
(sevap) ile ma'sıyet
(günah) yeksândır
(birdir, eşittir);
şerîat ise emr-i i'tibâridir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) abde
(kula) lâzım olan
zevk ve râhat içinde zuhûrâta
(açığa çıkmışlara)
tâbi olmaktır (uymaktır,
boyun eğmektir)."
İşte bu tâife ta'tîl-i şerîat eden
(şeraitin emirlerini yerine
getirmeyen) ve nefislerinin hevâsına
(heveslerine) tâbi'
olan (uyan)
birtakım zındıklardır
(münafıklardır) ki, Hak Teâlâ onlar hakkında
buyurur:
وَأَضَلَّهُ
اللَّهُ عَلَى عِلْمٍ وَخَتَمَ عَلَى سَمْعِهِ وَقَلْبِهِ
وَجَعَلَ عَلَى بَصَرِهِ غِشَاوَةً
(Câsiye, 45/23) Bu tâifeyi
(grubu) bu ilim ıdlâl etmiş
(doğru yoldan şaşırtmış,
azdırmış) ve kulakları ve kalbleri
mühürlenmiş ve gözlerine nefs-i mevhûmlarının
(nefisten gelen, nefsî
kuruntularının)
perdesi örtülmüştür. Onlar bu sözlerinin hakîkatine
muttali' (bilmiş, haberli)
olmuş ve vücûd-ı vehmilerinden
(var sandıkları vücutlarından)
kurtulmuş olsalar idi, her mertebede zâhir
olan (açığa çıkan, görünen)
Hakk'ın emrine kemâl-i edeble
(tam bir edeple)
imtisâl edip (boyun eğip)
nâil-i hidâyet olurlar
(hidayete ulaşırlar) idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
vücûd-ı mevhûmlarını (var
sandıkları, vehmi vücutlarının) sevk
ettikleri (sürükledikleri)
zevk ve râhata mukâbil
(karşılık),
onlar için azîm
(çok büyük) azab vardır. "Neûzü billâhi min
şürûri enfüsinâ"
(nefislerimizin kötülüklerinden Allah’a sığınırız)
ve "neûzü billâhi min Allâhi!"
(Allah’tan Allah’a sığınırız).
Devam edecek |