BU FASS KELİME-İ HÂRÛNİYYEDE MÜNDERIC
"HİKMET-İ İMÂMİYYE" BEYÂNINDADIR
Ma’ûm olsun (bilinsin)
ki: Fass-ı Dâvûdî'de
(Davut bölümünde)
dahi izâh olunduğu
(anlatıldığı) üzere her bir halîfe "imâm"dır;
fakat her bir "imâm" halife değil, belki ba'zı imâm
halifedir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) "imâmet"
(imamlık)
ve "hilâfet"i
(halifeliği) câmi' olan
(toplayan) bir
kimseye "halîfe" denildiği vakit, imâmet
(imamlık),
hilâfetin
(halifeliğin) bir ismi olmuş olur. Nitekim,
buradaki imâmet (imamlık)
dahi, böylece hilâfetin
(halifeliğin) bir
ismidir. İmâmet (imamlık)
cânib-i Hak'tan
(Hak tarafından) ya bilâ-vâsıta
(vasıtasız) veyâhut
bi'l-vâsıta (vasıtalı)
tevcîh olunur
(gönderilir).
Hârûn (a.s.)’da bu iki kısım imâmetin
(imamlığın) her ikisi
de sâbit (mevcut)
oldu. Çünkü, Mûsâ ve Harûn (a.s.) müştereken
(birlikte) seyf
(kılıç)
ile ba's olundular
(gönderildiler).
Ve seyf (kılıç)
ile ba's olunan
(gönderilen) her bir resûl
(Peygamber)
hulefâ-i Hak'tan
(Hakk’ın halifelerinden) bir halîfedir ve
ülü'l-azmdendir (büyük
Peygamberlerdendir). Diğer taraftan Hârûn
(a.s.)’ın imâmeti, (imamlığı)
Mûsâ (a.s.) tarafından tevcîh olunan
(verilen) hilâfeti
(halifeliği) de
câmi'dir (toplamıştır).
İşte Hârûn (a.s.) bilâ-vâsıta
(vasıtasız) ve
bi'l-vâsıta (vasıtalı)
olan iki kısım imâmeti
(imamlığı) hâiz
(sahip) olduğu için, "hikmet-i imâmiyye"
(imamlık ile alakalı hikmet)
Kelime-i Hârûniyye'ye
(Harun kelimesine)
mukârin (bitişik)
kılındı. Şuhûd (müşahede)
ve ihsân mertebesine vâsıl olunmayınca
(ulaşılmayınca)
mertebe-i imâmete (imamlık
mertebesine) nâil olunmayacağı
(ulaşılamayacağı)
cihetle (bakımından),
bu "hikmet-i imâmiyye"
(imamlık ile alakalı hikmet),
"hikmet-i ihsâniyye"yi
(ihsanla alakalı hikmetin)
müteâkıben (hemen
arkasından) beyân olundu
(anlatıldı).
Ma'lûmun olsun ki, muhakkak Hârûn (a.s.)’ın vücûdu, “Biz
ona (ya’nî Mûsâ’ya) rahmetimizden birâderi Hârûn’u nebî
olarak vehb ettik"
(Meryem, 19/53) kavliyle, hazret-i rahamû'tttan idi.
Binâenaleyh, onun nübüvveti hazret-i rahamûttan oldu.
İmdi muhakkak o sinnen Mûsâ'dan ekber ve Mûsâ dahi
nübüvveten ondan ekber idi. Vaktâki Hârûn'un nübüvveti
rahmetten oldu, bunun için karındaşı Mûsâ (a.s.)’a "yâ
ibn-i ümm" dedi. Binâenaleyh, ona ebi ile değil ümmü ile
nidâ etti. Çünkü rahmet, eb için değil, ümm için hükümde
evferdir ve eğer bu rahmet olmaya idi, mübâşeret-i
terbiyeye sabr etmez idi. Ba'dehû
إِنِّي
خَشِيتُ أَن تَقُولَ
فَرَّقْتَ بَيْنَ
(Tâhâ, 20/94) ve
فَلاَ تُشْمِتْ بِيَ الأعْدَاء
(A'râf, 7/150) dedi. İmdi bunun hepsi enfâs-ı rehmetten
bir nefestir ( I )
Ya'nî Harûn (a.s.)’ın vücûdu,
وَوَهَبْنَا لَهُ مِن رَّحْمَتِنَا أَخَاهُ هَارُونَ
نَبِيّاً
(Meryem, 19/53) ya'nî "Biz rahmetimizden Mûsâ'ya;
karındaşı Hârûn’ı nebî
olarak Vehb ettik."
