Füsûs-ül Hikem

280. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

  BU FASS KELİME-İ HÂRÛNİYYEDE MÜNDERIC "HİKMET-İ İMÂMİYYE" BEYÂNINDADIR

     Ve bunun için Hârûn, ona dediğini dedikde, Sâmirî''ye rücû' etti. Ona   مَا خَطْبُكَ يَا سَامِرِيّ    (Tâhâ. 20/95) yânî "Ey Sâmirî, murâdın nedir?" dedi ki, ihtisâs üzre buzağı sûretine udûlden sun' ettiğin şeyde şânın nedir? Ve huliyy-i kavimden bu şebahı yapmandan murâdın nedir? Tâ ki emvâlleri eclinden onların kalblerini ahzettin, demektir. Zîrâ İsâ (a.s.) Beni İsrâîl'e: "Ey Benî İsrâîl, her insanın kalbi malının cihetindedir. Binâenaleyh, siz emvâlinizi semâda farz edin ki, kalbleriniz semâda olsun" dedi. Halbuki, ancak kulûb, bizzat âdet ile ona mâil olduğundan dolayı mala "mal" tesmiye olundu. Böyle olunca kalbde ona iftikârdan nâşi, o mal kulûbda maksûd-ı a'zamdır ( 5) .

 

     Ya'nî Mûsâ (a.s.) Hârûn (a.s.)ı ilim terbiyesi ile terbiye ettiği için, cenâb-ı Hârûn Hz. Mûsâ’ya onun gazabına (hiddetine) karşı    بِلِحْيَتِي وَ يَا ابْنَ أُمَّ لَا تَأْخُذْ    (Tâhâ, 20/94) kavlini (sözlerini) söylediği vakit, Mûsâ (a.s.) Sâmirî'ye dönüp ona: Ey Sâmirî şânın ve murâdın nedir?" ya'nî "İlâh-ı mutlak (kayıtsız ilaha) ibâdetinden husûsiyyet üzere (özellikle) buzağı sûretinde (şeklinde) ilâh-ı mukayyed (kayıtlı ilaha) ibâdetine tecâvüzün olan (geçiş eylemini) sun'unda (yapmaktaki) murâdın nedir? Ve kavmin hilyât (zinetlerinden) ve tezyînâtından (süslerinden) bu şebahı, (cüsseyi) ya'nî cism-i kesîfi (madde sureti) yapmandan murâdın nedir? Tâ ki onların kalblerini emvâllerinden (mallarından) dolayı ahz u zabt ettin" (alıp zaptettin) dedi. Zîrâ (çünkü) insanın kalbi malının bulunduğu tarafa meyyâldir (isteklidir, meyillidir). Sâmirî dahi buzağıyı Benî İsrâîl'in (İsrail oğullarının) yedindeki (elindeki) hilyâttan (zinetlerden) i'mâl ettiği (yaptığı) cihetle (yönüyle), onların kalbleri malları olan buzağı cihetine (tarafına) meyl etti (yöneldi)  çünkü İsâ (a.s.) Benî İsrâîl'e (İsrail oğullarına) hitâben (seslenerek): "Her bir insanın kalbi, malının bulunduğu cihettedir (taraftadır). Böyle olunca siz emvâlinizi (mallarınızı) semâda, (gökte) ya'nî ulüvvde (yüksekte, yücede)  farz edin (sayın): tâ ki kalbleriniz semâya, (göğe) ya'ni ulüvve (yüceliğe), mâil (istekli) olsun" buyurdu. "Semâ"dan murâd, semâ-i esmâ-i ilâhiyye (semadaki ilahi esma) ve "mal"dan murâd dahi, esmâ hazînelerinde meknûz (gizli) olan tecelliyât (tecelliler) ve atâyâ-yı ilâhiyyedir (ilahi ihsanlardır, bağışlardır). Halbuki, mala "mal" denilmesi  ancak kalblerin bizzât, âdetle (alışkanlıkla) ona mâil (istekli, düşkün) olmasından nâşîdir (dolayıdır). Nitekim, "mâl canın yongasıdır" darb-ı meseli (atasözü) meşhûrdur. Binâenaleyh (bundan dolayı), kalbde mala ihtiyâc ve iftikâr (fakirlik) hissi bulunduğu için, o mal kalblerde maksûd-ı a'zamdır (en büyük arzudur). Bosnevî ve Ya'kûb Han nüshalarında    يميل القلوب اليه بالعادة    ve Kâşânî, Bâli Efendi ve Dâvûd-ı Kayserî ve Tevîl-i Muhkem nüshalarında    اليه بالعبادة    sûretinde (şeklinde) muharrerdir (yazmışlardır). Bu sûretlere (şekillere) göre ma'nâ: "Halbuki mala "mal" tesmiyesi (denilmesi), ancak kalblerin bizzât ibâdetle ona mâil (istekli, düşkün) olmasından nâşîdir (dolayıdır)" olur. Zîrâ (çünkü) mala meyl edip (eğilimli olup) onun tasarrufu tahtında (hükmü, idaresi altında) bulunanlar abdû'l mâldir (malın kuludur). Ve abdiyyet-i malı (malın kulluğunu) kabûl ile ibâdet-i Hak'tan (Hakk’a ibadet etmekten) i'râz edenler (yüz çevirenler) pek çoktur.

