Füsûs-ül Hikem

274. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS KELİME-İ LOKMÂNIYYE'DE VÂKI'

"HİKMET·İ İHSÂNİYYE" BEYÂNINDADIR

İmdi Lokmân'ın bu âyette “Lâtîf” ve “Hâbîr” olarak bu iki ism-i İlâhîden  getirdiği şeyi, kendi oğluna ta'lîminde Allah Teâlâ'yı onlar ile tesmiyesi,onun hikmetinin tamâmındandır. Eğer bunu, kevnde kılsa idi, ki o vücûddur,  كان  der idi, hikmette etemm ve eblağ olurdu (13).

Ya'ni Hz. Lokmân  يَا بُنَيَّ إِنَّهَا إِن تَكُ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِّنْ خَرْدَلٍ فَتَكُن. الغ    (Lokmân,  31/16) âyet-i kerîmesinde beyân olunduğu (anlatıldığı) vech ile (şekilde) oğluna  hikmet ta'lîm ettiği (öğrettiği) ve nasihat verdiği sırada, bu âyet-i kerîmenin nihâyetinde (sonunda)  إِنَّ اللَّهَ لَطِيفٌ خَبِيرٌ    (Lokmân, 31/16) dedi ve Allah Teâlâ'yı bu iki isim ile tesmiye ederek (isimlendirerek), oğluna Allah Teâlâ'yi "Latîf' ve "Habir" olarak bildirdi. Hz. Lokmân'ın hikmetinin tamâmı, Allah   Teâlâ'yı bu iki isim ile tesmiye etmek (isimlendirmek) idi. O da öyle yaptı ve kendi  kelime-i vücûdunda (Hakk’ın kelimesi olan vücudunda) mündemic olan (bulunan) hikmeti oğluna telkîn etti (anlattı). Fakat, Hz. Lokmân  إِنَّ اللَّهَ لَطِيفٌ خَبِيرٌ   demeyip de كَانَ الله لطيفاً خبيراً     demiş olsaydı ve "Latif ve "Habîr" isimlerini "kevn" masdarına - ki kelime-i vücûdiyyedir - muzâf (bağlı, bağıntılı) kılmış olsa idi, hikmette etemm (kusursuz) ve nasîhatta "eblağ (en açık, en düzgün) olmuş olurdu. Zîrâ (çünkü) "kevn" masdarından müştakk (çıkmış, türemiş) olan "kâne", Allah Teâlâ'nın ezelde bu iki vasıflar (sıfatlar) ile mevsûf (vasıflanmış) olduğuna ve bu iki vasıf (sıfat) onun zâtının muktezâsından (gereklerinden) bulunduğuna delâlet (işaret) ederdi. Ve bu halde de ma'nâ, "Allah Teâlâ ezelde kendi zâtında latif (şeffaf,  nurun nuru) ve habir  (haberli, bilgili) olduğu gibi, el-ân (şu anda) dahi latîf ve habîrdir" demek olurdu.  Nitekim,  كان   الله   لم يكن   معه   شيء    kavliyle (sözleriyle). "Allah Teâlâ ezelde mevcûd idi ve O'nunla berâber bir şey yok idi ve elân (şu anda) dahi mevcûd olup yine O’nunla beraber bir şey yoktur" ma'nâsı murâd olunur. Ve bu kavle (sözlere) ilâve olunan "el-ân kemâ kân" (O el-an olduğu gibidir) onun tefsîri (izahı) olmuş olur. Fakat, bu etemmiyyet (kusursuzluk, mükemmellik) ve eblagiyyet (en beliğ, en fasih olmaklık (açıklık, tamlık, düzgünlük) ) hasâis-ı Muhammediyyedendir (Muhammedi özelliklerdendir). Şu kadar ki,  Hz. Lokmân'ın hükmü kendi mertebesine ve zamânına nisbetle (göre) kemâl (tamlık, mükemmellik) üzeredir. Zîrâ (çünkü) ma'rifette (ilimde, bilgide) noksan, şân-ı nübûvvete (nebilik (peygamberlik) şanına) lâyık değildir (yakışmaz).

İmdi, Allah Teâlâ kavl-i Lokmân'ı, dediği gibi, ma’nâ üzere hikâye etti ve onun üzerine bir şey ziyâde etmedi. Ve her ne kadar Lokmân'ın إِنَّ اللَّهَ لَطِيفٌ خَبِيرٌ   (Lokmân, 31/16) kavli, Allâh'ın kavlinden ise de, vaktâki Allah Teâlâ âlim oldu ki, eğer o mütemmim olarak nutk ede idi, elbette bununla tetmîm ederdi ( 14).