âyet-i kerîmesi mûcibince
(gereğince), hazret-i
rahamûttan (yüce rahmet
mertebesinden) idi ve "rahamût" rahmetin
mübâlağasıdır (aşırı
olanıdır, büyüğüdür).
Nitekim, âlem-i melâikeye
(melekler âlemine)
"melekût" ve Âlem-i mücerredâta da
(soyut, mefhumlar âlemine de)
"ceberût" tesmiye olunur
(denir).
Ve Hz. Hârûn'un nübüvveti
(nebiliği (peygamberliği) )
ancak rahmetten münbais
(doğmuş, ileri gelmiş)
idi. Zîra (çünkü)
Mûsâ (a.s.) hulkan
(tabiatça) haşîn
(sert, katı) ve dînen ziyâde
(çok fazla) sâhibi-i
salâbet (maneviyat bakımdan
sağlam) idi. Nutukta
(konuşurken) dahi
fasîh değil (sarih, açık
konuşmaz) idi. Hz. Hârûn ise, ahlâk-ı hasene
(iyi, güzel ahlak)
ve fesâhat-ı lisâniyye sahibi
(konuşması açık ve düzgün)
olduğundan, hulku
(huyu) ve fesâhati
(açık ve düzgün konuşması)
ile emr-i da'vette
(davet işinde)
kendisine muîn (yardımcı)
ve zahîr olmak
(arka çıkmak) için, Mûsâ (a.s.) karındaşı
Hârûn (a.s.)’ın da'vette iştirâkini
(ortaklığını, kendisine
katılmasını) Hak'tan taleb etti
(istedi).
Nitekim, Kur'ân-ı
Kerîm'de cenâb-ı Mûsâ'dan naklen beyân buyuruluyor
(bildiriliyor). رَبِّ
اشْرَحْ لِي صَدْرِي {25} وَيَسِّرْ لِي أَمْرِي {26}
وَاحْلُلْ عُقْدَةً مِّنلِّسَانِي {27} يَفْقَهُوا قَوْلِي
{28} وَاجْعَل لِّي وَزِيراً مِّنْ أَهْلِي {29}
هَارُونَأَخِي {30} اشْدُدْ بِهِ أَزْرِي {31}
وَأَشْرِكْهُ فِي أَمْرِي {32} كَيْ نُسَبِّحَكَكَثِيراً
{33} وَنَذْكُرَكَ كَثِيراً {34} إِنَّكَ كُنتَ بِنَا
بَصِيراً
(Tâhâ, 20/25-35) Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hz.
Hârûn'un emr-i da'vette
(davet işinde) ve nübüvvette
(nebilikte) iştirâki
(birlikteliği) Hz.
Mûsâ'ya Hak'tan rahmet oldu. Ve Hz. Hârûn cenâb-ı
Mûsâ'dan yaşça büyük idi. Fakat nübüvvet
(nebilik (peygamberlik))
i'tibâriyle (bakımından)
Hz. Mûsâ, ondan büyük idi. Zîrâ
(çünkü) onun
nübûvveti (nebiliği)
bi'l-asâle (asaleten,
asıl olarak) ve Hz. Hârûn'un nübûvveti
(nebiliği) ise
bi'l-iştirâk (ortaklık
suretiyle) idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hz.
Hârûn, küçük karındaşı olan cenâb-ı Mûsâ'ya rahmet-i
uhuvvet (kardeşlik rahmeti)
kâidesince, nübüvvetle
(nebilikle)
iştirâkinden (ortaklığından)
evvel dahi rahîm idi. Fakat adem-i nübüvveti
(nebi olmayışı)
hasebiyle davette muîn
(yardımcı) değil idi. Onun için Mûsâ (a.s.)