     Ve suverin bakâsı yoktur. Binâenaleyh, eğer Mûsâ, onu yakmakla isti'câl etmese idi, buzağı sûretinin zehâbı lâ-büddür. İmdi onun üzerine gayret galebe etti; onu yaktı. Ba’dehû o sûretin külünü denize savurdu savurdu ve ona "İlâhına bak!" dedi. İmdi onun mecâlî-i ilâhiyyeden ba'z olduğunu bildiğinden nâşi, bi-tarîkı't-tenbîh ta'lîm için, ona "ilâh" tesmiye etti. “Biz onu elbette yakarız” (Tâhâ 20/97) dedi (6). .

 

     Ya'nî Beni İsrâîl (İsrail oğulları) suver-i kesîfenin (yoğunlaşmış, madde suretlerin) hiç birisinde bakâ (daimilik) olmadığını ve binâenaleyh (bundan dolayı), o suverden (suretlerden) birisi olan buzağının sûreti dahi fâni (geçici, ölümlü) olduğunu bildikleri halde, mahzâ (yalnız) mallarından ma'mûl (imal edilmiş) olduğu için, kalbleri  o sûrete meyl edip (yönelip) taptılar. Ve pek tabîîdir ki sûretlerini bakâsı (daimiliği) yoktur. Eğer Mûsâ (a.s.) o buzağı sûretini yakıp imhâ etmek (yok etmek) husûsunda acele etmese idi bile, suver-i sâire-i âlem (dünyadaki diğer suretler) gibi mutlakâ o sûret dahi ergeç kendi kendine bozulup gidecek idi. Fakat Mûsâ (a.s.) üzerine gayret (faaliyete geçme isteği) galebe ettiği (üstün bastığı) için, onun imhâsı (yok edilmesi) husûsunda acele edip o sûreti ateşte yaktı. Ve ba'de'l-ihrâk (yaktıktan sonra) onun külçe külçe olan külünü derya (deniz) içine savuruş savurdu. Zîrâ (çünkü) Benî İsrâîl'in (İsrail oğullarının) isti'dâdı "tenzîh"i iktizâ ederdi (gerektirirdi).Binâenaleyh (bundan dolayı) Mûsâ (a.s.)’ın getirdiği şerîat dahi tenzîh üzerine idi. Ve tenzih ise, ilm-i Kur'ân'ı (Kuran ilmini) değil, ilm-i Furkânı (Furkan ilmini) muktezidir (gerektirendir). Ve ilm-i Kur'ân (Kuran ilmi) tenzihde teşbîhi ve teşbîhde tenzîhi iktizâ eder (gerektirir). İşte Mûsâ (â.s.)’ın meşrebinde tenzîh gâlib (üstün) olmakla, kendisine gayret (dini, imanı saptıranlara karşı harekete geçme isteği) ya'nî buzağı sûreti Hakk'ın gayrı (Hakk’tan başka) olduğu ve Hakk'ın o sûretten münezzeh (mukaddes, arı) bulunduğu mülâhazası (düşüncesi) galebe ederek (üstün gelerek), o sûretin imhâsında (yok edilmesinde) acele etti ve onu yaktı. Ve Mûsâ (a.s.)’a bu tenzîh ve gayret (faaliyete geçme isteği) galebe etmekle (üstün gelmekle) berâber, buzağı sûretinin mecâlî-i ilâhiyyeden (Hakk’ın aynalarından) bir meclâ (ayna) olduğuna dahi ilmi var idi. Velâkin (amma) bu teşbîh ciheti (yönü) gâlib (üstün) değil idi. İşte bu hakîkati dahi tenbîh (uyarmak) tarîkıyla (yoluyla) ta'lim (öğretmek) için Sâmirî'ye hitâben (seslenerek)    عَاكِفاً لَّنُحَرِّقَنَّهُ عَلَيْهِ وَانظُرْ إِلَى إِلَهِكَ الَّذِي ظَلْتَ    (Tâhâ, 20/97) ya'nî "Müdâvemetle taptığın (tapmağa devam ettiğin) ilâhına nazar et (bak) ki biz onu elbette yakarız" dedi. Ve o buzağı sûretini "ilâh" ile tesmiye etti (adlandırdı). Ve onun buzağı sûretini yakmasının hikmetine (sebebine) gelince:

