BU
FASS KELİME-İ HÂRÛNİYYEDE MÜNDERIC "HİKMET-İ İMÂMİYYE"
BEYÂNINDADIR
Ve bunun için Hârûn, ona dediğini dedikde,
Sâmirî''ye rücû' etti. Ona
مَا
خَطْبُكَ يَا سَامِرِيّ
(Tâhâ. 20/95) yânî "Ey Sâmirî, murâdın nedir?" dedi ki,
ihtisâs üzre buzağı sûretine udûlden sun' ettiğin şeyde
şânın nedir? Ve huliyy-i
kavimden bu şebahı yapmandan murâdın nedir? Tâ ki
emvâlleri eclinden onların kalblerini ahzettin,
demektir. Zîrâ İsâ (a.s.) Beni İsrâîl'e: "Ey Benî
İsrâîl, her insanın kalbi malının cihetindedir.
Binâenaleyh, siz emvâlinizi semâda farz edin ki,
kalbleriniz semâda olsun" dedi. Halbuki, ancak kulûb,
bizzat âdet ile ona mâil olduğundan dolayı mala "mal"
tesmiye olundu. Böyle olunca kalbde ona iftikârdan nâşi,
o mal kulûbda maksûd-ı a'zamdır ( 5) .
Ya'nî Mûsâ (a.s.) Hârûn (a.s.)ı ilim terbiyesi ile
terbiye ettiği için, cenâb-ı Hârûn Hz. Mûsâ’ya onun
gazabına (hiddetine)
karşı بِلِحْيَتِي
وَ
يَا ابْنَ أُمَّ لَا تَأْخُذْ
(Tâhâ, 20/94) kavlini
(sözlerini) söylediği vakit, Mûsâ (a.s.)
Sâmirî'ye dönüp ona: Ey Sâmirî şânın ve murâdın nedir?"
ya'nî "İlâh-ı mutlak
(kayıtsız ilaha) ibâdetinden husûsiyyet üzere
(özellikle)
buzağı sûretinde
(şeklinde) ilâh-ı mukayyed
(kayıtlı ilaha)
ibâdetine
tecâvüzün olan (geçiş
eylemini)
sun'unda (yapmaktaki)
murâdın nedir? Ve kavmin hilyât
(zinetlerinden) ve
tezyînâtından (süslerinden)
bu şebahı,
(cüsseyi) ya'nî cism-i kesîfi
(madde sureti)
yapmandan murâdın nedir? Tâ ki onların kalblerini
emvâllerinden (mallarından)
dolayı ahz u zabt ettin"
(alıp zaptettin)
dedi. Zîrâ
(çünkü) insanın kalbi malının bulunduğu
tarafa meyyâldir
(isteklidir, meyillidir).
Sâmirî dahi buzağıyı Benî İsrâîl'in
(İsrail oğullarının)
yedindeki (elindeki)
hilyâttan
(zinetlerden) i'mâl ettiği
(yaptığı) cihetle
(yönüyle),
onların kalbleri malları olan buzağı cihetine
(tarafına) meyl
etti (yöneldi)
çünkü İsâ (a.s.)
Benî İsrâîl'e (İsrail
oğullarına) hitâben
(seslenerek):
"Her bir insanın kalbi, malının bulunduğu
cihettedir (taraftadır).
Böyle olunca siz emvâlinizi
(mallarınızı)
semâda, (gökte)
ya'nî ulüvvde (yüksekte,
yücede) farz edin
(sayın):
tâ ki kalbleriniz semâya,
(göğe) ya'ni ulüvve
(yüceliğe),
mâil (istekli)
olsun" buyurdu. "Semâ"dan murâd, semâ-i
esmâ-i ilâhiyye (semadaki
ilahi esma) ve "mal"dan murâd dahi, esmâ
hazînelerinde meknûz (gizli)
olan tecelliyât
(tecelliler) ve atâyâ-yı ilâhiyyedir
(ilahi ihsanlardır,
bağışlardır).
Halbuki, mala "mal" denilmesi ancak
kalblerin bizzât, âdetle
(alışkanlıkla) ona mâil
(istekli, düşkün)
olmasından nâşîdir
(dolayıdır).
Nitekim, "mâl canın yongasıdır" darb-ı meseli
(atasözü)
meşhûrdur. Binâenaleyh
(bundan dolayı),
kalbde mala ihtiyâc ve iftikâr
(fakirlik) hissi
bulunduğu için, o mal kalblerde maksûd-ı a'zamdır
(en büyük arzudur).
