Füsûs-ül Hikem

319. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

ثم ان الله صدقه في ايمانه بقوله ءآلآن وَ قَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ فدل على اخلاصه في ايمانه ولو لم يكن مخلصأ لقال فيه تعالى كما قال في الاعراب الٌذِينَ قَالُوا   آمَنٌا  قُلْ لَمْ تُؤْمِنُوا ولًكِنْ قُولُوا آصْلَمْنا وَلَمًا يَدْخُلِ الإيمَنُ فِي قُلُوبِكُمْ فقد شهد الله بغرعون بالايمان وما كان الله يشهد لاحد بائصدق في توحيده الا ويجاز به / و بعد ايمانه فما عصى فقبله الله ان كان قبله طاهراً والكافر اذا اسلم وجب عليه ان يغتسل فكان غرقه غسلا له وتطهيرا ًحيث اخنه الله في تلك الحالة نكال الآخرة والاولى وجعل ذلك عبرة  لمن يخشى وما يشبه ايمانه من غر غر فان المغر غر موقن بانه مفارق قاطع بذلك وهذا الغرق هنا لم يكن كذلك لانه راًى البحريساً في حق المؤ منين فعلم ان ذلك لهم بايمانهم فما ايقن بالموت بل غلب على ظنه الحياة فليس منزلته منزلة من حضر الموت فقال اني تبت الآن ولا هو من الذين يموتون وهم كفار فامره الى الله تعالى

Ya’nî “Muhakkak Allah Teâlâ Fir’avn’ın îmânını tasdîk buyurdu (doğruladı).    آلآنَ وَقَدْ عَصَيْتَ قَبْلُ    (Yûnus. 10/91) âyet-i kerîmesi onun îmânının ihlâsına (samimiliğine, halisliğine) delîldir (kanıttır). Eğer Fir'avn îmânında muhlis (samimi, içten) olmaya idi, Hak Teâlâ onun hakkında A'râb (çöl Arapları) hakkında buyurduğu gibi    قَالَتِ الْأَعْرَابُ آمَنَّا قُل لَّمْ تُؤْمِنُوا وَلَكِن قُولُوا أَسْلَمْنَا وَلَمَّا يَدْخُلِ الْإِيمَانُ فِي قُلُوبِكُمْ    (Hucurât, 49/14), der idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) Allah Teâlâ muhakkak Fir'avn'ın îmânına şehâdet (şahitlik) eyledi. Halbuki cevâz (doğru, uygun, caiz) olmadıkça Allah Teâlâ hiçbir kimsenin tevhîdinde sıdkına (doğruluğuna) şehâdet buyurmaz (şahitlik yapmaz). Ve Fir'avn, îmânından sonra isyân etmedi. Şu halde Allah Teâlâ onu tâhir (temiz, pak) olduğu halde kabz eyledi (ruhunu teslim aldı). Ve bir kâfir Müslüman olduğu vakit onun üzerine gusl (boy aptesti) vâcib (zorunlu) olup, Fir'avn'ın garkı (batması) ise kendisi için gusldür (boy aptestidir).  Ve Allah Teâlâ'nın onu bu halde ahz etmesi (alması) haysiyyetiyle (dolayısıyle) âhiret ve dünyâ nekâlinden (azabından) tathîrdir (temizlemektir).  Ve bunu haşyet (korku) sâhibi olan kimseler için ibret kıldı. Ve onun imânı gargara hâlinde bulunan bir kimsenin imânına benzemedi. Zîrâ (çünkü) gargara hâlinde bulunan kimse müfârık olduğuna (ayrılıp gideceğini) sûret-i kat'iyyede (kati, kesin bir şekilde) mûkındir (bilir). Halbuki bu gark (batma, boğulma), burada böyle değildir. Zîrâ (çünkü) Fir'avn deryâyı (denizi) mü'minler hakkında kuru bir halde gördü; bildi ki, bu hâl îmanları sebebiyle onlar için vâkı' oldu (gerçekleşti). Böyle olunca Fir'avn mevti (ölümü) mûkın olmadı (kesin bilemedi).  Belki onun zannı üzerine hayât gâlib (üstün) geldi. Binâenaleyh (bundan dolayı) onun mertebesi    إِنِّي تُبْتُ الآنَ    (Nisâ, 4/18) diyen muhtezırın (ölmek üzere olup can çekişenlerin) mertebesi değildir. Ve Fir'avn küffârdan (kafirlerden) olduğu halde ölen kimseler[den] değildir. İmdi (buna göre) onun emri (hususu, işi) Allah Teâlâ'ya râci'dir (aittir)."