وَأَشْرِكْهُ
فِي أَمْرِي
(Tâhâ, 20/32) ya'nî "Onu benim emr-i da'vetimde
(davet işimde)
müşârik (ortak)
kıl!" münâcâtıyle (duasıyla)
Hak'tan emr-i da'vette
(davet işinde) dahi
onun kendisine muâvenetini
(yardım etmesini) taleb etti
(istedi).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Hârûn (a.s.)’ın vücûdu
(varlığı) hem
hılkaten (yaratılış
bakımından) hem de da’veten
(çağrı bakımından)
Hz. Mûsâ'ya rahmet oldu. Ve cenâb-ı Hârûn'un nübüvveti
(nebilik görevi),
hazret-i rahmetten
(rahmet mertebesinden)
vâkı' oldukda
(gerçekleştiğinde),
karındaşı Mûsa (a.s.)’a "Yâ ibn-i ümm" ya'nî
“Ey anamın oğlu” diyerek vâlidesinin
(annesini)
tavassutuyla (araya sokarak)
hitâb etti
(konuştu).
Ana ve baba bir karındaş oldukları halde Hz.
Hârûn'un pederi (babası)
vâsıtasıyla nidâ etmeyip
(seslenmeyip) de bu
sûretle (şekilde)
hitâbı (seslenişi), kendi
vücûdunun hazret-i rahmetten
(rahmet mertebesinden) vâkı'
(olmuş) olmasından
nâşîdir
(dolayıdır).
Zîrâ (çünkü)
rahamât-ı tabîiyyenin
(tabii rahmetin
büyüğü)
etemmi, (tam, kusursuz olanı)
rahmet-i ümûmettir
(annenin rahmetidir).
Ve çünkü rahmet hükümde
(geçerlilikte) baba
için değil, ana için daha çoktur. Ve eğer o rahmet-i
tabîiyye (tabii rahmet),
anada mevcûd olmasaydı, çocuğunu terbiye
etmek gibi, gâyet ağır bir vazîfenin mübâşeretine
(görevini üstlenmeye)
sabr etmezdi
(katlanmazdı).
Zîrâ (çünkü)
gece uykularını fedâ etmek ve onun vakitli
vakitsiz kirlerini temizlemek ve envâ'-ı ta'zîbâtına
(çeşitli, eziyetlerine,
sıkıntılarına) tahammül etmek, ancak
merhametin galebesiyle (üstün
gelmesiyle) olur. Bu merhamet-i tabîiyye
(tabii şefkât, esirgeme)
olmasa, vâlidenin bu azâba
(eziyetlere)
tahammülü müstahîldir
(imkânsızdır).
İşte Hârûn (a.s.) rahmet-i zâtiyye
ve tabîiyye (zati
ve tabii rahmet) ile me'lûf
(alışılmış) olan
vâlidesinin ismiyle Hz. Mûsâ'ya hitâb ettikten
(seslendikten) sonra:
"Sakalımı ve saçımı tutma!" (Tâhâ, 20/94) ve
"Düşmanlarımı güldürme!" (A'râf, 7/150) dedi. Zîrâ
(çünkü) Mûsâ (a.s.)
Tûr'a gidip gaybûbet buyurduğu
(yok olduğu, kaybolduğu)
vakit, Tâhâ sûre-i şerîfesinde
(mübarek sûre’de)
beyân buyurulduğu
(bildirildiği) üzere, Benî İsrâil,
(İsrail oğulları)
Sâmirî'nin i'mâl-gerdesi olan
(yaptığı) buzağıya
tapmağa başlamışlar ve Hârûn (a.s.) Benî İsrâil
(İsrail oğulları)
arasına tefrika (anlaşmazlık,
ikilik) düşeceği havfiyle
(korkusuyla) onları
men'de (durdurmak için)
mûbâlâğa buyurmamış
(üstüne fazla düşmemiş)
ve Hz. Mûsâ'nın avdetine
(geri gelişini) intizâr eylemiş
(beklemiş) idi. Mûsâ
(a.s.) Tûr'dan avdet ettiği
(geri döndüğü) vakit, Benî İsrâîl'i
(İsrail oğullarını)
bu halde görünce gazab edip
(öfkelenip):
"Bunları bu halden niçin men' etmedin?
