BU FASS KELİME-İ HÂRÛNİYYEDE MÜNDERIC
"HİKMET-İ İMÂMİYYE" BEYÂNINDADIR
Ve teshîr iki kısım üzerinedir. Biri müsahhır için murâd
olan teshîrdir ki, şahs-ı müsahharı teshîrinde kâhirdir.
Her ne kadar insâniyyette onun misli ise de, seyyidin
abdini teshîri gibidir. Ve her ne kadar onun için emsâl
iseler de, sultan reâyâsını teshîri gibidir. İmdi onları
derece ile teshîr eyledi. Ve kısm-ı diğer, hâl ile
teshîrdir. Reâyânın meliki teshîrleri gibidir ki,
onlardan zulmü men' etmekte ve onların himâyelerinde ve
onlara adâvet eden kimsenin kıtâlinde ve onların
mallarını ve nefislerini onların üzerine, onun hıfzında,
onların emriyle kâimdir. Ve bunun cümlesi reâyâ
tarafından hâl ile teshîrdir ki, meliklerini bunlarda
teshîr ederler. Ve hakîkatte "teshîr-i mertebe" tesmiye
olunur. İmdi mertebe onun üzerine bunlar ile hükmetti.
Böyle olunca mülûkten ba'zısı kendi nefsi için sa'y etti
ve onlardan ba'zısı emri ârif oldu. Binâenaleyh bildi
ki, mertebe ile kendi reâyâsının teshîrindedir. İmdi
onların kaderlerini ve haklarını bildi. Böyle olunca
Allah Teâlâ, bunun üzerine ona, alâ-mâ hüve-aleyh emr
ile olan ulemânın ecrini ücret olarak verdi. Ve Allah
Teâlâ ibâdının şuûnunda olduğundan dolayı, bunun misli
ecr, Allah üzerine olur. İmdi âlemin küllîsi onun
üzerine ism-i müsahhar ıtlâkı mümkün olmayan zât-ı
Hakk'ı müsahhırdır. Ve Hak Teâlâ
كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ
(Rahmân, 55/29) ya'nî "O her anda bir şe'ndedir" buyurdu
(9).
Ya'nî "teshîr" iki kısım üzerine vâkı' olur
(oluşur):
Bir kısmı, teshîr eden
(emri altına alan, kendine
bağlayan) kimseye isnâd olunan
(nisbet edilen, dayandırılan)
teshîrdir ki, kendisine müsahhar
(boyun eğen) ve tâbi'
(emri altında)
olan şahsı teshîrinde
(zabtetmede) kâhirdir
(ezendir, üstün gelendir).
Ya'nî bu kısım teshîr
(kendine bağlama),
teshîr-i kahrîdir
(zorla ele geçirmedir).
Nitekim, bir köle insâniyyette efendisinin ve
tebea (kendi uyrukları)
dahi pâdişahlarının misli
(benzeri) iseler de
efendi kölesine ve pâdişâh efrâd-ı tebeasından
(emri altında olan halkından)
birisine bir şey emr
(emrettiği) ve teklîf
ettiği vakit, onlar cebren
(zorla) ve kahren
(üzerek), kendi,
keyf ve irâdelerini
(isteklerini) terk edip köle efendisinin ve
tebea (uyruk)
pâdişâhının irâdesine
(isteğine) tâbi'
(uyar) ve müsahhar olurlar
(boyun eğerler).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) efendi kölesini ve pâdişâh
tebeasını (uyruğunu, idaresi altında olanları) derece ile teshîr
(boyun eğdirirler,
elde)
ederler. Ve teshîrin diğer kısmı, hâl ile
teshîrdir. Bu da tebeanın
(uyruğun) pâdişâhı teshîri
(boyun eğdirtmesi, kendine bağlı
kılması)
gibidir ki, pâdişâh reâyasından
(bütün halkından)
zulüm ve cevri (haksızlığı,
eziyeti) men'etmek
(yasaklamak) ve
onları himâye eylemek
(korumak) ve tebeasına
(halkına) adâvet
(düşmanlık) eden milletler ile harp ve kıtâl etmek
(savaşmak) ve onların
mallarını ve canlarını muhâfaza eylemek husûslarında
tebeasının (emri
altındakilerinin) emriyle kâimdir
(ayaktadır, vardır).Bu
ta'dâd olunan (sayılan)
umûrun
(hususların) cümlesi
(hepsi),
reâya (bütün
halkı) tarafından hâl ile teshîrdir
(emri altına alma, boyun eğdirmedir) ki, pâdişâhlarını bu umûrda
(hususlarda, işlerde)
teshîr ederler. (tesir
ederler, zorlarlar) Ve pâdişâh bu husûslarda
tebeasının (emri
altındakilerinin) müsahharı
(boyun eğeni) ve
tâbi'idir (itaat edenidir).