Bosnevî ve Ya'kûb Han
nüshalarında
يميل القلوب اليه بالعادة
ve Kâşânî, Bâli Efendi ve Dâvûd-ı Kayserî
ve Tevîl-i Muhkem nüshalarında
اليه بالعبادة
sûretinde (şeklinde)
muharrerdir
(yazmışlardır).
Bu sûretlere
(şekillere) göre ma'nâ: "Halbuki mala "mal"
tesmiyesi (denilmesi),
ancak kalblerin bizzât ibâdetle ona mâil
(istekli, düşkün)
olmasından nâşîdir
(dolayıdır)"
olur. Zîrâ
(çünkü) mala meyl edip
(eğilimli olup) onun
tasarrufu tahtında (hükmü,
idaresi altında) bulunanlar abdû'l mâldir
(malın kuludur).
Ve abdiyyet-i malı
(malın kulluğunu)
kabûl ile ibâdet-i Hak'tan
(Hakk’a ibadet etmekten) i'râz edenler
(yüz çevirenler) pek
çoktur.
Ve suverin bakâsı yoktur. Binâenaleyh, eğer Mûsâ,
onu yakmakla isti'câl etmese idi, buzağı sûretinin
zehâbı lâ-büddür. İmdi onun üzerine gayret galebe etti;
onu yaktı. Ba’dehû o sûretin külünü denize savurdu
savurdu ve ona "İlâhına bak!" dedi. İmdi onun mecâlî-i
ilâhiyyeden ba'z olduğunu bildiğinden nâşi,
bi-tarîkı't-tenbîh ta'lîm için, ona "ilâh" tesmiye etti.
“Biz onu elbette yakarız” (Tâhâ 20/97) dedi (6). .
Ya'nî Beni İsrâîl
(İsrail oğulları) suver-i kesîfenin
(yoğunlaşmış, madde suretlerin)
hiç birisinde bakâ
(daimilik)
olmadığını ve binâenaleyh
(bundan dolayı),
o suverden (suretlerden)
birisi olan buzağının sûreti dahi fâni
(geçici, ölümlü)
olduğunu bildikleri halde, mahzâ
(yalnız) mallarından
ma'mûl (imal edilmiş)
olduğu için, kalbleri o sûrete meyl edip
(yönelip) taptılar.
Ve pek tabîîdir ki sûretlerini bakâsı
(daimiliği) yoktur.
Eğer Mûsâ (a.s.) o buzağı sûretini yakıp imhâ etmek
(yok etmek)
husûsunda acele etmese idi bile, suver-i sâire-i âlem
(dünyadaki diğer suretler)
gibi mutlakâ o sûret dahi ergeç kendi kendine
bozulup gidecek idi. Fakat Mûsâ (a.s.) üzerine gayret
(faaliyete geçme isteği)
galebe ettiği
(üstün bastığı) için, onun imhâsı
(yok edilmesi)
husûsunda acele edip o sûreti ateşte yaktı. Ve
ba'de'l-ihrâk (yaktıktan
sonra) onun külçe külçe olan külünü derya
(deniz) içine
savuruş savurdu. Zîrâ
(çünkü) Benî İsrâîl'in
(İsrail oğullarının)
isti'dâdı "tenzîh"i iktizâ ederdi
(gerektirirdi).Binâenaleyh
(bundan dolayı)
Mûsâ (a.s.)’ın getirdiği şerîat dahi tenzîh üzerine idi.
Ve tenzih ise, ilm-i Kur'ân'ı
(Kuran ilmini)
değil, ilm-i Furkânı (Furkan
ilmini) muktezidir
(gerektirendir).
Ve ilm-i Kur'ân
(Kuran ilmi) tenzihde teşbîhi ve teşbîhde
tenzîhi iktizâ eder
(gerektirir).
