BU FASS KELİME-İ HÂRÛNİYYEDE MÜNDERIC
"HİKMET-İ İMÂMİYYE" BEYÂNINDADIR
Ba'dehû cenâb-ı Hârûn, Hz. Mûsâ’ya:
إِنِّي خَشِيتُ أَن تَقُولَ فَرَّقْتَ بَيْنَ بَنِي
إِسْرَائِيلَ
(Tâhâ, 20/94) ya’nî "Ben senin Benî İsrâîl arasına
tefrika düşürdün demenden korktum ki, sen beni onların
tefrîkında sebep kılarsın" dedi. Zîrâ, buzağıya tapmak
onların arasını tefrîk eyledi. Sâmirî'ye ittibâan ve ona
taklîden, onlardan buzağıya tapanlar oldu. Ve bunun
hakkında ona suâl etsinler diye, Hz. Mûsâ'nın onlara
rücû'una kadar, buzağının ibâdetinde tevakkuf edenler
bulundu. Binâenaleyh Hârûn (a.s.), onların beynindeki
furkân kendisine nisbet olunur diye korktu (3).
Ya'nî Hz. Mûsâ, cenâb-ı Hârûn'a
يَا هَارُونُ مَا مَنَعَكَ إِذْ رَأَيْتَهُمْ ضَلُّوا
أَلَّا تَتَّبِعَنِ
(Tâhâ
20/92) ya'nî "Ey Hârûn, çün
(madem) ki sen onların şaşırdıklarını gördün;
bana mütâbaattan (tabi
olmaktan) seni men' eden
(engelleyen) ne idi?
Yoksa bana âsi mi oldun?" dedikde
(dediğinde), Hârûn
(a.s.)
يَا ابْنَ أُمَّ لَا تَأْخُذْ بِلِحْيَتِي وَلَا بِرَأْسِي
(Tâhâ, 20/94) ya'nî "Ey anamın oğlu, benim sakalımı ve
saçımı tutma!" dedikten sonra
إِنِّي خَشِيتُ أَن تَقُولَ فَرَّقْتَ بَيْنَ بَنِي
إِسْرَائِيلَ
(Tâhâ, 20/94) dedi.
فتجعلني في تفريقهم
kavli (sözleri),
Kur'ân-ı Kerîm'de cenâb-ı Hârûn'dan
naklolunan (aktarılan)
kelâm (sözler)
cümlesinden
değildir; ibâre-i Fusûs'tur
(Fusûs’un cümleleridir).
Hz. şeyh (r.a.)
فَرَّقْتَ بَيْنَ بَنِي إِسْرَائِيلَ
kavlini (sözlerini)
îzâhan (açıklayarak) îrâd buyurmuştur
(anlatmıştır).
Zîrâ (çünkü)
Sâmirî buzağıyı i'mâl ettiği
(yaptığı) vakit Beni
İsrâîl’e: (İsrail oğullarına)
هَذَا إِلَهُكُمْ
وَإِلَهُ
مُوسَى
(Tâhâ, 20/88) ya'nî "İşte bu sizin ve Mûsâ'nın
ilâhıdır" demiş ve Benî İsrâîl
(İsrail oğulları)
fikren iki
fırkaya (gruba)
ayrılarak, bir fırkası
(grubu) hemân Sâmirî'ye tâbi' olup
(uyup) onu taklîden
buzağıya tapmağa başlamış ve bir fırkası
(grubu) dahi Hz.