(durdurmadın, yasaklamadın)"
diye kendisinden sinnen
(yaşça) büyük olan
cenâb-ı Hârûn'un saçını ve sakalını tutup çekmiş idi.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
cenâb-ı Hârûn, Hz. Mûsâ"nın gazabına
(öfkesine) karşı,
icâbât-ı rahmetten (rahmetin
gereğinden) olan maânî
(manalar) ile hitâb
etti (konuştu).
Şu halde onun bu kelâmı
(sözleri) Mûsâ (a.s.)
için, rahmet-i rahmâniyye
(rahmanın rahmetinin) enfâsından
(nefeslerinden) bir
nefes oldu.
Ve bunun sebebi, elvâhtan, onun iki elinde olan şeye
nazarda adem-i tesebbütüdür ki, ellerinden onlara attı.
Eğer onlara nazar-i tesebbüt ile nazar edeydi, onlarda
hüdâ ve rahmeti bulur idi. İmdi Hüdâ, emirden vâkı'
olan şeyin beyâni idi ki, Hârûn'un berî olduğu şeyden
Mûsâ'yı iğzâb eyledi. Ve rahmet, karındaşına idi. İmdi
büyüklüğü ve ondan daha yaşlı olması ile berâber, kavmi
mahzarında onun sakalını tutmaz idi. Binâenaleyh bu,
Hârûn’dan Mûsâ (a.s.)’a şefkat oldu; zîrâ Hârûn’un
nübüvveti Allah'ın rahmetindendir. Böyle olunca ondan
ancak bunun misli sâdır olur (2).
Burada gerek sûre-i A'râfda
(Araf suresinde) ve gerek sûre-i Tâhâ'da
(Taha suresinde)
ihbâr buyrulan (bildirilen)
vak'anın (olayın)
icmâlen (özet
olarak) beyânı
(anlatılması) lâzım geldi. Ma'lûm olsun
(bilinsin) ki, Mûsâ
(a.s.) Tûr'a gittiği vakit. Onun efrâd-ı ümmetinden
(topluluğuna dahil olan
kişilerden) olan Sâmiri,
(yaptığı bir buzağıya, Hz. Musa
Tûr-i Sînâ’da Allah ile konuşurken, halkı tapındırmaya
çalışan kişi) alâ-tarîkı'l-keşf,
(keşif yoluyla) ata
binmiş olduğu halde Cebrâîl (a.s.)’ın sûret-i
mütemessilesini (suretlenmiş
vücudunu) müşâhede etmiş
(görmüş) ve onun
atının bastığı mahalden
(yerden) bir kabza
(avuç) toprak almış
idi. Sâmiri, Sâmire kabîlesine mensûb
(bağlı) Mûsâ b. Zafer
isminde bir şahıstır. Ba'dehû
(daha sonra) bu
şahıs, Hz. Mûsâ tarafından vekîl olarak bırakılan Hârûn
(a.s.)’a mürâcaatla "Beni İsrâîl,
(İsrail oğulları)
Mısır'dan hurûclarından
(çıkışlarından) mukaddem
(önce),
kıbtılerden
(çingenelerden) düğün ve bayram için istiâre
ettikleri (aldıkları,
topladıkları) küpe, gerdanlık ve bilezik v.s.
misillû (benzeri)
hilyâtı (zinetleri)
aralarında alıp satıyorlar. Bu hal âriyet olan
(alınan) emvâlde
(mallarda) tasarruf
demek olup devâmı münâsib
(uygun) değildir. Bunların cümlesini
(hepsini) toplayıp
ihrâk edelim" (yakalım)
dedi. Hârûn (a.s.) bu teklîf-i meşrû'u
(kanuna uygun teklifi)
muvâfık (yerinde)
buldu. Bu hilyâtın
(zinetlerin) cümlesini
(hepsini) toplayıp
Sâmirî eritti ve kendisinin kuyumculukta mahâreti
(ustalığı) olmakla bu
ma'denden bir buzağı sûreti
(şekli) i'mâl etti
(yaptı).
Ve hîn-i izâbede
(erittiği sırada) aldığı bir kabza
(avuç) toprağı o
halîtaya (karışıma)
karıştırdı. O buzağıdan sadâ
(ses) zâhir oldu
(çıktı).
