| 
						 
						
						
						BU FASS KELİME-İ LOKMÂNIYYE'DE VÂKI' 
						
						
						
						"HİKMET·İ İHSÂNİYYE" BEYÂNINDADIR 
						
						
						
						Ve Lokmân'ın 
						
						 إِن 
						تَكُ مِثْقَالَ حَبَّةٍ مِّنْ خَرْدَلٍ 
						
						
						 (Lokmân, 31/16) kavline gelince, o habbe kendi için 
						gıdâ olan kimseye mahsûstur. Halbuki o, Hak Teâlâ'nın
						
						
						 فَمَن 
						يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرا يَرَهُ {7} وَمَن 
						يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرّاً يَرَهُ 
						ً
						
						
						 (Zelzele, 
						99/7-8) kavlinde mezkûr olan zerrenin gayrı değildir. 
						Binâenaleyh, o zerre mütegaddînin asgarıdır ve hardaldan 
						bir habbe dahi gıdânın asgarıdır. Ve eğer  mütegaddî 
						nev’inde zerreden daha küçük bir şey ola idi, Allah 
						Teâlâ elbette onu getirir idi. Nitekim,
						
						
						 إِنَّ 
						اللَّهَ لاَ يَسْتَحْيِي أَن يَضْرِبَ مَثَلاً مَّا 
						بَعُوضَةً 
						(Bakara, 2/26) kavlini getirdi. Ba’dehû, vücûdda 
						sivrisinekten daha küçük bir şey olduğu ilm-i İlâhide 
						sâbit oldukda 
						
						فَمَا فَوْقَهَا
						
						
						   (Bakara, 
						2/26) dedi, ya'nî küçüklükte. Ve işte bu, Allâh'ın 
						kavlidir ve sûre-i Zelzele'de olan dahi kezâ Allah’ın 
						kavlidir. İmdi bunu bil! Böyle olunca muhakkak Allah 
						Teâlâ vücûdda ondan asgar bir şey olduğu halde zerrenin 
						vezni üzere iktisâr etmediğini biz biliriz. Zîrâ 
						muhakkak zerreyi mübâlağa üzere getirdi. Halbuki, Allah 
						Teâlâ a'lemdir (15) 
						
						
						Yâ'nî Hz. Lokmân’ın "Eğer hardaldan bir habbe 
						(tane) miskâli 
						(ağırlığında) olsa" 
						kavlinde (sözlerinde) 
						zikrolunan (anlatılan) 
						habbe (tohum, tane) 
						kendisi için gıdâ olan kimseye mahsûstur 
						(aittir). Ya'ni hardaldan 
						bir habbe (tane) 
						miskâli (ağırlığı) 
						gâyet küçük bir şeydir. Binâenaleyh 
						(bundan dolayı), 
						gâyet küçük olan bir gıdâ, küçük olan mütegaddîye 
						(gıdalanana) 
						mahsûstur (aittir).
						Ve bu gâyet küçük olan mütegaddî 
						(gıdalanan) dahi, 
						zerreden başka bir şey olamaz. Nitekim, Hak Teâlâ'nın  
						
						
						فَمَن يَعْمَلْ مِثْقَال   َ ذَرَّةٍ خَيْراً 
						يَرَهُ {7} وَمَن يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرّاً 
						يَرَهُ  
						(Zelzele, 99/7-8) kavlinde 
						(sözlerinde) zerrenin gâyet küçük bir şey 
						olduğu zikrolunur (anlatılır).
						Binâenaleyh 
						(bundan dolayı), 
						zerre mütegaddînin 
						(gıdalananın) en küçüğüdür ve hardaldan bir 
						habbe (tane) dahi 
						o küçük mütegaddînin 
						(gıdalananın) gıdâsıdır. 
						
