Füsûs-ül Hikem

278. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS KELİME-İ HÂRÛNİYYEDE MÜNDERIC

"HİKMET-İ İMÂMİYYE" BEYÂNINDADIR

Ma’ûm olsun (bilinsin) ki: Fass-ı Dâvûdî'de (Davut bölümünde) dahi izâh olunduğu (anlatıldığı) üzere her bir halîfe "imâm"dır; fakat her bir "imâm" halife değil, belki ba'zı imâm halifedir. Binâenaleyh (bundan dolayı) "imâmet" (imamlık) ve "hilâfet"i (halifeliği) câmi' olan (toplayan) bir kimseye "halîfe" denildiği vakit, imâmet (imamlık), hilâfetin (halifeliğin) bir ismi olmuş olur. Nitekim, buradaki imâmet (imamlık) dahi, böylece hilâfetin (halifeliğin) bir ismidir. İmâmet (imamlık) cânib-i Hak'tan (Hak tarafından) ya bilâ-vâsıta (vasıtasız) veyâhut bi'l-vâsıta (vasıtalı) tevcîh olunur (gönderilir). Hârûn (a.s.)’da bu iki kısım imâmetin (imamlığın) her ikisi de sâbit (mevcut) oldu. Çünkü, Mûsâ ve Harûn (a.s.) müştereken (birlikte) seyf (kılıç) ile ba's olundular (gönderildiler). Ve seyf (kılıç) ile ba's olunan (gönderilen) her bir resûl (Peygamber) hulefâ-i Hak'tan (Hakk’ın halifelerinden) bir halîfedir ve ülü'l-azmdendir (büyük Peygamberlerdendir). Diğer taraftan Hârûn (a.s.)’ın imâmeti, (imamlığı) Mûsâ (a.s.) tarafından tevcîh olunan (verilen) hilâfeti (halifeliği) de câmi'dir (toplamıştır). İşte Hârûn (a.s.) bilâ-vâsıta (vasıtasız) ve bi'l-vâsıta (vasıtalı) olan iki kısım imâmeti (imamlığı) hâiz (sahip) olduğu için, "hikmet-i imâmiyye" (imamlık ile alakalı hikmet)  Kelime-i Hârûniyye'ye (Harun kelimesine) mukârin (bitişik) kılındı. Şuhûd (müşahede) ve ihsân mertebesine vâsıl olunmayınca (ulaşılmayınca) mertebe-i imâmete (imamlık mertebesine)  nâil olunmayacağı (ulaşılamayacağı) cihetle (bakımından), bu "hikmet-i imâmiyye" (imamlık ile alakalı hikmet),  "hikmet-i ihsâniyye"yi (ihsanla alakalı hikmetin) müteâkıben (hemen arkasından) beyân olundu (anlatıldı).

Ma'lûmun olsun ki, muhakkak Hârûn (a.s.)’ın vücûdu, “Biz ona (ya’nî Mûsâ’ya) rahmetimizden birâderi Hârûn’u nebî olarak vehb ettik" (Meryem, 19/53) kavliyle, hazret-i rahamû'tttan idi. Binâenaleyh, onun nübüvveti hazret-i rahamûttan oldu. İmdi muhakkak o sinnen Mûsâ'dan ekber ve Mûsâ dahi nübüvveten ondan ekber idi. Vaktâki Hârûn'un nübüvveti rahmetten oldu, bunun için karındaşı Mûsâ (a.s.)’a "yâ ibn-i ümm" dedi. Binâenaleyh, ona ebi ile değil ümmü ile nidâ etti. Çünkü rahmet, eb için değil, ümm için hükümde evferdir ve eğer bu rahmet olmaya idi, mübâşeret-i terbiyeye sabr etmez idi. Ba'dehû     إِنِّي خَشِيتُ أَن تَقُولَ  فَرَّقْتَ بَيْنَ     (Tâhâ, 20/94) ve    فَلاَ تُشْمِتْ بِيَ الأعْدَاء    (A'râf, 7/150) dedi. İmdi bunun hepsi enfâs-ı rehmetten bir nefestir ( I )