Hârûn'un men'i (yasaklaması)
üzerine
لَن نَّبْرَحَ عَلَيْهِ عَاكِفِينَ حَتَّى يَرْجِعَ
إِلَيْنَا مُوسَى
(Tâhâ, 20/91) ya'nî "Biz Mûsâ bize rücû' edinceye
(geri dönünceye)
kadar behemehal (her halde)
ona tapmakta mukîm
olacağız
(sakin olup bekleyeceğiz)"
deyip buzağının hakikâten kendilerinin ve
Mûsâ'nın ilâhı olup olmadığını, Hz. Mûsâ'nın avdetinde
(dönüşünde)
kendisinden sormak şartıyla buzağıya ibâdette tevakkuf
(duraksamış) ve
tereddüd etmiş
idi. Ya'nî bir kısmı şeksiz
(şüphesiz) ve bir kısmı da şekk
(şüphe) ile ilâh-ı mec'ûle (yapılmış
ilaha) taptılar. Bu ise, cidâli
(karşılıklı savaşı)
ve hattâ sefk-i dimâ'yı (kan
dökmeyi) mûcib olabilecek
(gerektirebilecek)
bir tefrika (bozgunculuk,
anlaşmazlık) idi. Hârûn (a.s.)’ın nübüvveti
(nebiliği (peygamberliği) )
Allâh'ın rahmetinden olduğu için
إِنَّمَا فُتِنتُم بِهِ وَإِنَّ رَبَّكُمُ الرَّحْمَنُ
فَاتَّبِعُونِي وَأَطِيعُوا أَمْرِي
(Tâhâ, 20/90) ya'nî "Bu buzağı sebebiyle fitneye
düştünüz; halbuki sizin muhakkak Rabb'iniz Rahmân'dır.
Bana tâbi' olun (uyun)
ve benim emrime itâat edin!" demekle iktifâ edip
(yetinip) beynlerinde
(aralarında) cidâl
(savaş) ve sefk-i
dimâ' (kan dökülmesi)
ve bu sûretle tefrika-i azîm
(çok büyük ayrıcalık çıkması)
havfinden
(korkusundan) nâşî
(dolayı) men'lerinde
(yasaklamalarında)
mübâlağa (aşırıya)
gitmedi ve onlara olan bu hitâbı
(konuşması) dahi
rahmeti mutazammındır (içinde
barındırır).
Zîrâ (çünkü)
وَإِنَّ
رَبَّكُمُ الله
demedi,
رَبَّكُمُ الرَّحْمَنُ
dedi. Çünkü
الله
cemi'-i esmâyı (bütün esmayı)
câmi' (toplamış)
olduğundan kahr ile dahi mütecellî olur
(görünür) ve
رَحُمَن
ise, rahmetle mütecellîdir
(görünmüştür).
Ve Mûsâ (a.s.) emri, Hârûn'dan a'lem idi. Zîrâ muhakkak
Allah Teâlâ'nın kendisinden gayri bir şeye ibâdet
olunmamasını kazâ eylediğine ilminden nâşi, ashâb-ı
ıclin ne şeye ibâdet ettiklerini bildi. Ve Allah Teâlâ
bir şeye hükm etmedi, illâ o şey vâkı' oldu. Böyle
olunca Mûsâ'nın, birâderi Hârûn’a tabi, onun inkârında
ve adem-i ittisâ'ında vâkı' olan emirden nâşi oldu.
Zîrâ ârif, Hakk'ı her şeyde müşâhede eden, belki onu her
şeyin “ayn”ı gören kimsedir. İmdi Mûsâ, her ne kadar
sinnde ondan asgar idiyse de, Hârûn'u terbiye-i ilm ile
terbiye ederdi (4).
Ya'nî Mûsâ (a.s.)
