Füsûs-ül Hikem

279. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS KELİME-İ HÂRÛNİYYEDE MÜNDERIC

"HİKMET-İ İMÂMİYYE" BEYÂNINDADIR

Ba'dehû cenâb-ı Hârûn, Hz. Mûsâ’ya:    إِنِّي خَشِيتُ أَن تَقُولَ فَرَّقْتَ بَيْنَ بَنِي إِسْرَائِيلَ    (Tâhâ, 20/94) ya’nî "Ben senin Benî İsrâîl arasına tefrika düşürdün demenden korktum ki, sen beni onların tefrîkında sebep kılarsın" dedi. Zîrâ, buzağıya tapmak onların arasını tefrîk eyledi. Sâmirî'ye ittibâan ve ona taklîden, onlardan buzağıya tapanlar oldu. Ve bunun hakkında ona suâl etsinler diye, Hz. Mûsâ'nın onlara rücû'una kadar, buzağının ibâdetinde tevakkuf edenler bulundu. Binâenaleyh Hârûn (a.s.), onların beynindeki furkân kendisine nisbet olunur diye korktu (3).

Ya'nî Hz. Mûsâ, cenâb-ı Hârûn'a    يَا هَارُونُ مَا مَنَعَكَ إِذْ رَأَيْتَهُمْ ضَلُّوا أَلَّا تَتَّبِعَنِ    (Tâhâ 20/92) ya'nî "Ey Hârûn, çün (madem) ki sen onların şaşırdıklarını gördün; bana mütâbaattan (tabi olmaktan) seni men' eden (engelleyen) ne idi? Yoksa bana âsi mi oldun?" dedikde (dediğinde), Hârûn (a.s.)    يَا ابْنَ أُمَّ لَا تَأْخُذْ بِلِحْيَتِي وَلَا بِرَأْسِي    (Tâhâ, 20/94) ya'nî "Ey anamın oğlu, benim sakalımı ve saçımı tutma!" dedikten sonra    إِنِّي خَشِيتُ أَن تَقُولَ فَرَّقْتَ بَيْنَ بَنِي إِسْرَائِيلَ    (Tâhâ, 20/94) dedi.    فتجعلني في تفريقهم    kavli (sözleri), Kur'ân-ı Kerîm'de cenâb-ı Hârûn'dan naklolunan (aktarılan) kelâm (sözler) cümlesinden değildir; ibâre-i Fusûs'tur (Fusûs’un cümleleridir). Hz. şeyh (r.a.)    فَرَّقْتَ بَيْنَ بَنِي إِسْرَائِيلَ    kavlini (sözlerini) îzâhan (açıklayarak) îrâd buyurmuştur (anlatmıştır). Zîrâ (çünkü) Sâmirî buzağıyı i'mâl ettiği (yaptığı) vakit Beni İsrâîl’e: (İsrail oğullarına)    هَذَا إِلَهُكُمْ     وَإِلَهُ مُوسَى    (Tâhâ, 20/88) ya'nî "İşte bu sizin ve Mûsâ'nın ilâhıdır" demiş ve Benî İsrâîl (İsrail