İşte Hz. Şeyh (r.a.)’in îmân-ı Fir'avn'ın (Firavun’un imanının) sıhhati (sağlamlığı) hakkındaki mütâlaaları (düşünceleri) budur. Fütûhât'ın altmış ikinci bâbı (bölümü) müstakıllen (kendi başına) nârdan (ateşten) adem-i hurûca (çıkmamaya) sebeb olan ahvâlin (hallerin) beyânına (açıklamasına) dâirdir (aittir). Burada Fir'avn ve Nemrûd'un misâl (örnek) olarak zikri (anlatılması), mahzâ (sadece) zikr-i mahal (yerin anılması) irâde-i hâl kabîlinden (türünden) olur. Zîrâ (çünkü) Fir'avn birçok seneler da'vâ-yı rubûbiyyet etti (rububiyet iddiasında bulundu). Ve onun bu hâli şübhe yok ki / nârdan (ateşten) adem-i hurûca (çıkmamaya) sebeb olacak ahvâlden (hallerden) idi. Velâkin (fakat) Kur'ân'ın şehâdeti (şahitliği) vech (sebebi) ile kable'l-mevt (ölümden önce) îmân etmekle ve onun bu îmânının sıhhatine (sağlamlığına) zâhir-i Kur'ân'dan (Kuran’da yazılı olduğu gibi, aynen) muktebes (aktarılmış) olan delâil (deliller) burhân (kanıt) olmakla da'vâsında (iddiasında) musırran (ısrar ederek) fevt olan (ölen) Nemrûd'dan, ayrıldı.

Fir'avn'in sıhhat-i imânı (imanının sağlamlığı) hakkındaki tefsirâttan (yorumlardan) fâriğ olduktan (vazgeçtikten) sonra Hz. Şeyh'in    والامر فيه الى الله    buyurması işbu (özellikle bu) tefsîrâtın (yorumların) adem-i kat'iyyetine (kesin, kati olmadığına) delâlet (işaret) etmez. Belki Hz. Şeyh âdet-i seniyyeleri (yüce adetleri) vech (vesilesi) ile emri (işi), edeben (edep olarak) Hazret-i Hakk'a havâle buyururlar (bırakırlar).  Nitekim Fass-ı Âdemî’de (Adem bölümünde)    فهذا  التعريف  الحق  مما  اد ب  الحق  به  عباده الا د باء الأمناء الخلفاء    buyurmuşlardır. Hakîkatte Hakk'a râci' (ait) olmayan hiçbir emr (iş, husus) yoktur. Binâenaleyh (bundan dolayı)    والامر فيه الى الله    tevakkufa (tereddüte) değil, edeb-maallâha (Allah ile edebe) mahmûl (isnat edilmiş, dayandırılmış) olur.