Bu teshîr zâhirde
(görünüşte) hâl
ile teshîr ise de, hakîkatte teshîr-i mertebedir
(mertebe sayesinde boyun
eğdirmedir) ve bu mertebe dahi mertebe-i
saltanattır (sultanlık
mertebesidir).
İşte bu mertebe-i saltanat
(padişahlık mertebesi)
pâdişâhın üzerine zikrolunan
(anlatılan) umûrun
(hususların)
kâffesiyle (bütün hepsiyle)
hükmetti. Ve pâdişâh dahi kendi mertebe-i
saltanatının (padişahlık
mertebesinin) îcâbına
(gereğine) tâbi'
(uydu) ve müsahhar
oldu (boyun eğdi).
İmdi (buna göre)
pâdişâhlardan ba'zısı kendi nefsi için sa'y etti
(çalıştı).
Ya'nî Tebeamın
(halkımın) mal ve
canları mahfûz olsun
(korunsun) ve onların emvâl
(malları) ve
servetinden istifâde edeyim ve tebeam
(bana tabi olanlar)
kuvvetli olsun, onlar vâsıtasıyla dâhilî
(iç) ve hâricî
(dış) düşmanlarımdan
intikâm alayım ve azimü'ş-şân
(şanı, ünü büyük) bir
pâdişâh olup kimseler bana mukâvemete
(direnmeye) cesâret
edemesin" diyen bir pâdişâh kendi nefsi için çalışır. Ve
pâdişâhlardan ba'zısı emri
(işleri) ârif olarak
(bilerek),
kendi mertebesi ile reâyâsının (halkının)
bu teshîrinde
(emri altında) olduğunu ve binâenaleyh
(bundan dolayı)
onların kadrlerini
(değerlerini, itibarlarını) ve haklarını
bildi. Bu takdirde Allah Teâlâ hazretleri onun bu irfânı
(bilmesi) üzerine
o pâdişâha, hakîkat-i emri
(hakikât hususlarını) ârif olan
(bilen) ulemânın
(âlimlerin) ecrini
(mükâfatını) ecr
(sevab) olarak verdi.
Ve Allah Teâlâ ibâdının
(kullarının) şuûn
(işlerinde) ve efâlinde
(fiillerinde) ve
amellerinin (yaptıklarının)
sûretlerinde mütecellî olduğu
(göründüğü) için,
onlarda Hakk'ı müşâhede eden
(gören) ve ibâdın
(kulların) zâhiri
(dış görünüşü) hasebiyle, Hak Teâlâ'nın
teshîrinde (emri altında)
bulunduğunu bilen böyle bir sultân-ı ârifin
(bilen, arif olan sultanın)
ecri (sevabı)
Allah üzerinedir. Zîrâ
(çünkü) Allah Teâlâ
hazretleri, ibâdının
(kullarının) şuûnu
(işleri) ve onların
hâcetlerinin (ihtiyaçlarının)
kazâsı üzerinedir. Bir kimse garaz-ı
nefsinden (nefsinin
isteklerinden) nâşî
(dolayı) olmayıp
ancak Allah için bununla kâim bulunursa
(sebat ederse, kararlı kalırsa),
şübhesiz böyle bir kimsenin ecri
(sevabı) Allah
üzerine olur.
İmdi (buna göre)
âlemin (evrenin) küllîsi (tamamı)
zât-ı Hakk'ı (Hakk’ın
Zat’ını) müsahhırdır
(teshir edendir)
ya'nî teshîr edicidir (itaat
ettiricidir).
Fakat, âlem
(evren) Zât-ı Hakk-ı
(Hakk’ın Zatını)
teshîr etmekle (itaat
ettirmekle) berâber O'na Müsahhar"
(boyun eğmiş) ya'nî
“Tâbi” (emrine boyun eğen)
ismini vermek mümkün değildir. Ve Hak
Teâlâ
كُلَّ يَوْمٍ هُوَ فِي شَأْنٍ
(Rahmân, 55/29) yâ'nî “O her anda bir şe’ndedir”
buyurdu. Bu şân (keyfiyet,
hal) ise, ancak ibâdının
(kullarının) şuûnudur
(işleridir).