oğulları) fikren  iki fırkaya (gruba) ayrılarak, bir fırkası (grubu) hemân Sâmirî'ye tâbi' olup (uyup) onu taklîden buzağıya tapmağa başlamış ve bir fırkası (grubu) dahi Hz. Hârûn'un men'i (yasaklaması) üzerine    لَن نَّبْرَحَ عَلَيْهِ عَاكِفِينَ حَتَّى يَرْجِعَ إِلَيْنَا مُوسَى    (Tâhâ, 20/91) ya'nî "Biz Mûsâ bize rücû' edinceye (geri dönünceye) kadar behemehal (her halde) ona tapmakta mukîm olacağız (sakin olup bekleyeceğiz)" deyip buzağının hakikâten kendilerinin ve Mûsâ'nın ilâhı olup olmadığını, Hz. Mûsâ'nın avdetinde (dönüşünde) kendisinden sormak şartıyla buzağıya ibâdette tevakkuf (duraksamış) ve tereddüd etmiş idi. Ya'nî bir kısmı şeksiz (şüphesiz) ve bir kısmı da şekk (şüphe) ile ilâh-ı mec'ûle  (yapılmış ilaha) taptılar. Bu ise, cidâli (karşılıklı savaşı) ve hattâ sefk-i dimâ'yı (kan dökmeyi) mûcib olabilecek (gerektirebilecek) bir tefrika (bozgunculuk, anlaşmazlık) idi. Hârûn (a.s.)’ın nübüvveti (nebiliği (peygamberliği) ) Allâh'ın rahmetinden olduğu için    إِنَّمَا فُتِنتُم بِهِ وَإِنَّ رَبَّكُمُ الرَّحْمَنُ فَاتَّبِعُونِي وَأَطِيعُوا أَمْرِي    (Tâhâ, 20/90) ya'nî "Bu buzağı sebebiyle fitneye düştünüz; halbuki sizin muhakkak Rabb'iniz Rahmân'dır. Bana tâbi' olun (uyun) ve benim emrime itâat edin!" demekle iktifâ edip (yetinip) beynlerinde (aralarında) cidâl (savaş) ve sefk-i dimâ' (kan dökülmesi) ve bu sûretle tefrika-i azîm (çok büyük ayrıcalık çıkması) havfinden (korkusundan) nâşî (dolayı) men'lerinde (yasaklamalarında) mübâlağa (aşırıya) gitmedi ve onlara olan bu hitâbı (konuşması) dahi rahmeti mutazammındır (içinde barındırır). Zîrâ (çünkü)   وَإِنَّ رَبَّكُمُ الله    demedi,    رَبَّكُمُ الرَّحْمَنُ    dedi. Çünkü    الله    cemi'-i esmâyı (bütün esmayı) câmi' (toplamış) olduğundan kahr ile dahi mütecellî olur (görünür) ve    رَحُمَن    ise, rahmetle mütecellîdir (görünmüştür).

