Füsûs-ül Hikem

276. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS KELİME-İ LOKMÂNIYYE'DE VÂKI'

"HİKMET·İ İHSÂNİYYE" BEYÂNINDADIR

Lokmân'ın oğlunun ismini tasğîr etmesine gelince: "Tasğîr" rahmettir. Ve bunun için, onunla amel ettiği vakit, onda onun saâdeti bulunan şeyle vasıyyet etti. Ve onun لَا تُشْرِكْ بِاللَّهِ     (Lokmân, 31/13) ya'nî "Allah'a şirk koşma!" kavliyle oğlunu şirkten nehyindeki vasıyyetinin hükmüne gelince: "Muhakkak şirk, zulm-i âzimdir" (Lokmân, 31/13) ve mazlûm, makâmdır.  Zîrâ onu inkısân ile vasf eyledi. Ve halbuki o ayn-ı vâhidedir. Çünkü ona ancak onun "ayn"ını işrâk eder ve bu ise cehlin gâyesidir. Ve bu işrâkin sebebi: Muhakkak öyle bir şahıs ki, onun için emrin alâ-mâ-hüve-aleyh ma'rifeti hâsıl değildir ve onun üzerine ayn-ı vâhidede suver muhtelif olduğu vakit, bir şeyin hakîkatına onun ma'rifeti yoktur; halbuki o, bu ihtilâfın ayn-ı vâhide içinde olduğunu ârif değildir; bu makâmda olan bir sûreti, diğer sûrete müşâreke eder. Binâenaleyh, her bir sûret için bu makâmdan bir cüz' ihdâs eder (16)

Ya'ni Hz. Lokmân'ın, oğluna hitâb ederken sîga-yı tasgîr (küçültme kipi) ile "Yâ büneyye" ya'nî "Ey oğulcuğum" demesine gelince: Onun bu tasgîri, (küçültmesi) tasgîr-i rahmettir (rahmet olan küçültmedir). Ve Hz. Lokmân oğluna olan merhametinden nâşi (dolayı) ona öyle bir şey tavsiye etti ki, oğlu, o vasiyyetle amel ettiği vakit, nâil-i saâdet (saadete ermiş) olur. Ve onun saâdeti bu tavsiye olunan şeyle amelde mündericdir (bulunmaktadır, yer almıştır). Ve Cenâb-ı Lokmân'ın "Allâh'a şirk (ortak) koşma!" (Lokmân, 31/13) kavli (sözleri) ile oğlunu şirkten nehy etmesinin (yasaklamasının) hikmetine gelince: Bu da, "Şirkin zulm-i azîm" (çok büyük zulm) (Lokmân, 31/13) olmasından nâşidir (dolayıdır): Ve zulûm olan şirkte, mazlûm (zulüm görmüş) olan şirkte, mazlûm (zulüm görmüş) olan makâm-ı ahaddiyyettir (ahadiyet makamıdır). Zîrâ (çünkü) müşrik, (şirk koşan) ayn-ı vâhideden (tek hakikâtten) ibâret olan o makâmı inkısâm (bölmek, kısımlara ayırmak) ile vasf etmekle (vasıflandırmakla, nitelendirmekle) zulm etti. Çünkü müşrik (şirk koşan) vücûdda (varlıkta) Allah Teâlâ'ya bir şeyi ortak kılsa, ancak O'nun "ayn"ı (zatı, hakikâti) olan şeyi ortak kılmış olur. Bu ise cehlin (cahilliğin) son derecesidir.