İşte Mûsâ (â.s.)’ın meşrebinde tenzîh gâlib
(üstün) olmakla,
kendisine gayret (dini,
imanı saptıranlara karşı harekete geçme isteği)
ya'nî buzağı sûreti Hakk'ın gayrı
(Hakk’tan başka)
olduğu ve Hakk'ın o sûretten münezzeh
(mukaddes, arı)
bulunduğu mülâhazası
(düşüncesi) galebe ederek
(üstün gelerek),
o sûretin imhâsında
(yok edilmesinde)
acele etti ve onu yaktı. Ve Mûsâ (a.s.)’a bu tenzîh ve
gayret (faaliyete geçme
isteği)
galebe etmekle (üstün
gelmekle) berâber, buzağı sûretinin mecâlî-i
ilâhiyyeden (Hakk’ın
aynalarından) bir meclâ
(ayna) olduğuna dahi
ilmi var idi. Velâkin (amma)
bu teşbîh ciheti
(yönü) gâlib
(üstün) değil idi. İşte bu hakîkati dahi
tenbîh (uyarmak)
tarîkıyla (yoluyla)
ta'lim (öğretmek)
için Sâmirî'ye hitâben
(seslenerek)
عَاكِفاً لَّنُحَرِّقَنَّهُ
عَلَيْهِ
وَانظُرْ إِلَى إِلَهِكَ الَّذِي ظَلْتَ
(Tâhâ, 20/97) ya'nî "Müdâvemetle taptığın
(tapmağa devam ettiğin)
ilâhına nazar et (bak)
ki biz onu elbette yakarız" dedi. Ve o buzağı
sûretini "ilâh" ile tesmiye etti
(adlandırdı).
Ve onun buzağı sûretini yakmasının hikmetine
(sebebine)
gelince:
Zîrâ Allah Teâlâ onu insana teshîr eylediği
cihetle, insanın hayvâniyyeti için, hayvanın
hayvâniyyetinde tasarruf vardır. Ve bâhusûs halbuki
buzağının aslı hayvândan değildir. Binâenaleyh, teshîrde
hayvandan a'zamdır. Zirâ hayvanın gayrıdır. Onun için
irâde yoktur. Belki emr, bilâ-imtinâ' kendisinde
tasarruf eden kimsenin hükmüyledir (7).
Ya'nî Allah Teâlâ, hayvanın hayvâniyyetini insana
teshîr ettiği (müsahhar
kıldığı,
emrine verdiği)
ecilden (sebebten),
insanın hayvâniyyeti için
hayvanın hayvâniyyetinde tasarruf
(yönetme, kullanma, boyun
eğdirme)
vardır. Nitekim, Hak Teâlâ hazretleri
وَسَخَّرَ لَكُم مَّا فِي
السَّمَاوَاتِ
وَمَا فِي الْأَرْضِ
(Câsiye, 45/13) ya'nî "Semâvât
(göklerde) ve arzda
(yerde) olan
mahlûkâtı sizin için müsahhar
(itaat eder, boyun eğer)
kıldı" buyurur. Nev'-i insan
(insan türü)
mahlûkât-ı arzıyyenin
(yeryüzündeki varlıkların) kâffesinde
(bütün hepsinde)
tasarruf etmekle berâber, semâda
(gökte) uçan kuşları
dahi hükmüne münkâd kılar
(itaat ettirir).
Ve fi-zamâninâ
(zamanımızda) görüldüğü üzere terakkiyât-ı
fenniyye (fennin ilerlemesi)
sebebiyle semâda
(gökte) uçar ve sun’i bulutlar ihdâs eder
(meydana getirir).
Ve insân-ı
kâmilin (tam, mükemmel
insanın) ve ehl-i havâsstan
(saygın, muhterem kimselerden)
olan insân-ı nâkısın
(noksan insanın)
yerde ve gökte başka türlü tasarrufâtı
(tasarrufları) dahi
vardır ki, erbâbının (ehil
olanların) ma'lûmudur
(bilgisindedir).
Buzağı üzerindeki tasarrufa gelince: Onun aslı
hayvan cinsinden değildir, Cemâddan
(cansız dediğimiz şeylerden)
ibâret olan hilyâttan
(zinetlerden)
yapılmış bir sûrettir
(şekildir) ve hayvanın gayridir
(hayvandan başka bir şeydir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı),
insanın yedinde (elinde)
hayvândan daha ziyâde
(çok) müsahhardır
(itaatkardır).
Çünkü onun hayvan
gibi irâdesi olmadığı için, insan onu ne şekil ve
vaziyete koysa, aslâ kendisinden muhâlif
(aykırı, karşı gelecek)
[bir şey) zâhir olmaksızın
(görülmeksizin) onun
tasarrufuna (kullanmasına)
tâbi' olur (uyar).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) cemâdât
(cansız dediğimiz maden, taş
gibi varlıklar) inkıyâd
(boyun eğme) ve
teslim husûsunda hayvandan a'zamdır
(çok daha büyüktür).