Ya'nî Harûn (a.s.)’ın vücûdu,    وَوَهَبْنَا لَهُ مِن رَّحْمَتِنَا أَخَاهُ هَارُونَ نَبِيّاً    (Meryem, 19/53) ya'nî "Biz rahmetimizden Mûsâ'ya; karındaşı Hârûn’ı nebî olarak Vehb ettik." âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince), hazret-i rahamûttan (yüce rahmet mertebesinden) idi ve "rahamût" rahmetin mübâlağasıdır (aşırı olanıdır, büyüğüdür). Nitekim, âlem-i melâikeye (melekler âlemine) "melekût" ve Âlem-i mücerredâta da (soyut, mefhumlar âlemine de) "ceberût" tesmiye olunur (denir). Ve Hz. Hârûn'un nübüvveti (nebiliği (peygamberliği) ) ancak rahmetten münbais (doğmuş, ileri gelmiş) idi. Zîra (çünkü) Mûsâ (a.s.) hulkan (tabiatça) haşîn (sert, katı) ve dînen ziyâde (çok fazla) sâhibi-i salâbet (maneviyat bakımdan sağlam) idi. Nutukta (konuşurken) dahi fasîh değil (sarih, açık konuşmaz) idi. Hz. Hârûn ise, ahlâk-ı hasene (iyi, güzel ahlak) ve fesâhat-ı lisâniyye  sahibi (konuşması açık ve düzgün) olduğundan, hulku (huyu) ve fesâhati (açık ve düzgün konuşması) ile emr-i da'vette (davet işinde) kendisine muîn (yardımcı) ve zahîr olmak (arka çıkmak) için, Mûsâ (a.s.) karındaşı Hârûn (a.s.)’ın da'vette iştirâkini (ortaklığını, kendisine katılmasını) Hak'tan taleb etti (istedi).  Nitekim, Kur'ân-ı Kerîm'de cenâb-ı Mûsâ'dan naklen beyân buyuruluyor (bildiriliyor).    رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي {25} وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي {26} وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّنلِّسَانِي {27} يَفْقَهُوا قَوْلِي {28} وَاجْعَل لِّي وَزِيراً مِّنْ أَهْلِي {29} هَارُونَأَخِي {30} اشْدُدْ بِهِ أَزْرِي {31} وَأَشْرِكْهُ فِي أَمْرِي {32} كَيْ نُسَبِّحَكَكَثِيراً {33} وَنَذْكُرَكَ كَثِيراً {34} إِنَّكَ كُنتَ بِنَا بَصِيراً     (Tâhâ, 20/25-35) Binâenaleyh (bundan dolayı) Hz. Hârûn'un emr-i da'vette (davet işinde) ve nübüvvette (nebilikte) iştirâki (birlikteliği) Hz. Mûsâ'ya Hak'tan rahmet oldu. Ve Hz. Hârûn cenâb-ı Mûsâ'dan yaşça büyük idi. Fakat nübüvvet (nebilik (peygamberlik)) i'tibâriyle (bakımından) Hz. Mûsâ, ondan büyük idi. Zîrâ (çünkü) onun nübûvveti (nebiliği) bi'l-asâle (asaleten, asıl olarak) ve Hz. Hârûn'un nübûvveti (nebiliği) ise bi'l-iştirâk (ortaklık suretiyle) idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) Hz. Hârûn, küçük karındaşı olan cenâb-ı Mûsâ'ya rahmet-i uhuvvet (kardeşlik rahmeti) kâidesince, nübüvvetle (nebilikle) iştirâkinden (ortaklığından) evvel dahi rahîm idi. Fakat adem-i nübüvveti (nebi olmayışı) hasebiyle davette muîn (yardımcı) değil idi. Onun için Mûsâ (a.s.)    وَأَشْرِكْهُ فِي أَمْرِي    (Tâhâ, 20/32) ya'nî "Onu benim emr-i da'vetimde (davet işimde) müşârik (ortak) kıl!" münâcâtıyle (duasıyla) Hak'tan emr-i da'vette (davet işinde) dahi onun kendisine muâvenetini (yardım etmesini) taleb etti (istedi). Binâenaleyh (bundan dolayı) Hârûn (a.s.)’