Meselâ bir kimse "Hakk'ın vücûdu başka ve âlemin (evrenin) vücûdu başkadır" demiş olsa, âlemin (evrenin) vücûdunu Hakk'ın vücûduna ortak kılmış olur. Bu ise cemî'-i vücûhu (bütün vecihleri (isimleri) ) câmi' olup (kendinde toplayıp) ayn-ı vâhideden (tek hakikâtten) ibâret bulunan mertebe-i ulûhiyyete (uluhiyet mertebesine (Allah’a) ) karşı zulümdür. Zîrâ (çünkü) âlem (evren) hakkındaki hükmünü mahall-i lâyıkına (yakışan yere) vaz' etmedi (koymadı) ve o ayn-ı vâhide (tek hakikât) inkısam (parçalara bölünme) kabul etmez iken, onu inkısâm (bölünmek) ile vasf etti (nitelendirdi). Ve eltaf-ı latîf (latifin latifi (nurun nuru) olan zât-ı Hak (Hakk’ın Zatı),  kendi  vücûdunu teksîf ederek (yoğunlaştırarak) esmâsına vücûdât-ı izâfiyye (izafi (gölge) vücutlar) verdiği ve âlem dediğimiz suver-i muhtelifenin (çeşitli suretlerin) hey'et-i mecmûası (bütün hepsi) bundan ibâret olmakla Hakk'ın "ayn"ı (zatı) bulunduğu cihetle (bakımından) vücûd-ı izâfî-i âlemi, (izafi (göreli) vücut olan evreni) Hakk'ın vücûd-ı hakîkîsi (gerçek vücudu) muvâcehesinde (karşısında) isbat edip (vardır, mevcuttur deyip) O'na teşrîk eden (ortak koşan) kimse, ancak Hakk'ın "ayn"ını (zatını) O'na müşârik kılmış (ortak yapmış) olur. Bu ise son derece cehildir (bilgisizliktir). Eğer o kimse, ayn-ı vâhide (tek hakikât) olan mertebe-i ulûhiyyet (uluhiyet mertebesi) ile, O'nun merâtib-i tenezzülâtı (indiği mertebelerin) beynlerindeki (aralarındaki) münâsebeti (ilişkiyi) bilmiş olsa idi, böyle yapmazdı.

Misâl: Buz haddi zâtında (aslında) suyun incimâdından (donmasından) ibârettir. Suyun terkîbine (bileşimine) bir şey dâhil olmakla (girmekle) buz hâsıl olmadı (oluşmadı). Belki incimâd (donma) suyun sıfat-ı ârızasıdır (sonradan kazandığı sıfatıdır). İmdi bir kimse su ile buzun vücûdunu ayrı bilip her birerlerini istiklâliyle (kendi başlarına bağımsız olduğuna) hükmetse (karar verse), o kimse suyun vücûduna yine suyun vücûdunu şerîk (ortak) kılmış (yapmış) olur. Bu ise bittabi' (doğal olarak) bir hükm-i câhilânedir (cahilce bir hükümdür).  Burada suyun zâtına hicâb (perde) olan şey, ancak suyun sıfatıdır.

Ve Hakk'ın "ayn"ını (zatını), O'na teşrîk (ortak) etmenin sebebi budur ki: Emrin (hususların, işlerin) ne hal (oluş) üzere olduğunu ve şeyin (varlığın) hakîkatini ârif olmayan (bilmeyen) şahıs, ayn-ı vâhidede (tek hakikâtte) zâhir olan (görülen) suver-i muhtelifeyi (çeşitli suretleri) gördüğü vakit, bu ihtilâfın (aykırılığın, zıtlığın) o ayn-ı vâhide (tek hakikât) içinde olduğunu ve ondan hâriç (onun dışında) bir sûret mevcûd olmadığını bilmez ve o ayn-ı vâhide (tek hakikât) makâmında bir sûreti, diğer sûrete müşârik (ortak) kılar. Binâenaleyh (bundan dolayı) her bir sûret için bu makâmdan bir cüz' (kısım, parça) ihdâs eder, (ortaya çıkarır) ya'ni o ayn-ı vâhideyi (tek hakikâti) suvere (suretlere) göre cüz'lere (kısımlara) ve aksâma (parçalara) taksîm eder (ayırır).

Devam edecek

 

 
 
İzmir -03.07.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com