Sâlisen (üçüncü olarak):  Mâdemki Kur'ân ve Hadîs'de Fir'avn'ın nârda (ateşte) muhalled (daimi) olacağı hakkında bir sarâhat (açıklık) yoktur ve Kur'ân'ın zâhirinden (dış yüzünden) anlaşılan ma'nâ dahi onun sıhhat-i îmânının (imanının sağlamlığının) cevâzıdır (caiz olduğudur) ve zâhir-i Kur'ân (Kuran’ın zahiri) bu tefsîrin (yorumun) hilâfına (zıddına) müsâid değildir; şu halde Fir'avn'ın adem-i sıhhat-ı îmânına (imanının sağlam olmadığına) hüküm (karar vermek) için istinâd edilecek (dayanılacak) hiçbir delîl yoktur. Binâenaleyh (bundan dolayı) bu husûs mahall-i tevakkuf (tereddüt edilecek yer) olamaz. Zîrâ (çünkü) tevakkuf (tereddüt), ancak delâîlin (delillerin) taâruzu (birbirine zıt olması) hâlinde olur. Mevlânâ Câmî Abdürrezzâk Kâşânî, Dâvûd-ı Kayserî ve Abdullah Bosnevî ve Abdülganî Nâblusî ve emsâl (benzeri) ekâbir (büyük) (k.A.e.) hazarâtı (zatlar) kendi şerhlerini (açıklamalarını) bu esâsât (esaslar) dâiresinde (sınırları içinde) yazmış olmalarıyla Hz. Şeyh'e iftirâ etmiş olamazlar. Zîrâ (çünkü) Bâlî Efendi hazretlerinin buyurdukları gibi kümmelîn-i muhakkıkînden (hakikate ermiş kamillerden) olan bu zevât-ı âliyenin (yüce zatların) Hz. Şeyh'in rûhâniyyetine (ruh haline) ittisâlleri (yakınlıkları) olmadığı kabûl edilemez. Ve Bâli Efendi hazretlerinin "Sahih (doğru, gerçek) değildir" dediği Davûd-ı Kayserî hazretlerinin bâlâda (yukarda) mezkûr (bahsedilen)    لَا كان ايمان فر عون في البحر.الخ    kavli (sözleri) Fütûhât-ı Mekkiyye'nin yüz doksan sekizinci bâbında (bölümünde) münderic (içinde yer almış) olan kavl-i Şeyh-i Ekber'in (büyük şeyhin sözlerinin) hülâsasıdır (özüdür). Binâenaleyh (bundan dolayı) Dâvüd-ı Kayserî hazretlerinin bu mütâlaası (düşünceleri) sahîh (doğru, gerçek) olmayınca Hz. Şeyh'in mütâlaası (düşünceleri) dahi sahîh (doğru) olmamak lâzım gelir. Bu ise aslâ vârid (olması mümkün) değildir.

Bâlî Efendi hazretleri ibâre-i Fusûs'ta (Fusûs’un cümlelerinden) her birisi imânı Fir'avn'ın (Firavun’un imanının) makbûliyyetine (kabul olunduğuna) ve sıhhatine (sağlamlığına) delîl-i kat'î (kesin delil) olmadığını kendi şerhinde (açıklamalarında) beş madde ile beyân ettiğinden (anlattığından) bu beş veche (şekle) burada cevâb i'tâsı da (verilmesi de) münâsib (uygun) görüldü:

Evvelen (ilk önce) : Hz. şeyh'in    وكانت منطقة با لنطق الالهي انه قرة عين لي  ولك لا تقتلوه عسى ان ينفعنا    kavli (sözleri) Hak Teâlâ'nın İbrâhim (a.s.)dan hikâyeten (hikâye ederek)    بَلْ فَعَلَ  كَبِيرُهُمْ    (Enbiyâ, 21/63) kavli (sözler) kabîlinden (türünden) olmak muhtemeldir. Bu sûrette Asiye'den sâdır olan (çıkan) bu kavl (söz) Mûsâ (a.s.) için yed-i Fir'avn'dan (Firavun’un eliyle) katilden (öldürülmekten) necât oldu. (kurtuldu) Mûsâ (a.s.) Fir'avn için imân sebebiyle ister kurret-i ayn (göz nuru) olsun ister olmasın müsâvîdir (eşittir).  Zîrâ (çünkü) Mûsâ'nın hayâtına sebeb oldu. İmânı sahîh (gerçek) olmadığı takdirde an-hikmetin (hikmetinden) bu kelâmın (sözlerin) sudûrundan (söylenmesinden) dolayı kizb (yalan olması) lâzım gelmez. Çünkü o, katilden necâttır (kurtulmaktır). Nitekim dediği gibi de vâkı' oldu (gerçekleşti). Maahâzâ (bununla beraber) Âsiye bu kavli (sözleri) teşevvuk-ı veledden (çocuk sevgisinden) katilde olan şeyden dolayı ancak murâd-ı Fir'avn (Firavun’un arzusu) üzere söyledi. Zîrâ (çünkü) sıbyân (çocuklar) ebeveynin (anne, babanın) kurret-i aynidir (göz nurudur). Şu halde Mûsâ (a.s.) zamân-ı sabâvetinde (çocukluk devresinde) Fir'avn'ın kurret-i ayni (göz nuru) oldu. Böyle olunca Âsiye    عَسَى أَن يَنفَعَنَا    (Kasas. 28/9) kavlinde (sözlerinde) sıhhat-ı îmâna (imanın sağlamlığına) ihtiyâc olmaksızın sâdık (doğru, gerçek) oldu.

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 29.04.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com