ın vücûdu (varlığı) hem hılkaten (yaratılış bakımından) hem de da’veten (çağrı bakımından) Hz. Mûsâ'ya rahmet oldu. Ve cenâb-ı Hârûn'un nübüvveti (nebilik görevi), hazret-i rahmetten (rahmet mertebesinden) vâkı' oldukda (gerçekleştiğinde), karındaşı Mûsa (a.s.)’a "Yâ ibn-i ümm" ya'nî “Ey anamın oğlu” diyerek vâlidesinin (annesini) tavassutuyla (araya sokarak) hitâb etti (konuştu). Ana ve baba bir karındaş oldukları halde Hz. Hârûn'un pederi (babası) vâsıtasıyla nidâ etmeyip (seslenmeyip) de bu sûretle (şekilde) hitâbı (seslenişi), kendi vücûdunun hazret-i rahmetten (rahmet mertebesinden) vâkı' (olmuş) olmasından nâşîdir (dolayıdır). Zîrâ (çünkü) rahamât-ı tabîiyyenin (tabii rahmetin büyüğü) etemmi, (tam, kusursuz olanı) rahmet-i ümûmettir (annenin rahmetidir). Ve çünkü rahmet hükümde (geçerlilikte) baba için değil, ana için daha çoktur. Ve eğer o rahmet-i tabîiyye (tabii rahmet), anada mevcûd olmasaydı, çocuğunu terbiye etmek gibi, gâyet ağır bir vazîfenin mübâşeretine (görevini üstlenmeye) sabr etmezdi (katlanmazdı). Zîrâ (çünkü) gece uykularını fedâ etmek ve onun vakitli vakitsiz kirlerini temizlemek ve envâ'-ı ta'zîbâtına (çeşitli, eziyetlerine, sıkıntılarına) tahammül etmek, ancak merhametin galebesiyle (üstün gelmesiyle) olur. Bu merhamet-i tabîiyye (tabii şefkât, esirgeme) olmasa, vâlidenin bu azâba (eziyetlere) tahammülü müstahîldir (imkânsızdır). İşte Hârûn (a.s.) rahmet-i zâtiyye ve tabîiyye (zati ve tabii rahmet) ile me'lûf (alışılmış) olan vâlidesinin ismiyle Hz. Mûsâ'ya hitâb ettikten (seslendikten) sonra: "Sakalımı ve saçımı tutma!" (Tâhâ, 20/94) ve "Düşmanlarımı güldürme!" (A'râf, 7/150) dedi. Zîrâ (çünkü) Mûsâ (a.s.) Tûr'a gidip gaybûbet buyurduğu (yok olduğu, kaybolduğu) vakit, Tâhâ sûre-i şerîfesinde (mübarek sûre’de) beyân buyurulduğu (bildirildiği) üzere, Benî İsrâil, (İsrail oğulları) Sâmirî'nin i'mâl-gerdesi olan (yaptığı) buzağıya tapmağa başlamışlar ve Hârûn (a.s.) Benî İsrâil (İsrail oğulları) arasına tefrika (anlaşmazlık, ikilik) düşeceği havfiyle (korkusuyla) onları men'de (durdurmak için) mûbâlâğa buyurmamış (üstüne fazla düşmemiş) ve Hz. Mûsâ'nın avdetine (geri gelişini) intizâr eylemiş (beklemiş) idi. Mûsâ (a.s.) Tûr'dan avdet ettiği (geri döndüğü) vakit, Benî İsrâîl'i (İsrail oğullarını) bu halde görünce gazab edip (öfkelenip): "Bunları bu halden niçin men' etmedin? (durdurmadın, yasaklamadın)" diye kendisinden sinnen (yaşça) büyük olan cenâb-ı Hârûn'un saçını ve sakalını tutup çekmiş idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) cenâb-ı Hârûn, Hz. Mûsâ"nın gazabına (öfkesine) karşı, icâbât-ı rahmetten (rahmetin gereğinden) olan maânî (manalar) ile hitâb etti (konuştu). Şu halde onun bu kelâmı (sözleri) Mûsâ (a.s.) için, rahmet-i rahmâniyye (rahmanın rahmetinin) enfâsından (nefeslerinden)  bir nefes oldu.

