BU FASS KELİME-İ LOKMÂNIYYE'DE VÂKI'
"HİKMET·İ İHSÂNİYYE" BEYÂNINDADIR
İmdi Lokmân'ın bu âyette “Lâtîf” ve “Hâbîr” olarak bu
iki
ism-i İlâhîden getirdiği şeyi, kendi oğluna
ta'lîminde Allah Teâlâ'yı onlar ile tesmiyesi,onun
hikmetinin tamâmındandır. Eğer bunu, kevnde kılsa idi,
ki o vücûddur,
كان
der idi, hikmette etemm ve eblağ olurdu (13).
Ya'ni Hz. Lokmân
يَا بُنَيَّ إِنَّهَا إِن تَكُ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِّنْ
خَرْدَلٍ فَتَكُن. الغ
(Lokmân,
31/16) âyet-i kerîmesinde beyân olunduğu
(anlatıldığı) vech
ile (şekilde)
oğluna hikmet ta'lîm ettiği
(öğrettiği) ve nasihat verdiği sırada, bu
âyet-i kerîmenin nihâyetinde
(sonunda)
إِنَّ
اللَّهَ لَطِيفٌ خَبِيرٌ
(Lokmân,
31/16) dedi ve Allah Teâlâ'yı bu iki isim ile tesmiye
ederek (isimlendirerek),
oğluna Allah Teâlâ'yi "Latîf' ve "Habir"
olarak bildirdi. Hz. Lokmân'ın hikmetinin tamâmı, Allah
Teâlâ'yı bu iki isim ile tesmiye etmek
(isimlendirmek) idi.
O da öyle yaptı ve kendi kelime-i vücûdunda
(Hakk’ın kelimesi olan
vücudunda) mündemic olan
(bulunan) hikmeti
oğluna telkîn etti (anlattı).
Fakat, Hz. Lokmân
إِنَّ
اللَّهَ لَطِيفٌ خَبِيرٌ
demeyip de
كَانَ الله لطيفاً خبيراً
demiş
olsaydı ve "Latif ve "Habîr" isimlerini "kevn" masdarına
- ki kelime-i vücûdiyyedir - muzâf
(bağlı, bağıntılı)
kılmış olsa idi, hikmette etemm
(kusursuz) ve
nasîhatta "eblağ (en açık, en
düzgün) olmuş olurdu. Zîrâ
(çünkü) "kevn"
masdarından müştakk (çıkmış,
türemiş) olan "kâne", Allah Teâlâ'nın ezelde
bu iki vasıflar (sıfatlar)
ile mevsûf
(vasıflanmış) olduğuna ve bu iki vasıf
(sıfat) onun zâtının
muktezâsından (gereklerinden)
bulunduğuna delâlet
(işaret) ederdi. Ve
bu halde de ma'nâ, "Allah Teâlâ ezelde kendi zâtında
latif (şeffaf, nurun nuru)
ve habir (haberli,
bilgili) olduğu gibi, el-ân
(şu anda) dahi latîf
ve habîrdir" demek olurdu. Nitekim,
كان
الله لم يكن معه شيء
kavliyle
(sözleriyle).
"Allah Teâlâ ezelde mevcûd idi ve O'nunla
berâber bir şey yok idi ve elân
(şu anda) dahi mevcûd
olup yine O’nunla beraber bir şey yoktur" ma'nâsı murâd
olunur. Ve bu kavle (sözlere)
ilâve olunan "el-ân kemâ kân"
(O el-an olduğu gibidir)
onun tefsîri (izahı)
olmuş olur. Fakat, bu etemmiyyet
(kusursuzluk, mükemmellik)
ve eblagiyyet (en
beliğ, en fasih olmaklık (açıklık, tamlık, düzgünlük) )
hasâis-ı Muhammediyyedendir
(Muhammedi özelliklerdendir).
Şu kadar ki, Hz. Lokmân'ın hükmü kendi
mertebesine ve zamânına nisbetle
(göre) kemâl (tamlık, mükemmellik)
üzeredir. Zîrâ
(çünkü) ma'rifette
(ilimde, bilgide)
noksan, şân-ı nübûvvete
(nebilik (peygamberlik) şanına) lâyık
değildir (yakışmaz).
İmdi, Allah Teâlâ kavl-i Lokmân'ı, dediği gibi, ma’nâ
üzere hikâye etti ve onun üzerine bir şey ziyâde etmedi.
Ve her ne kadar Lokmân'ın
إِنَّ اللَّهَ لَطِيفٌ خَبِيرٌ
(Lokmân,
31/16) kavli, Allâh'ın kavlinden ise de, vaktâki Allah
Teâlâ âlim oldu ki, eğer o mütemmim olarak nutk ede idi,
elbette bununla tetmîm ederdi ( 14).