 

     Zîrâ Allah Teâlâ onu insana teshîr eylediği cihetle, insanın hayvâniyyeti için, hayvanın hayvâniyyetinde tasarruf vardır. Ve bâhusûs halbuki buzağının aslı hayvândan değildir. Binâenaleyh, teshîrde hayvandan a'zamdır. Zirâ hayvanın gayrıdır. Onun için irâde yoktur. Belki emr, bilâ-imtinâ' kendisinde tasarruf eden kimsenin hükmüyledir (7).

 

     Ya'nî Allah Teâlâ, hayvanın hayvâniyyetini insana teshîr ettiği (müsahhar kıldığı, emrine verdiği) ecilden (sebebten), insanın hayvâniyyeti için hayvanın hayvâniyyetinde tasarruf (yönetme, kullanma, boyun eğdirme) vardır. Nitekim, Hak Teâlâ hazretleri    وَسَخَّرَ لَكُم مَّا فِي  السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ    (Câsiye, 45/13) ya'nî "Semâvât (göklerde) ve arzda (yerde) olan mahlûkâtı sizin için müsahhar (itaat eder, boyun eğer) kıldı" buyurur. Nev'-i insan (insan türü) mahlûkât-ı arzıyyenin (yeryüzündeki varlıkların) kâffesinde (bütün hepsinde) tasarruf etmekle berâber, semâda (gökte) uçan kuşları dahi hükmüne münkâd kılar (itaat ettirir). Ve fi-zamâninâ (zamanımızda) görüldüğü üzere terakkiyât-ı fenniyye (fennin ilerlemesi) sebebiyle semâda (gökte) uçar ve sun’i bulutlar ihdâs eder (meydana getirir).  Ve insân-ı kâmilin (tam, mükemmel insanın) ve ehl-i havâsstan (saygın, muhterem kimselerden) olan insân-ı nâkısın (noksan insanın) yerde ve gökte başka türlü tasarrufâtı (tasarrufları) dahi vardır ki, erbâbının (ehil olanların) ma'lûmudur (bilgisindedir).

 