Ma'lûm olsun (bilinsin)
ki, diğer fasslarda
(konularda) dahi
kirâren (takrar tekrar)
beyân buyurulduğu
(anlatıldığı) üzere vücûd-ı hakîki,
(gerçek varlık) ancak
Hakk'ın vücûd-ı vâhid-i latîfinden
(tek nurun varlığından)
ibârettir. Bu vücûd-ı latîf-i hakîkî
(gerçek nur varlık)
esmâ-i nâmütenâhîsi (sınırsız
esması) hasebiyle
(bakımından),
merâtib-i kesâfete
(koyu, yoğun mertebeye)
tenezzül edip (inip)
suver-i muhtelife
(çeşitli şekiller) ile taayyün
(belirmiş, meydana çıkmış)
ve takayyûd etmiştir
(kayıtlanmıştır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) ibâdın
(kulların) şuûnunda
(işlerinde) vücûd
(varlık) ve
hakîkat cihetinden (yönünden)
mütecellî olan
(görünen) ancak Hak'tır; aslâ ortada gayr
(başka) yoktur.
Tesmiye-i gayriyyet (başka,
başkalık diye isimlendirilmesi) onun taayyün
(belirmesi, suretlenmesi)
ve takayyüdü
(kayıtlanması) cihetinden
(yönünden) vâki' olur
(gerçekleşir).
Ve Fass-ı İlyâsî'de
(İlyas bölümünde)
"Vücûd"un (varlığın)
müessir (tesir eden
(etkileyen) ve müesserûn-fîh
(tesiri kabul eden (etkilenen) )
kısımlarına münkasim
(bölünmüş) olduğu
beyân edilmiş (anlatılmış)
idi. Ya'nî ayn-ı vâhide-i Hak
(tek hakikat olan Hak)
bir i'tibâr (husus)
ile "müessir"
(etkileyen) ve bir i'tibâr
(husus) ile
"müesserün-fîh"dir
(etkilenendir). Âlem
(evren) Hakk'ın
zâhiri (dış görünüşü, dışı)
olup müesserün-fîhdir
(etkiyi kabul eden,
etkilenendir) ve Hak ise âlemin
(evrenin) bâtını
(iç yönü, ruhu) olup müessirdir
(etkileyendir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) teshîr eden
(itaat ettiren) ve
teshîr olunan (itaat eden)
ancak Hakk'ın kendi nefsidir ve gayr (başka)
yoktur ki Hak, onun müsahharı
(boyun eğeni, itaat edeni)
olsun.
Misâl: İnsanın şahsı ayn-ı vâhidedir
(tek hakikâttir) ve
insanın bâtını (iç yönü,
ruhu) onun endişesidir
(düşüncesidir) ve
zâhiri (dış yönü, görünüşü)
onun cismidir
(madde bedenidir).
Ve bu cism-i zâhiri
(madde beden), endîşesiyle (düşüncesiyle)
müteharriktir
(hareketlidir).
Ve bâtını (ruhu)
"Kalk yazı yaz!" demedikçe, yed-i zâhiri
(beden eli) kalemi
alıp yazı yazmaz. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
bâtını (ruhu)
müessir (tesir eden
(etkileyen) ve cismi
(bedeni)
müesserûn-fîh (tesiri kabul
eden (etkilenen) olmuş olur. Zîrâ
(çünkü) bâtını
(ruhu) zâhirinde (bedeninde)
te'sîr (etki)
eder. Maahâzâ (böyle iken)
gerek müessir
(tesir eden) ve gerek müesserûn-fîh
(tesiri kabul eden) o
şahsın ayn-ı vâhidesidir (tek
hakikâtidir). İşte
bunun gibi insanın zâhiri
(dışı) olan cismi
(madde bedeni),
bâtını (içi)
olan endîşesinin
(düşüncesinin)
müsahharı (itaat edeni, boyun
eğenidir) ve tâbi'idir;
(uyanıdır) ve bâtını
(ruhu) olan
endişesi (düşüncesi)
dahi zâhiri (dışı)
olan cisminin (madde
bedeninin) müsahhırı
(itaat ettireni) ve
metbû'udur (uyulanıdır).
Şu halde teshîr eden
(itaat ettiren) ve
teshîr olunan, (itaat eden)
ancak şahsın ayn-ı vâhidesinden
(tek hakikâtten)
ibârettir. Burada gayrin
(başkanın) vücûdu
(varlığı) yoktur.
Devam edecek |