يَا هَارُونُ مَا مَنَعَكَ إِذْ رَأَيْتَهُمْ ضَلُّوا
(Tâhâ. 20/92) hitâbıyla
(seslenişiyle) Hârûn (a.s.)’ın saçını ve
sakalını tuttu ve onun gazabı
(hiddeti) sûret-i
zâhirede (görünüşte)
buzağının ilâh olmasını inkâr
tarîkıyla
(yoluyla) vâkı'
oldu (gerçekleşti).Ve
nitekim Hârûn (a.s.) dahi, Hz. Mûsâ'nın gıyâbında
(orda olmadığında)
buzağının ilâh olmasını inkâr etmiş
(reddetmiş) idi. Ve
ilm-i zâhire (zahir ilmine)
göre onun ilâh olmasını inkâr etmek pek tabîi
(doğal) bir
haldir. Velâkin (fakat)
Mûsâ (a.s.), hakikât-ı emri
(hususun gerçeğini)
Hz. Hârûn'dan daha ziyâde
(fazla) bildiği cihetle
(bakımından),
cenâb-ı Hârûn'un buzağıya ibâdeti
(tapınmayı) inkâr
ettiğini (reddettiğini)
müşâhede eylediği
(gördüğü) ve bu ise ilm-i hakîkâte
(hakikât ilmine)
muğayir (aykırı)
olduğu için, gazabının
(hiddetinin) sebeb-i bâtınîsi
(gizli sebebi) bu
idi. Çünkü Hz. Mûsâ, Allah Teâlâ'nın kendisinden gayrı
(başka) bir şeye
ibâdet olunmamasına hükm ettiğini
(emrettiğini) bildi.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
buzağıya tapanların ne şeye taptıklarını
bildi. Ve Allah Teâlâ neye hükm
(emr) etmiş ise o şey
muhakkak vâkı’ olur
(gerçekleşir).
Onun hükmünün hilâfı
(zıddı) zâhir olmak
(meydana gelme)
ihtimâli yoktur. Halbuki Allah Teâlâ
وَقَضَى رَبُّكَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ
(İsrâ, 17/23) âyet-i kerîmesinde beyân buyurduğu
(bildirdiği) üzere,
kendisinden gayri (başka)
bir şeye ibâdet olunmamasına hükm etti
(emretti).
Suâl (soru):
Denildi ki: "Allah Teâlâ kendisinden
gayrisine (başkasına)
ibâdet olunmamasına hükm etti
(emretti) ve onun
hükm ettiği (emrettiği)
şey muhakkak vâkı' olur
(gerçekleşir)."
Halbuki mecûsîler
(ateşe tapanlar)
ateşe ve putperestler (puta
tapanlar) taştan ve tahtadan i'mâl ettikleri
(yaptıkları)
birtakım süretlere ve akvâm-ı sâire
(diğer kavimler) dahi
tahayyül (hayal)
ettikleri sûretlere taparlar. Bu hal hükm-i ilâhinin
(ilahi emrin) hilâf-ı
vukû'u (zıddının oluşması)
değil midir?
Cevâp: Fass-ı Nûhi'de
(Nuh konusunda) izâh
(anlatıldığı) ve
tafsîl olunduğu (teferruatlı
olarak açıklandığı) üzere, bilcümle
(bütün) eşyâ
(şeyler) mezâhir-i
esmâ-i ilâhiyyedir (ilahi
esmanın açığa çıktığı yerlerdir).
Ve onların vücûdu
(varlığı),
vücûd-ı mutlakın
(kayıtsız varlığın) takayyüd
(kayıtlanmasından) ve
taayyününden (belirmesinden,
suretlenmesinden) ibârettir. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
putperestlerin taptıkları esnâm
(putlar) dahi vücûd-ı
mutlak-ı Hakk'ın (Hakk’ın
kayıtsız vücudunun) takayyüd
(kayıtlanması) ve
taayyünü (suretlenmesi)
olduğundan putperestler
(puta tapanlar),onlara
tapmakla Hakk'ın gayrisine
(Hak’tan başkasına) tapmış olmazlar. Çünkü
vücûdda (varlıkta)
O'ndan gayri (başka)
bir şey yoktur. Binâenaleyh
(bundan dolayı) bir
âbid (kul),
ibâdet için hangi bir şeye teveccüh etse
(yönelse),
o ibâdet, hakikâtte Allah Teâlâ'ya râci'
(dönük) olur. Onların
küfrü ancak Hakk-ı mutlakı
(kayıtsız, sınırsız Hakk’ı) takyîd
(kayıtlamaları) ve
tahdîd etmelerinden
(sınırlamalarından) münbaisdir
(ileri gelmiştir).
İşte Sâmirî tarafından ilâh ittihâz olunan
(kabul edilen)
buzağıya ibâdet dahi bu kabîldendir
(türdendir). Şu halde
ne şeye ibâdet olunursa olunsun, Allah Teâlâ'nın
kendisinden gayrisine
(başkasına) ibâdet olunmaması hakkındaki
hükmüne muhâlif (aykırı)
bir hâl (durum)
vakı' (olmuş)
olamaz.