Halbuki insanın hayvâniyyeti,
hayvanın hayvâniyyetinde dahi tasarruf ederse
(kullanır, yönetirse)
de, irâdesi olduğu cihetle,
(yönünden)
tasarruf-ı insâniye (insanın
tasarrufuna) muhâlefet eder
(karşı koyar).
Ve insan, hayvanı birtakım âlât
(aletler) ve hiyel
(hileler) ve
desâyis (oyunlar)
ile zabt edip, onu kendi irâdesi
(isteği) dâiresinde
hareket etmeğe bırakmaz. İşte insanın
hayvâniyyeti (hayvanlığı),
hayvanın hayvâniyyetinde
(hayvanlığında)
mutasarrıf (tasarruf eden)
olunca, aslı hayvan cinsinden olmayan buzağı
üzerinde elbette onun imtinâ'ı
olmaksızın
(çekinmeksizin) keyfe-mâ-yeşâ
(dilediği şekilde)
mutasarrıfdır (tasarruf
edendir);
çünkü o cemâddır (cansız
varlıklardandır). Binâenaleyh
(bundan dolayı) Mûsâ
(a.s.). hayvan hakkında revâ
(yerinde, uygun)
görmeyeceği bir tarz ile
(usulle) ya'nî yakmak sûretiyle buzağıyı imhâ
etti (mahvetti).
Gerçi (her ne
kadar) Mûsâ (a.s.) onu kırıp parçalamak
sûretiyle de imhâ (mahv,
yok) edebilirdi. Fakat bi'l-ihrâk
(yakarak) imhâyı
(mahvetmeyi) münâsib
(uygun) gördü.
Çünkü Mûsâ (a.s.), tecellî-i nûrîyi
(nuri tecellileri)
âteş süretinde (şeklinde)
müşâhede etmiş
(görmüş) idi. Ve ona dıraht-ı ateşinden
(yanan ağaçlardan)
إِنِّي
أَنَا اللَّهُ
(Kasas. 28/30) hitâbı
(seslenişi) gelmiş idi. Nitekim Hz. Mevlânâ
(r.a.) buyurur. Beyt:
خدايم
من خدايم من خدايم
توآن نوري كه يا موسى هي گفت
Tercüme:
"Sen ol bir nûrsun Mûsâ’ya derdin
Hudâyım ben, Hudâyım ben,
Hudâyım"
Ve diğer bir beyt-i şerîflerinde dahi kendilerine
vâkı' olan (gerçekleşen)
bu tecellîye işâreten
Buyururlar. Beyt:
مرامي خواند آن آتش مكر موسئ عمرانم
درخت آتشين ديدم نداآمد كه جانانم
چهل سال است چون موسى بگر داين بيابانم
دخلت البته بالبلوى وذقت المن والسلوى
Tercûme:
“Dıraht-ı âteşîn gördüm, dedi: "Ben
işte cânânem"
Beni çağırdı âteş gâlibâ Mûsâ-yı
İmrân'em
Düşüp tîhe belâ çektim ve tattım menn
ü selvâyı
Tamam kırk yıl ki Mûsâ misli devvâr-ı
beyâbânem"
İşte Mûsâ (a.s.), bu sebebe binâen
(dayanarak) ateşi
buzağı sûretine taslît
(musallat) etti ve yakıp külünü deryâya
(denize) savurdu. Ve
bu fiili ile Hak Teâlâ hazretlerinin böyle bir tecellîsi
vukû'unda (oluştuğunda)
keserât-ı sûriyyenin
(çokluk suretlerinin)
buzlar gibi eriyeceğini ve cemi'-i zerrât-ı
unsuriyyenin (maddenin bütün
zerrelerinin) kül gibi savrulup muzmahil
(darmadağın)
olacağını gösterdi. Nitekim, ölüm dediğimiz hal, bunun
her an gördüğümüz şâhid-i belîğidir
(açık şahididir).
Zîrâ (çünkü)
mevt (ölüm),
tecellî-i zâtîdir
(zati tecellidir).
Havf-ı mevt (ölüm
korkusu) ile lerzân olanlar
(titreyenler),
ancak bizim gibi
vücûd-ı vehmîsi (var sandığı
vücudunun) kendisinin malı olduğunu
zannedenlerdir. Bu vehimden âzâd olup
(kurtulup) mû'min-i
hakîki (hakiki mümin)
bulunan evliyâullah
(Allah velileri) ise bu tecellînin
teşnesidirler
(susamışlarıdır).
Nitekim hadis-i şerîfte
الوت تحفة الؤمن
buyurulmuştur.
Devam edecek |