						
						Ma'lûm olsun (bilinsin)
						ki zerre, ale'l-âde 
						(basbayağı) göz ile 
						görülemeyecek derecede küçüktür. Bu zerre lisân-ı 
						frengîde (Avrupalıların)
						"atom" ta'bir ettikleri 
						(dedikleri) şey 
						değildir. Zîrâ (çünkü) 
						"atom" henüz âlet vâsıtasıyla da görülemez. Burada 
						“zerre” gözle görülebilen şeyler ma'nâsınadır. Ve her 
						bir atom müteaddid (birçok)
						elektrondan terekküb eder 
						(birleşiminden meydana gelir)
						ve her bir elektronun vezni, 
						(ağırlığı) bir miligramın milyonda birinin milyarda birinin 
						milyarda biri veznindedir 
						(ağırlığındadır).
						Hayret-efzâ olan 
						(hayret veren, şaşırtan) bu  asgariyyetin ne 
						ale'-âde (alelade, sıradan)
						göz ile ve de âlet vâsıtasıyla müşâhedesi 
						(görülmesi) mümkün 
						olmayıp eserden istidlâl edilmiş 
						(netice çıkarılmış) 
						bir nazariyye (teori) 
						olduğu zâhirdir (açıktır).
						İmdi bu merâtib-i asgariyyette 
						(en küçük mertebede) 
						keyfîyyet-i tegaddî 
						(gıdalanma hususu) olmayıp onların büyümeleri 
						tegaddînin (gıdalanmanın)
						gayrı (başka)
						bir sûretle 
						(şekilde) vâki' olduğu 
						(gerçekleştiği) ve 
						tegaddî (gıdalanma) 
						ancak mikrop derecesindeki zerrelerden başladığı 
						anlaşılır. Nitekim, keşfen 
						(keşif yoluyla) vâki' olan 
						(gerçekleşen) 
						müşâhedeleri (görüşleri)
						üzerine Hz. Mevlânâ Celâleddin Rûmî (r.a.) 
						efendimiz Mesnevî-i Şerif’lerinde böyle 
						buyururlar: 
						
						
						  ذرها   
						ديدم   دها نشان   جمله   باز          كر   بكوبم   خورد 
						شان   كرد د   د را ز                  
						
						
						Tercüme: "Cümlesinin ağızları açık zerreler gördüm. Eğer 
						onların taâmlarını 
						(yiyeceklerini) veyâ küçüklüklerini  
						söylersem uzun olur." 
						
						
						Bu zerreler dahi vücûdları ale'l-âde 
						(sıradan bir) göz ile 
						değil, belki hurdebîn (mikroskop) vâsıtasıyla müşâhede 
						olunan (görünen) 
						verem, vebâ ve tifo ilh… gibi basillerden başka şeyler 
						değildir. Fennen sâbittir ki, bu hayvânât-ı sağîre 
						(küçük hayvanlar) 
						kendilerinden küçük habbeler 
						(tanecikler) ile tegaddî ederler 
						(beslenirler).
						Şu halde, bu habbecikler 
						(tanecikler) o 
						zerrelerden ibâret olan hayvancıkların gıdâsı olurlar ve 
						eğer mütegaddî (gıdalanan)
						nev'inde 
						(cinsinden) zerreden daha küçük bir şey 
						mevcûd olaydı, elbette Allah Teâlâ onu zikreder idi 
						(anlatırdı). 
						 Nitekim, Allah 
						Teâlâ: 
						
						 إِنَّ 
						اللَّهَ لاَ يَسْتَحْيِي أَن يَضْرِبَ مَثَلاً مَّا 
						بَعُوضَةً 
						
						  (Bakara, 2/26) 
						âyet-i kerîmesinde sivrisineği misâl getirdi; ondan 
						sonra da 
						
						  فَمَا  فَوْ قََهَا   
						
						 buyurdu. 
						Ya'ni küçüklükte sivrisineğin mâ-fevkı 
						(daha üstü) demektir. 
						