İmdi (buna göre)
Mûsâ (a.s.)’ın birâderi Hârûn (a.s.)’a karşı itâbı
(kızgınlığı) onun
buzağıya ibâdetine
(tapınmayı) inkârında
(redd edişinde) ve
adem-i ittisâ'ında (kapsamlı,
geniş olmamasında) vâkı' olan
(gerçekleşen) emirden
(husustan) dolayı
oldu. Çünkü ârif olan (Hakk’ı
bilen) kimse Hakk'ı her şeyde görür ve belki
Hakk'ı her şeyin "ayn"ı
(hakikâti, zatı) olarak müşâhede eder
(görür).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Mûsâ (a.s.), ondan sinnen
(yaşça) küçük olmakla
berâber, daha ârif (bilgili )
olduğu için, Hârûn (a.s.)ı terbiye-i ilm
(ilmi terbiye) ile
terbiye eder idi.
Suâl:
(soru)
Hârûn (a.s.) emr-i nübüvvette
(nübüvvetlik işinde)
Mûsâ (a.s.)’ın şerîki
(ortağı) olduğu halde, Benî İsrâîl
(İsrail oğulları)
buzağıya ibâdet ettikleri
vakit, onun onlara inkârı ve buzağı ibâdetini
(buzağıya tapınmayı)
havsalasına (zihnine)
sığdıramaması,
hakikât-i hâle
(gerçek durumu) adem-i ıttılâ'ını
(bilmediğini) îcâb
eder (gerektirir).
Halbuki bundan bir nebiyy-i zîşâna
(yüce bir nebiye)
ma'rifette (ilimde)
noksan isnâdı
(yakıştırmasını yapmak) lâzım gelir?
Cevap: Fass-ı Üzeyrî'de
(Üzeyri bölümünde)
dahi geçtiği üzere, nübûvvet
(nebilik görevi)
velâyetin (veliliğin)
zâhiri (dış yüzü)
ve velâyet (velilik),
nübüvvetin
(nebilik görevinin) bâtınıdır
(iç yüzüdür).
Ve bir nebîye
(peygambere) ilm-i risâletten
(resullük ilminden)
ümmetinin isti'dâdı kadar verilir; ne ziyâde
(fazla) ve ne de
noksandır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) ilm-i risâlette
(resulluk ilminden)
enbiyâya (nebilere)
aslâ noksan isnâdı
(yakıştırmasını yapmak) câiz
(doğru) değildir.
Nitekim, Hârûn (a.s.)’ın buzağı ibâdetine
(tapınmayı) inkârı
(reddetmesi)
bi-hasebi'n-nübüvve
(nübüvveti itibariyle) kemâldir
(olgunluktur).
Velâkin (fakat)
ilm-i hakikât
(hakikât ilmi),
ki enbiyâ
(nebiler) (aleyhimû's-selâm) buna cihet-i
velâyetleriyle
(velayetlikleri yönünden) muttali' olurlar
(bilirler),
bu ma'rifete
(ilme) adem-i
ıttılâ'ları (habersiz
olmaları) câiz olur
(olabilir) ve
Kur'ân-ı Kerîm'de beyân buyurulan
(anlatılan) Mûsâ ve
Hızır (aleyhime's-selâm) kıssası
(hikâyesi) bu cevâzın
(caiz, olabilir olduğunun)
burhânıdır (açık
delilidir).
Ve enbiyâ (nebiler)
(aleyhimü's-selâm)
تِلْك الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ
(Bakara 2/253) âyet-i kerîmesi muktezâsınca
(gereğince) mütefâzıl
(fazilet ve bilgi bakımından
üstün) olduklarından, Mûsâ (a.s.) sinnen
(yaşça) küçük olmakla
berâber, hakikât-i hâli
(gerçek durumu) Hârûn (a.s.)dan a'ref
(daha çok bilir) idi.
Devam edecek |