Ve Mûsâ (a.s.) emri, Hârûn'dan a'lem idi. Zîrâ muhakkak Allah Teâlâ'nın kendisinden gayri bir şeye ibâdet olunmamasını kazâ eylediğine ilminden nâşi, ashâb-ı ıclin ne şeye ibâdet ettiklerini bildi. Ve Allah Teâlâ bir şeye hükm etmedi, illâ o şey vâkı' oldu. Böyle olunca Mûsâ'nın, birâderi Hârûn’a tabi, onun inkârında ve adem-i ittisâ'ında  vâkı' olan emirden nâşi oldu. Zîrâ ârif, Hakk'ı her şeyde müşâhede eden, belki onu her şeyin  “ayn”ı gören kimsedir. İmdi Mûsâ, her ne kadar sinnde ondan asgar idiyse de, Hârûn'u terbiye-i ilm ile terbiye ederdi (4).

Ya'nî Mûsâ (a.s.)    يَا هَارُونُ مَا مَنَعَكَ إِذْ رَأَيْتَهُمْ ضَلُّوا    (Tâhâ. 20/92) hitâbıyla (seslenişiyle) Hârûn (a.s.)’ın saçını ve sakalını tuttu ve onun gazabı (hiddeti) sûret-i zâhirede (görünüşte) buzağının ilâh olmasını inkâr tarîkıyla (yoluyla) vâkı' oldu (gerçekleşti).Ve nitekim Hârûn (a.s.) dahi, Hz. Mûsâ'nın gıyâbında (orda olmadığında) buzağının ilâh olmasını inkâr  etmiş (reddetmiş) idi. Ve ilm-i zâhire (zahir ilmine) göre onun ilâh olmasını inkâr etmek pek tabîi (doğal) bir haldir. Velâkin (fakat) Mûsâ (a.s.), hakikât-ı emri (hususun gerçeğini) Hz. Hârûn'dan daha ziyâde (fazla) bildiği cihetle (bakımından), cenâb-ı Hârûn'un buzağıya ibâdeti (tapınmayı) inkâr ettiğini (reddettiğini) müşâhede eylediği (gördüğü) ve bu ise ilm-i hakîkâte (hakikât ilmine) muğayir (aykırı) olduğu için, gazabının (hiddetinin) sebeb-i bâtınîsi (gizli sebebi) bu idi. Çünkü Hz. Mûsâ, Allah Teâlâ'nın kendisinden gayrı (başka) bir şeye ibâdet olunmamasına hükm ettiğini (emrettiğini) bildi. Binâenaleyh (bundan dolayı) buzağıya tapanların ne şeye taptıklarını bildi. Ve Allah Teâlâ neye hükm (emr) etmiş ise o şey muhakkak vâkı’ olur (gerçekleşir). Onun hükmünün hilâfı (zıddı) zâhir olmak (meydana gelme) ihtimâli yoktur. Halbuki Allah Teâlâ    وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ    (İsrâ, 17/23) âyet-i kerîmesinde beyân buyurduğu (bildirdiği) üzere, kendisinden gayri (başka) bir şeye ibâdet olunma­masına hükm etti (emretti).

Suâl (soru): Denildi ki: "Allah Teâlâ kendisinden gayrisine (başkasına) ibâdet olunmamasına hükm etti (emretti) ve onun hükm ettiği (emrettiği) şey muhakkak vâkı' olur (gerçekleşir)."  Halbuki mecûsîler (ateşe tapanlar) ateşe ve putperestler (puta tapanlar) taştan ve tahtadan i'mâl ettikleri (yaptıkları) birtakım süretlere ve akvâm-ı sâire (diğer kavimler) dahi tahayyül (hayal) ettikleri sûretlere taparlar. Bu hal hükm-i ilâhinin (ilahi emrin) hilâf-ı vukû'u (zıddının oluşması) değil midir?

Cevâp: Fass-ı Nûhi'de (Nuh konusunda) izâh (anlatıldığı) ve tafsîl olunduğu (teferruatlı olarak açıklandığı) üzere, bilcümle (bütün) eşyâ (şeyler) mezâhir-i esmâ-i ilâhiyyedir (ilahi esmanın açığa çıktığı yerlerdir). Ve onların vücûdu (varlığı), vücûd-ı mutlakın (kayıtsız varlığın) takayyüd (kayıtlanmasından) ve taayyününden (belirmesinden, suretlenmesinden) ibârettir. Binâenaleyh (bundan dolayı) putperestlerin taptıkları esnâm (putlar) dahi vücûd-ı mutlak-ı Hakk'ın (Hakk’ın kayıtsız vücudunun) takayyüd (kayıtlanması) ve taayyünü (suretlenmesi) olduğundan putperestler (puta tapanlar),onlara tapmakla Hakk'ın gayrisine (Hak’tan başkasına) tapmış olmazlar. Çünkü vücûdda (varlıkta) O'ndan gayri (başka) bir şey yoktur. Binâenaleyh (bundan dolayı) bir âbid (kul), ibâdet için hangi bir şeye teveccüh etse (yönelse), o ibâdet, hakikâtte Allah Teâlâ'ya râci' (dönük) olur. Onların küfrü ancak Hakk-ı mutlakı (kayıtsız, sınırsız Hakk’ı) takyîd (kayıtlamaları) ve tahdîd etmelerinden (sınırlamalarından) münbaisdir (ileri gelmiştir). İşte Sâmirî tarafından ilâh ittihâz olunan (kabul edilen) buzağıya ibâdet dahi bu kabîldendir (türdendir). Şu halde ne şeye ibâdet olunursa olunsun, Allah Teâlâ'nın kendisinden gayrisine (başkasına) ibâdet olunmaması hakkındaki hükmüne muhâlif (aykırı) bir hâl (durum) vakı' (olmuş) olamaz.