						
						Şu halde Allah Teâlâ'nın ilminde, vücûdda 
						(varlıkta) 
						sivrisinekten daha küçük bir şey bulunduğu sâbit 
						(mevcut) olduğu için, 
						böyle buyurdu. Ve fi’l-hakîkada 
						(esasında) küçüklükte 
						sivrisineğin fevkınde 
						(üstünde), 
						bâlâda (yukarıda) 
						izâh olunduğu 
						(anlatıldığı) üzere, mikroplara kadar 
						müteselsilen (birbirlerine 
						bağlı zincirleme giden) birçok nevi 
						(cins) hayvânât-ı 
						sağîre (küçük hayvanlar)
						ve onların gıdâsı olmağa sâlih 
						(elverişli, uygun) 
						bulunan elektronlardan mürekkeb 
						(bileşik) atomlar 
						mevcûddur. İşte bu 
						
						  إِنَّ 
						اللَّهَ لاَ يَسْتَحْيِي أَن يَضْرِبَ مَثَلاً مَّا 
						بَعُوضَةً 
						
						   (Bakara, 
						2/26) âyet-i kerîmesi ile, sûre-i Zelzele'de 
						(zelzele suresinde) 
						vâkı' (olmuş) olan
						
						
						  وَمَن 
						يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ   
						
						
						(Zelzele, 99/7) âyet-i kerîmesi Allah Teâlâ'nın kavlidir
						(sözleridir).
						Halbuki Allah Teâlâ merâtib-i muhtelifedeki
						(çeşitli mertebelerdeki)
						tecelliyâtını 
						(tecellilerini) bildiği cihetle 
						(yönüyle) kelâmında
						(sözünde) 
						hakîkat-ı hâll (gerçek 
						durumu) beyân 
						buyurur (bildirir).
						 Binâanaleyh 
						(bundan dolayı) sen 
						dahi bunun böyle olduğunu hakîkatı üzere bil! Ve 
						muhakkaktır ki, Allah Teâlâ vücûdda 
						(varlıkta) zerreden 
						daha küçük bir şey mevcûd olduğu halde, zerreyi intihâb 
						etti (seçti).
						Zîrâ (çünkü)
						onun fevkindeki 
						(üstündeki) küçüklüğü basar-ı hissî 
						(beden gözü),
						âlet ile bile idrâk edemez. Böyle olmakla 
						berâber küçüklüğü, vezn 
						(ölçmek) için, bu zerre üzerine iktisâr 
						etmedi (sözü fazla uzatmadı).
						Zîrâ (çünkü)
						biz biliriz ki, vücûdda 
						(varlıkta) zerreden 
						daha küçük olarak, göz ile görülebilen bir şey yoktur. 
						Gerek âletsiz ve gerek âlet ile gözün göremediği atomlar 
						ile bu atomları terkîb eden 
						(bileşiminden meydana getiren) elektronlar 
						ise, ancak mertebe-i akılda 
						(akıl mertebesinde) mevcûddur. Allah Teâlâ 
						basar-ı hissî (beden gözü)
						ile görülebilecek, zerreden daha küçük bir 
						şey olmadığını bildiği için, zerreyi küçüklükte mübâlağa 
						üzerine (aşırı ileri giderek 
						(üstünde fazla durarak) ) beyân buyurdu 
						(anlattı). 
						
						
						Keşfiyyât-ı fenniyyeden 
						(fenni buluşlardan) başkasına kulak asmayan 
						ve ihbârât-ı enbiyâ 
						(nebilerin (peygamberlerin) bildirdiklerine) 
						ve evliyâyı (velileri) 
						istihfâf eden (ehemmiyet 
						vermeyen, küçük gören) mahdûdu'l-akl 
						(sınırlı akıl sahipleri) 
						dinsizlerde zerre kadar insâf varsa, merâtib-i 
						asgariyyetin (en küçük 
						mertebelerin) keşfiyyât-ı fenniyyeden 
						(fenni keşiflerden) 
						mukaddem (önce),
						enbiyâ (nebiler)
						ve evliyâ 
						(veliler) hazerâtı 
						(hazretleri) 
						tarafından ihbâr buyurulmuş 
						(haber verilmiş) olduğunu kabul etmeleri 
						lâzım gelir. Fakat bu insâf nerede! 
						
						
						Devam edecek  |