     Buzağı üzerindeki tasarrufa gelince: Onun aslı hayvan cinsinden değildir, Cemâddan (cansız dediğimiz şeylerden) ibâret olan hilyâttan (zinetlerden) yapılmış bir sûrettir (şekildir) ve hayvanın gayridir (hayvandan başka bir şeydir). Binâenaleyh (bundan dolayı), insanın yedinde (elinde) hayvândan daha ziyâde (çok) müsahhardır (itaatkardır).  Çünkü onun hayvan gibi irâdesi olmadığı için, insan onu ne şekil ve vaziyete koysa, aslâ kendisinden muhâlif (aykırı, karşı gelecek) [bir şey) zâhir olmaksızın (görülmeksizin) onun tasarrufuna (kullanmasına) tâbi' olur (uyar). Binâenaleyh (bundan dolayı) cemâdât (cansız dediğimiz maden, taş gibi varlıklar) inkıyâd (boyun eğme) ve teslim husûsunda hayvandan a'zamdır (çok daha büyüktür). Halbuki insanın hayvâniyyeti, hayvanın hayvâniyyetinde dahi tasarruf ederse (kullanır, yönetirse) de, irâdesi olduğu cihetle, (yönünden) tasarruf-ı insâniye (insanın tasarrufuna) muhâlefet eder (karşı koyar). Ve insan, hayvanı birtakım âlât (aletler) ve hiyel (hileler) ve desâyis (oyunlar)  ile zabt edip, onu kendi irâdesi (isteği) dâiresinde hareket etmeğe bırakmaz. İşte insanın hayvâniyyeti (hayvanlığı), hayvanın hayvâniyyetinde (hayvanlığında) mutasarrıf (tasarruf eden) olunca, aslı hayvan cinsinden olmayan buzağı üzerinde elbette onun imtinâ'ı olmaksızın (çekinmeksizin) keyfe-mâ-yeşâ (dilediği şekilde) mutasarrıfdır (tasarruf edendir); çünkü o cemâddır (cansız varlıklardandır). Binâenaleyh (bundan dolayı) Mûsâ (a.s.). hayvan hakkında revâ (yerinde, uygun) görmeyeceği bir tarz ile (usulle) ya'nî yakmak sûretiyle buzağıyı imhâ etti (mahvetti). Gerçi (her ne kadar) Mûsâ (a.s.) onu kırıp parçalamak sûretiyle de imhâ (mahv, yok) edebilirdi. Fakat bi'l-ihrâk (yakarak) imhâyı (mahvetmeyi) münâsib (uygun) gördü. Çünkü Mûsâ (a.s.), tecellî-i nûrîyi (nuri tecellileri) âteş süretinde (şeklinde) müşâhede etmiş (görmüş) idi. Ve ona dıraht-ı ateşinden (yanan ağaçlardan)     إِنِّي أَنَا اللَّهُ   (Kasas. 28/30) hitâbı (seslenişi) gelmiş idi. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) buyurur. Beyt:

 

                     خدايم من خدايم من خدايم          توآن نوري كه يا موسى هي گفت             

 

    Tercüme:

 

                       "Sen ol bir nûrsun Mûsâ’ya derdin

                        Hudâyım ben, Hudâyım ben, Hudâyım"

 

     Ve diğer bir beyt-i şerîflerinde dahi kendilerine vâkı' olan (gerçekleşen) bu tecellîye işâreten

Buyururlar. Beyt:

 

              مرامي خواند آن آتش مكر موسئ عمرانم                درخت آتشين ديدم نداآمد كه جانانم    

          چهل  سال است چون موسى بگر  داين بيابانم            دخلت البته بالبلوى وذقت المن والسلوى         

 

Tercûme:

                  “Dıraht-ı âteşîn gördüm, dedi: "Ben işte cânânem"

                  Beni çağırdı âteş gâlibâ Mûsâ-yı İmrân'em

                  Düşüp tîhe belâ çektim ve tattım menn ü selvâyı

                  Tamam kırk yıl ki Mûsâ misli devvâr-ı beyâbânem"

 

     İşte Mûsâ (a.s.), bu sebebe binâen (dayanarak) ateşi buzağı sûretine taslît (musallat) etti ve yakıp külünü deryâya (denize) savurdu. Ve bu fiili ile Hak Teâlâ hazretlerinin böyle bir tecellîsi vukû'unda (oluştuğunda) keserât-ı sûriyyenin (çokluk suretlerinin) buzlar gibi eriyeceğini ve cemi'-i zerrât-ı unsuriyyenin (maddenin bütün zerrelerinin) kül gibi savrulup muzmahil (darmadağın) olacağını gösterdi. Nitekim, ölüm dediğimiz hal, bunun her an gördüğümüz şâhid-i belîğidir (açık şahididir). Zîrâ (çünkü) mevt (ölüm), tecellî-i zâtîdir (zati tecellidir). Havf-ı mevt (ölüm korkusu) ile lerzân olanlar (titreyenler),  ancak bizim gibi vücûd-ı vehmîsi (var sandığı vücudunun) kendisinin malı olduğunu zannedenlerdir. Bu vehimden âzâd olup (kurtulup) mû'min-i hakîki (hakiki mümin) bulunan evliyâullah (Allah velileri) ise bu tecellînin teşnesidirler (susamışlarıdır). Nitekim hadis-i şerîfte    الوت تحفة الؤمن    buyurulmuştur.

Devam edecek  

 

 
 
İzmir -31.07.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com