Ya'nî Hz. Lokmân mensûb
(bağlı, ait) olduğu kavmin lisânı
(dili) üzere oğluna
nasîhat etmiş idi. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm Arabi lisânı
(Arap dili) üzere
nâzil olduğundan (indiğinden)
Allah Teâlâ; onun kendi lisânıyla
(diliyle) dediği
ma'nâyı lisân-ı Arabîye (Arap
diline) nakl ile
(aktararak (çevirerek) olduğu gibi hikâye
etti ve onun oğluna beyân ettiği
(anlattığı) ma'nâ
üzerine bir şey ziyâde
(ilave) etmedi. Vâkıâ
(gerçi) bâlâda
(yukarıda) zikr
olunan (adı geçen)
âyet-i kerîmede Lokmân'a isnâd olunan
(dayatılan)
إِنَّ
اللَّهَ لَطِيفٌ خَبِيرٌ
(Lokmân, 31/16) kavli
(sözleri) Allâh'ın kavlinden
(sözlerinden) ise de,
bu kavil, (sözler)
oğluna hitâben söylediği kelâmda
(sözlerde),
Hz. Lokmân'ın meskût bıraktığı
(söylemediği)
hikmettir ki karîne-i hâl
(durumun şekliyle, cereyan şekli) ile
bilinir. Zîrâ (çünkü)
yukarıda îzâh olunduğu
(anlatıldığı) üzere, Allâh'ın yerde ve gökte
Allah olması, bi'l-cümle taayyünât-ı semâviyye ve
arzıyye (yerdeki ve
göklerdeki bütün varlıkların hepsi) ile
müteayyyin olup (belirip)
onlarda hâzır olmasına
(bizzat bulunmasına)
ve bi'l-cümle taayyünât
(bütün meydana çıkmışlar) ile müteayyin olup
(belirip) onlarda
huzûru (hazır olması)
dahi latîf bulunmasına ve âlem-i tafsîlde
(detay aleminde)
ilm-i zevk husûlü (oluşu)
dahi '"Habir" olmasına mütevakkıfdır
(bağlıdır).
İşte Hz. Lokmân'ın söylediği hikmette meskût
bıraktığı (söylemediği)
hikmet budur. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Allah
Teâlâ bildi ki, eğer Hz. Lokmân, hikmet-i
mantûkun-bihâyı (sözle ifade
ettiği hikmeti) tetmîmen
(tamamlayarak),
hikmet-i meskûtün-anhâyı
(ifade etmediği hikmeti)
da nutk edeydi, (söyleye
idi) kendi lügatı üzere
(kelimeleriyle)
elbette
إِنَّ
اللَّهَ لَطِيفٌ خَبِيرٌ
(Lokmân, 31/16) kavliyle
(sözleriyle) tetmîm ederdi
(tamamlardı).
İmdi
bu kavl-i arabî (Arapça söz)
her ne kadar zâhirde
(görünüşte) Hak
Teâlâ'nın kavli (sözleri)
ise de, indimâcen
ve tercemeten
(çevirerek, terceme ederek) Hz. Lokmân'ın
kavlidir (sözleridir).
Şu halde Hak Teâlâ, kavl-i Lokmân'ı
(Lokman’ın sözlerini),
onun dediği ve murâd eylediği gibi, ma'nâ
üzerine nakledip (aktarıp)
ona bir şey ziyâde
(ilave) etmedi. Eğer
ziyâde (ilave) ede
idi,
كَانَ
الله لطيفاً خبيراً
der
idi. Böyle demedi. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Lokmân'ın
mertebesini ve onun zamânına nisbetle
(göre) ne şeyin kemâl
(tamlık, mükemmellik)
olduğunu bilir. Ve bu hikmet ise zevk-ı Muhammedî
(Muhammedi zevk)
üzere olan hikmettir. Halbuki, Hz. Lokmân ümmet-i
Muhammed'den (Muhammed
ümmetinden) olmadığı için, bu zevkı hâiz
(sahib) değildir.
Zîrâ (çünkü)
enbiyâ (nebiler)
(aleyhimü's-selâm) nübüvvetleri
(nebilik görevlerinin)
merâtibinin
(mertebelerinin) hıfzı
(korunması) için,
makâm-ı Muhammediye ıttılâ'dan
(haberli olmaktan, bilmekten)
memnû' olmuşlardır
(men edilmişlerdir,
yasaklanmışlardır).
Fakat bu âlemden
(dünyadan) intikâl ettikten
(göçtükten) sonra,
hükm-i nübüvvet (nebilik
hükmü) bâkî
(devamlı, daimi) kalmayacağından, berâzih-ı
uhreviyyede (ahiret
yaşamlarında) makâm-ı muhammedîye
(Muhammedi makamı)
ıttılâ'dan (bilmekten,
haberli olmaktan) memnû'
(men edilmiş, yasaklanmış)
olmazlar.
Devam edecek |