İmdi (buna göre) Mûsâ (a.s.)’ın birâderi Hârûn (a.s.)’a karşı itâbı (kızgınlığı) onun buzağıya ibâdetine (tapınmayı) inkârında (redd edişinde) ve adem-i ittisâ'ında (kapsamlı, geniş olmamasında) vâkı' olan (gerçekleşen) emirden (husustan) dolayı oldu. Çünkü ârif olan (Hakk’ı bilen) kimse Hakk'ı her şeyde görür ve belki Hakk'ı her şeyin "ayn"ı (hakikâti, zatı) olarak müşâhede eder (görür). Binâenaleyh (bundan dolayı) Mûsâ (a.s.), ondan sinnen (yaşça) küçük olmakla berâber, daha ârif (bilgili ) olduğu için, Hârûn (a.s.)ı terbiye-i ilm (ilmi terbiye) ile  terbiye eder idi.

Suâl: (soru) Hârûn (a.s.) emr-i nübüvvette (nübüvvetlik işinde) Mûsâ (a.s.)’ın şerîki (ortağı) olduğu halde, Benî İsrâîl (İsrail oğulları) buzağıya ibâdet ettikleri vakit, onun onlara inkârı ve buzağı ibâdetini (buzağıya tapınmayı) havsalasına (zihnine) sığdıramaması, hakikât-i hâle (gerçek durumu) adem-i ıttılâ'ını (bilmediğini) îcâb eder (gerektirir). Halbuki bundan bir nebiyy-i zîşâna (yüce bir nebiye) ma'rifette (ilimde) noksan isnâdı (yakıştırmasını yapmak) lâzım gelir?

Cevap: Fass-ı Üzeyrî'de (Üzeyri bölümünde) dahi geçtiği üzere, nübûvvet (nebilik görevi) velâyetin (veliliğin) zâhiri (dış yüzü) ve velâyet (velilik), nübüvvetin (nebilik görevinin) bâtınıdır (iç yüzüdür). Ve bir nebîye (peygambere) ilm-i risâletten (resullük ilminden) ümmetinin isti'dâdı kadar verilir; ne ziyâde (fazla) ve ne de noksandır. Binâenaleyh (bundan dolayı) ilm-i risâlette (resulluk ilminden) enbiyâya (nebilere) aslâ noksan isnâdı (yakıştırmasını yapmak) câiz (doğru) değildir. Nitekim, Hârûn (a.s.)’ın buzağı ibâdetine (tapınmayı) inkârı (reddetmesi) bi-hasebi'n-nübüvve (nübüvveti itibariyle) kemâldir (olgunluktur). Velâkin (fakat) ilm-i hakikât (hakikât ilmi), ki enbiyâ (nebiler) (aleyhimû's-selâm) buna cihet-i velâyetleriyle (velayetlikleri yönünden) muttali' olurlar (bilirler),  bu ma'rifete (ilme) adem-i ıttılâ'ları (habersiz olmaları) câiz olur (olabilir) ve Kur'ân-ı Kerîm'de beyân buyurulan (anlatılan) Mûsâ ve Hızır (aleyhime's-selâm) kıssası (hikâyesi) bu cevâzın (caiz, olabilir olduğunun) burhânıdır (açık delilidir). Ve enbiyâ (nebiler) (aleyhimü's-selâm)    تِلْك الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ    (Bakara 2/253) âyet-i kerîmesi muktezâsınca (gereğince) mütefâzıl (fazilet ve bilgi bakımından üstün)  olduklarından, Mûsâ (a.s.) sinnen (yaşça) küçük olmakla berâber, hakikât-i hâli (gerçek durumu) Hârûn (a.s.)dan a'ref (daha çok bilir) idi.

Devam edecek

 

 
 
İzmir -24.07.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com