Zîrâ (çünkü)
Sâmirî Hz. Cibrîl'in
(Cebrail a.s.’ın)
mazhar-ı sıfat-ı hayât (hayat
sıfatının çıktığı mahal) olduğuna
bi-tarîkı'l-keşf (keşf
yoluyla) vâkıf olmuş
(öğrenmiş)
olduğundan, onun atının bastığı yerde dahi bu sırr-ı
hayâtın (hayat sırrının)
sereyânını
(yayıldığını, sirayet ettiğini) idrâk eylemiş
(anlamış) idi.
Benî İsrâîl'in (İsrail
oğullarının) senelerden beri me'lûf
(alışkın) oldukları
putperestlik meylinden
(eğiliminden) bi'l-istifâde
(faydalanarak) Beni
İsrâil'e (İsrail oğullarına)
"İşte bu sizin ve Mûsâ'nın ilâhıdır" diye
onları ıdlâl (azdırdı)
ve iğvâ eyledi (ayarttı)
ve onlar da bu buzağıya tapmaya başladılar.
Hârûn (a.s.) her ne kadar onlara "Ey nâs
(insanlar),
bu buzağı sebebiyle fitneye düştünüz; buna
tapmayın, sizin Rabb'iniz Râhmân'dır. Bana tâbi' olun;
(bağlanın, uyun)
ve benim emrime itâat edin!"
(dinleyin) dedi ise de onlar: "Biz Mûsâ avdet
edinceye (geri dönünceye)
kadar, behemehâl
(mutlaka) buzağıya tapmakta kâim olacağız"
(devam edeceğiz) diye
cevap verdiler.
Mûsâ (a.s.) Tûr'da iken Hak Teâlâ hazretleri ona:
فَإِنَّا قَدْ فَتَنَّا قَوْمَكَ مِن بَعْدِكَ
وَأَضَلَّهُمُ السَّامِرِيُّ
(Tâhâ, 20/85) ya'nî "Senden sonra biz kavmine fitne
(fesat, karışıklık)
ilkâ ettik (verdik)
ve Sâmirî onları ıdlâl eyledi"
(doğru yoldan çıkardı, azdırdı)
buyurdu. Mûsâ (a.s.), gazab
(öfke) ve hüzn
(üzüntü) ile kavmine
rücû' edip (geri dönüp)
vukû'-ı hâli (olan
hali) gördükde: "Benden sonra ne fenâ amel
ettiniz" deyip Tûr'dan getirdigi elvâh-ı Tevrât'ı
(Tevrat levhalarını)
hiddetle elinden yere attı. Ve cenâb-ı Hârûn'un
saçından ve sakalından tutup çekti. Hârûn (a.s.) dahi
bâlâda (yukarıda)
zikrolunduğu (anlatıldığı)
üzere Mûsâ (a.s.)’ın gazabına
(hiddetine) karşı
icâbât-ı rahmetten (rahmetin
gereği) olan maânî
(manalar) ile hitâb
edip (konuşup)
cevâp verdi. Mervîdir ki
(rivayet olunur ki) elvâh-ı Tevrât
(Tevrat levhaları)
eczâya (parçalara)
münkasim (bölünmüş)
olarak yedi parça idi. Cenâb-ı Mûsâ'nın
hiddetle yedinden (elinden)
atmasını müteâkıb
(ardından) altı parçasının cûz'leri
(parçacıkları) ref’
olunup (kaldırılıp)
bir parçasının eczâsı
(parçacığı) kaldı.
وَلَمَّا سَكَتَ عَن مُّوسَى الْغَضَبُ أَخَذَ
الأَلْوَاحَ وَفِي نُسْخَتِهَا هُدًى وَرَحْمَةٌ
لِّلَّذِينَ هُمْ لِرَبِّهِمْ يَرْهَبُونَ
(A'râf, 7/154) âyet-i kerîmesinde beyân buyurulduğu
(bildirildiği)
vechile (yönüyle),
Hz. Mûsâ'nın gazabı
(öfkesi) sâkin
oldukda (yatıştığında),
yere attığı elvâhı
(levhaları) yine
eline aldı. Ve bu bakıyye-i elvâhta
(geriye kalan levhada)
hüdâ (hidayet)
ve rahmet muharrer
(yazılı) idi.