Ve bunun sebebi, elvâhtan, onun iki elinde olan şeye nazarda adem-i tesebbütüdür ki, ellerinden onlara attı. Eğer onlara nazar-i tesebbüt ile nazar edeydi, onlarda hüdâ ve rahmeti bulur idi.  İmdi Hüdâ, emirden vâkı' olan şeyin beyâni idi ki, Hârûn'un berî olduğu şeyden Mûsâ'yı iğzâb eyledi. Ve rahmet, karındaşına idi. İmdi büyüklüğü ve ondan daha yaşlı olması ile berâber, kavmi mahzarında onun sakalını tutmaz idi. Binâenaleyh bu, Hârûn’dan Mûsâ (a.s.)’a şefkat oldu; zîrâ Hârûn’un nübüvveti Allah'ın rahmetindendir. Böyle olunca ondan ancak bunun misli sâdır olur (2).

Burada gerek sûre-i A'râfda (Araf suresinde) ve gerek sûre-i Tâhâ'da (Taha suresinde) ihbâr buyrulan (bildirilen) vak'anın (olayın) icmâlen (özet olarak) beyânı (anlatılması) lâzım geldi. Ma'lûm olsun (bilinsin) ki, Mûsâ (a.s.) Tûr'a gittiği vakit. Onun efrâd-ı ümmetinden (topluluğuna dahil olan kişilerden) olan Sâmiri, (yaptığı bir buzağıya, Hz. Musa Tûr-i Sînâ’da Allah ile konuşurken, halkı tapındırmaya çalışan kişi)  alâ-tarîkı'l-keşf, (keşif yoluyla) ata binmiş olduğu halde Cebrâîl (a.s.)’ın sûret-i mütemessilesini (suretlenmiş vücudunu) müşâhede etmiş (görmüş) ve onun atının bastığı mahalden (yerden) bir kabza (avuç) toprak almış idi. Sâmiri, Sâmire kabîlesine mensûb (bağlı) Mûsâ b. Zafer isminde bir şahıstır. Ba'dehû (daha sonra) bu şahıs, Hz. Mûsâ tarafından vekîl olarak bırakılan Hârûn (a.s.)’a mürâcaatla "Beni İsrâîl, (İsrail oğulları) Mısır'dan hurûclarından (çıkışlarından) mukaddem (önce), kıbtılerden (çingenelerden) düğün ve bayram için istiâre ettikleri (aldıkları, topladıkları) küpe, gerdanlık ve bilezik v.s. misillû (benzeri) hilyâtı (zinetleri) aralarında alıp satıyorlar. Bu hal âriyet olan (alınan) emvâlde (mallarda) tasarruf demek olup devâmı münâsib (uygun) değildir. Bunların cümlesini (hepsini) toplayıp ihrâk edelim" (yakalım) dedi. Hârûn (a.s.) bu teklîf-i meşrû'u (kanuna uygun teklifi) muvâfık (yerinde) buldu. Bu hilyâtın (zinetlerin) cümlesini (hepsini) toplayıp Sâmirî eritti ve kendisinin kuyumculukta mahâreti (ustalığı) olmakla bu ma'denden bir buzağı sûreti (şekli) i'mâl etti (yaptı). Ve hîn-i izâbede (erittiği sırada) aldığı bir kabza (avuç) toprağı o halîtaya (karışıma) karıştırdı. O buzağıdan sadâ (ses) zâhir oldu (çıktı). Zîrâ (çünkü) Sâmirî Hz. Cibrîl'in (Cebrail a.s.’ın) mazhar-ı sıfat-ı hayât (hayat sıfatının çıktığı mahal) olduğuna bi-tarîkı'l-keşf (keşf yoluyla) vâkıf olmuş (öğrenmiş) olduğundan, onun atının bastığı yerde dahi bu sırr-ı hayâtın (hayat sırrının) sereyânını (yayıldığını, sirayet ettiğini) idrâk eylemiş (anlamış) idi. Benî İsrâîl'in (İsrail oğullarının) senelerden beri me'lûf  (alışkın) oldukları putperestlik meylinden (eğiliminden) bi'l-istifâde (faydalanarak) Beni İsrâil'e (İsrail oğullarına) "İşte bu sizin ve Mûsâ'nın ilâhıdır" diye onları ıdlâl (azdırdı) ve iğvâ eyledi (ayarttı) ve onlar da bu buzağıya tapmaya başladılar. Hârûn (a.s.) her ne kadar onlara "Ey nâs (insanlar), bu buzağı sebebiyle fitneye düştünüz; buna tapmayın, sizin Rabb'iniz Râhmân'dır. Bana tâbi' olun; (bağlanın, uyun) ve benim emrime itâat edin!" (dinleyin) dedi ise de onlar: "Biz Mûsâ avdet edinceye (geri dönünceye) kadar, behemehâl (mutlaka) buzağıya tapmakta kâim olacağız" (devam edeceğiz) diye cevap verdiler.