Ya'nî Hz. Lokmân mensûb (bağlı, ait) olduğu kavmin lisânı (dili) üzere oğluna nasîhat etmiş idi. Halbuki Kur'ân-ı Kerîm Arabi lisânı (Arap dili) üzere nâzil olduğundan (indiğinden) Allah Teâlâ; onun kendi lisânıyla (diliyle) dediği ma'nâyı lisân-ı Arabîye (Arap diline) nakl ile (aktararak (çevirerek) olduğu gibi hikâye etti ve onun oğluna beyân ettiği (anlattığı) ma'nâ üzerine bir şey ziyâde (ilave) etmedi. Vâkıâ (gerçi) bâlâda (yukarıda) zikr olunan (adı geçen) âyet-i kerîmede Lokmân'a isnâd olunan (dayatılan)  إِنَّ اللَّهَ لَطِيفٌ خَبِيرٌ  (Lokmân, 31/16) kavli (sözleri) Allâh'ın kavlinden (sözlerinden) ise de, bu kavil, (sözler) oğluna hitâben söylediği kelâmda (sözlerde), Hz. Lokmân'ın meskût bıraktığı (söylemediği) hikmettir ki karîne-i hâl (durumun şekliyle, cereyan şekli) ile bilinir. Zîrâ (çünkü) yukarıda îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere, Allâh'ın yerde ve gökte Allah olması, bi'l-cümle taayyünât-ı semâviyye ve arzıyye (yerdeki ve göklerdeki bütün varlıkların hepsi) ile müteayyyin olup (belirip) onlarda hâzır olmasına (bizzat bulunmasına) ve bi'l-cümle taayyünât (bütün meydana çıkmışlar) ile müteayyin olup (belirip) onlarda huzûru (hazır olması) dahi latîf bulunmasına ve âlem-i tafsîlde (detay aleminde) ilm-i zevk husûlü (oluşu) dahi '"Habir" olmasına mütevakkıfdır (bağlıdır). İşte Hz. Lokmân'ın söylediği hikmette meskût bıraktığı (söylemediği) hikmet budur. Binâenaleyh  (bundan dolayı) Allah Teâlâ bildi ki, eğer Hz. Lokmân, hikmet-i mantûkun-bihâyı (sözle ifade ettiği hikmeti) tetmîmen (tamamlayarak), hikmet-i meskûtün-anhâyı (ifade etmediği hikmeti) da nutk edeydi, (söyleye idi) kendi lügatı üzere (kelimeleriyle) elbette  إِنَّ اللَّهَ لَطِيفٌ خَبِيرٌ  (Lokmân, 31/16) kavliyle (sözleriyle) tetmîm ederdi (tamamlardı).

İmdi bu kavl-i arabî (Arapça söz)  her ne kadar zâhirde (görünüşte) Hak Teâlâ'nın kavli (sözleri) ise de, indimâcen ve tercemeten (çevirerek, terceme ederek) Hz. Lokmân'ın kavlidir (sözleridir). Şu halde Hak Teâlâ, kavl-i Lokmân'ı (Lokman’ın sözlerini), onun dediği ve murâd eylediği gibi, ma'nâ üzerine nakledip (aktarıp) ona bir şey ziyâde (ilave) etmedi. Eğer ziyâde (ilave) ede idi,  كَانَ الله   لطيفاً خبيراً   der idi. Böyle demedi. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Lokmân'ın mertebesini ve onun zamânına nisbetle (göre) ne şeyin kemâl (tamlık, mükemmellik) olduğunu bilir. Ve bu hikmet ise zevk-ı Muhammedî (Muhammedi zevk) üzere olan hikmettir. Halbuki, Hz. Lokmân ümmet-i Muhammed'den (Muhammed ümmetinden) olmadığı için, bu zevkı hâiz (sahib) değildir. Zîrâ (çünkü) enbiyâ (nebiler) (aleyhimü's-selâm) nübüvvetleri (nebilik görevlerinin) merâtibinin (mertebelerinin) hıfzı (korunması) için, makâm-ı Muhammediye ıttılâ'dan (haberli olmaktan, bilmekten) memnû' olmuşlardır (men edilmişlerdir, yasaklanmışlardır). Fakat bu âlemden (dünyadan) intikâl ettikten (göçtükten) sonra, hükm-i nübüvvet (nebilik hükmü) bâkî (devamlı, daimi) kalmayacağından, berâzih-ı uhreviyyede (ahiret yaşamlarında) makâm-ı muhammedîye (Muhammedi makamı) ıttılâ'dan (bilmekten, haberli olmaktan) memnû' (men edilmiş, yasaklanmış) olmazlar.

Devam edecek

 

 
 
İzmir -19.06.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com