Îmdi (buna göre)
Hz. Mûsâ'nın karındaşı cenâb-ı Hârûn'a karşı olan
gazabının (öfkesinin)
sebeb-i zuhûru (meydana
geliş sebebi),
elinde olup yere attığı elvâhın
(levhaların)
mündericâtına (içindekilere)
sâbit (belirgin)
bir nazarla
(bakışla) nazar etmemesi
(bakmaması) oldu.
Zîrâ (çünkü)
fikri, ihbâr-ı ilâhi (İlahi
bildiriler) üzerine
(ile alakalı)
kavminin hâl-i dalâleti
(sapkınlık durumu) ile meşgûl idi. Ve fikir
bir şeyle meşgûl olduğu vakit, göz gördüğü şeye
tamâmıyla mün'atıf olmaz
(yönelemez).
Binâenaleyh
(bundan dolayı), Mûsâ (a.s.) eğer elvâha
(levhalara) nazar-ı
tesebbüt ile (sabır
göstererek) baka idi
(baksaydı),
elvâhta
(levhalarda) muharrer
(yazılı) olan hüdâ
(Allah kelamını) ve
rahmeti görür ve Hârûn (a.s.) üzerine sıfat-ı gazabla
(gazab sıfatıyla)
zâhir olmaz
(görünmez) idi. Çünkü
elvâhta (levhalarda)
muharrer (yazılı)
olan hüdâ (Allah kelamı)
Hz. Mûsâ'yı iğzâb eden
(kızdıran) emr-i
vakı'ın (beklenmedik hususun)
beyânı
(bildirilmesi) idi. Ve emr-i vaki'
(beklenmedik husus)
ise Hz. Hârûn'un Benî İsrâîl'i
(İsrail oğullarının)
ıdlâlden (sapıtkanlıktan)
berâeti
(aklanması) idi. Zîrâ
(çünkü) kavminin
Sâmirî tarafından ıdlâl olunduğu
(doğru yoldan çıkartıldığı)
Hak tarafından kendisine ihbâr buyurulmuş
(haber verilmiş) ve
şu halde, cenâb-ı Hârûn'un bu husûsta aslâ dahli
(nüfuzu, etkisi)
bulunmamış ve
tarîk-ı hüdâ (Hüdâ’nın yolu)
ise lâyık olanların muâhazesini
(azarlanmasını) icâb
etmiş (gerektirmiş)
iken, Mûsâ (a.s.)’ın elvâha
(levhalara) dikkatle
nazar edip (bakıp)
hüdâyı (levhadaki hitabı
(Allah kelamını)) görmemesi zuhûr-ı gazabına
(gazabının açığa çıkmasına)
sebeb oldu. Ve kezâ
(aynı şekilde)
elvâhta (levhalarda)
mastûr (yazılmış)
olan rahmet dahi birâderine olan rahmet idi. Eğer
elvâha (levhalara)
nazar edeydi (baksaydı),
kavminin huzûrunda
(gözü önünde)
kendinden daha yaşlı olan cenâb-ı Hârûn'un büyüklüğü ile
berâber sakalından tutmaz idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı) bu
"Ey anamın oğlu, benim sakalımı ve saçımı tutma!" (Tâhâ,
20/94) ve "Benim düşmânlarımı güldürme!" (A'râf, 7/150)
kavli (sözleri)
cenâb-ı Hârûn'dan Mûsâ (a.s.)’a şefkat oldu. Zîrâ
(çünkü), Hz. Mûsâ'nın
bu vaz'ı (konumu)
sebebiyle onun düşmanlarının cenâb-ı Mûsâ'ya
şemâtet etmeleri (kötü duruma
düşmesine sevinmeleri) muhtemel idi. Cenâb-ı
Hârûn, Mûsâ (a.s.)’ın düşmanlarının kendi yüzünden
gülmelerini istemedi. Bu, Hz. Mûsâ'ya onun şefkâtidir.
Ve Hârûn'un nübüvveti
(nebiliği) Allâh'ın rahmetinden olduğu için,
Hz. Mûsâ'ya elvâhta
(levhalarda) olan rahmet ile nutk eyledi
(konuştu) ki, ondan
ancak rahmet ve şefkate müteallık
(ait, alakalı) kelâm
(sözler) sâdır
olur (çıkar).
Devam edecek |