Mûsâ (a.s.) Tûr'da iken Hak Teâlâ hazretleri ona:    فَإِنَّا قَدْ فَتَنَّا قَوْمَكَ مِن  بَعْدِكَ  وَأَضَلَّهُمُ السَّامِرِيُّ    (Tâhâ, 20/85) ya'nî "Senden sonra biz kavmine fitne (fesat, karışıklık) ilkâ ettik (verdik) ve Sâmirî onları ıdlâl eyledi" (doğru yoldan çıkardı, azdırdı) buyurdu. Mûsâ (a.s.), gazab (öfke) ve hüzn (üzüntü) ile kavmine rücû' edip (geri dönüp) vukû'-ı hâli (olan hali) gördükde: "Benden sonra ne fenâ amel ettiniz" deyip Tûr'dan getirdigi elvâh-ı Tevrât'ı (Tevrat levhalarını) hiddetle elinden yere attı. Ve cenâb-ı Hârûn'un saçından ve sakalından tutup çekti. Hârûn (a.s.) dahi bâlâda (yukarıda) zikrolunduğu (anlatıldığı) üzere Mûsâ (a.s.)’ın gazabına (hiddetine) karşı icâbât-ı rahmetten (rahmetin gereği) olan maânî (manalar) ile hitâb edip (konuşup) cevâp verdi. Mervîdir ki (rivayet olunur ki) elvâh-ı Tevrât (Tevrat levhaları) eczâya (parçalara) münkasim (bölünmüş) olarak yedi parça idi. Cenâb-ı Mûsâ'nın hiddetle yedinden (elinden) atmasını müteâkıb (ardından) altı parçasının cûz'leri (parçacıkları) ref’ olunup (kaldırılıp) bir parçasının eczâsı (parçacığı) kaldı.   وَلَمَّا سَكَتَ عَن مُّوسَى الْغَضَبُ أَخَذَ  الأَلْوَاحَ وَفِي نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ لِّلَّذِينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ    (A'râf, 7/154) âyet-i kerîmesinde beyân buyurulduğu (bildirildiği) vechile (yönüyle), Hz. Mûsâ'nın gazabı (öfkesi) sâkin oldukda (yatıştığında), yere attığı elvâhı (levhaları) yine eline aldı. Ve bu bakıyye-i elvâhta (geriye kalan levhada) hüdâ (hidayet) ve rahmet muharrer (yazılı) idi.

Îmdi (buna göre) Hz. Mûsâ'nın karındaşı cenâb-ı Hârûn'a karşı olan gazabının (öfkesinin) sebeb-i zuhûru (meydana geliş sebebi), elinde olup yere attığı elvâhın (levhaların) mündericâtına (içindekilere) sâbit (belirgin) bir nazarla (bakışla) nazar etmemesi (bakmaması) oldu. Zîrâ (çünkü) fikri, ihbâr-ı ilâhi (İlahi bildiriler) üzerine (ile alakalı) kavminin hâl-i dalâleti (sapkınlık durumu) ile meşgûl idi. Ve fikir bir şeyle meşgûl olduğu vakit, göz gördüğü şeye tamâmıyla mün'atıf olmaz (yönelemez). Binâenaleyh (bundan dolayı), Mûsâ (a.s.) eğer elvâha (levhalara) nazar-ı tesebbüt ile (sabır göstererek) baka idi (baksaydı), elvâhta (levhalarda) muharrer (yazılı) olan hüdâ (Allah kelamını) ve rahmeti görür  ve Hârûn (a.s.) üzerine sıfat-ı gazabla (gazab sıfatıyla) zâhir  olmaz (görünmez) idi. Çünkü elvâhta (levhalarda) muharrer (yazılı) olan hüdâ (Allah kelamı)  Hz. Mûsâ'yı iğzâb eden (kızdıran) emr-i vakı'ın (beklenmedik hususun) beyânı (bildirilmesi) idi. Ve emr-i vaki' (beklenmedik husus) ise Hz. Hârûn'un Benî İsrâîl'i (İsrail oğullarının) ıdlâlden (sapıtkanlıktan) berâeti (aklanması) idi. Zîrâ (çünkü) kavminin Sâmirî tarafından ıdlâl olunduğu (doğru yoldan çıkartıldığı) Hak tarafından kendisine ihbâr buyurulmuş (haber verilmiş) ve şu halde, cenâb-ı Hârûn'un bu husûsta aslâ dahli (nüfuzu, etkisi) bulunmamış ve tarîk-ı hüdâ (Hüdâ’nın yolu) ise lâyık olanların muâhazesini (azarlanmasını) icâb etmiş (gerektirmiş) iken, Mûsâ (a.s.)’ın elvâha (levhalara) dikkatle nazar edip (bakıp) hüdâyı (levhadaki hitabı (Allah kelamını)) görmemesi zuhûr-ı gazabına (gazabının açığa çıkmasına) sebeb oldu. Ve kezâ (aynı şekilde) elvâhta (levhalarda) mastûr (yazılmış) olan rahmet dahi birâderine olan rahmet idi. Eğer elvâha (levhalara) nazar edeydi (baksaydı), kavminin huzûrunda (gözü önünde) kendinden daha yaşlı olan cenâb-ı Hârûn'un büyüklüğü ile berâber sakalından tutmaz idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) bu "Ey anamın oğlu, benim sakalımı ve saçımı tutma!" (Tâhâ, 20/94) ve "Benim düşmânlarımı güldürme!" (A'râf, 7/150) kavli (sözleri) cenâb-ı Hârûn'dan Mûsâ (a.s.)’a şefkat oldu. Zîrâ (çünkü), Hz. Mûsâ'nın bu vaz'ı (konumu) sebebiyle onun düşmanlarının cenâb-ı Mûsâ'ya şemâtet etmeleri (kötü duruma düşmesine sevinmeleri) muhtemel idi. Cenâb-ı Hârûn, Mûsâ (a.s.)’ın düşmanlarının kendi yüzünden gülmelerini istemedi. Bu, Hz. Mûsâ'ya onun şefkâtidir. Ve Hârûn'un nübüvveti (nebiliği) Allâh'ın rahmetinden olduğu için, Hz. Mûsâ'ya elvâhta (levhalarda) olan rahmet ile nutk eyledi (konuştu) ki, ondan ancak rahmet ve şefkate müteallık (ait, alakalı) kelâm (sözler) sâdır olur (çıkar).

Devam edecek

 

 
 
İzmir -17.07.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com