[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Cevâp: Bu beyânın
(açıklamanın) rûh-ı ma'nâsı
(manasının ruhu)
şudur ki: Cenâb-ı Âsiye Mûsâ'yı sevimli bir çocuk olarak
gördü. Fir'avn'ın katledeceğinden
(öldüreceğinden)
korktu. Kalb-i Fir'avn'da (Firavun’un kalbinde) çocuk muhabbeti
(sevgisi) olduğunu
bildiği için Fir'avn'ın arzûsuna muvâfik
(uygun) olarak: Bu
çocuk benim ve senin için kurret-i ayndır
(göz nurudur),
onu öldürmeyiniz; belki bize menfaati
(faydası) olur, dedi.
Ve Fir'avn çocuk sevdiği için Mûsâ (a.s.) zamân-ı
sabâvetinde (çocukluk
devresinde) Fir'avn'ın kurret-i aynı
(göz nuru) oldu ve
Âsiye'nin bu sözü ile katilden
(öldürülmekten)
kurtuldu. Şu halde Âsiye bu sözü, zevci
(kocası) olan
Fir'avn'ın Mûsâ’yı sevmek sûretiyle intifâ'ını
(faydalanmayı) kasd
(niyet) eylediği
için onu katilden
(öldürülmekten) kurtarmak mülâhazasıyla
(düşüncesiyle)
söyledi. Ve bu sözünde kâzib
(yalancı) olmadı. Demek ki bu söz, Âsiye'nin
ilminden ve dirâyet (zekâ)
ve fetânetinden
(anlayışından) mütevellid
(doğmuş) bir sözdür.
Ve bunu kalbinde merhameti olan her bir dirâyetli
(zeki, anlayışlı)
kadın zevc-i zâlime (zalim
kocasına) karşı söyleyebilir. Bu ise nutk-ı
ilâhî (ilahi konuşma)
ile nâtık olmak
(konuşmak) değildir. Belki mizâc-gîrâne
(hoşa gidecek tarzda)
bir sözdür. Diğer taraftan, sıbyân
(çocuklar) ebeveynin
(ana babanın)
kurret-i ayni (göz nuru)
olabilir ise de gerek Âsiye ve gerek Fir'avn
cenâb-ı Mûsâ'nın ebeveyni
(annesi ve babası) olmadığından bu i'tibâr
ile (bakımdan)
onların kurret-i ayni (göz
nuru) olamaz. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
Mûsâ'nın zamân-ı sabâvetinde
(çocukluk devresinde) Fir'avn'ın kurret-i
ayni (göz nuru)
olması vârid (olabilecek şey)
değildir. Zîrâ
(çünkü) Fir'avn gibi bir cebbâr
(zorba),
sevmek sûretiyle intifâ' etmek
(faydalanmak) için
Mûsâ'dan başka, kendisine istediğinden a'lâ
(daha yüksek) binlerce çocuk tedârik edebilir
(bulabilir) idi.
Fir'avn'ın Mûsâ'yı sevmesi ve okşaması aslâ kendisi
için nef’ (fayda, menfaat)
değildir. Böyle olunca cenâb-ı Mûsâ
(Musa a.s.) Hz.
şeyh-i Ekber'in (Hz. büyük
şeyhin) metn-i şerîfte
(mübarek yazısında)
وكان قرة عين لغرعون بالايماان
buyurduğu gibi Fir'avn'ın ancak îmân sebebiyle kurretü'l-ayni
(göz nuru) olur.
Demek ki Allah Teâlâ garkı indinde
(boğulması sırasında)
Fir'avn'a bir îmân i'tâ eyledi
(verdi) ki, bu imân
sebebiyle Mûsâ (a.s.), Fir'avn'ın
(Firavun’un) kurret-i
ayni (göz nuru)
oldu. Halbuki Fir'avn îmân etmekle gark olmaktan
(boğulmaktan) halâs
olamadı (kurtulamadı).
Şu halde,
îmânının semeresini
(meyvelerini) âlem-i şehâdette
(dünyada) göremedi.
Bu i'tibârla (bakımdan)
Mûsâ (a.s.) Fir'avn'ın kurret-i ayni
(göz nuru) olamaz
Binâenaleyh (bundan dolayı)
bu İmânın semeresini
(neticelerini) görmek âhirete kaldı. Ve âhirette [semeresi]
(neticesi) görülecek
îmân ise, makbûl (kabul
olunan) ve sahîh
(halis, kusursuz) olan îmândır. Ve işte Allah
Teâlâ'nın inde'l-gark
(boğulma esnasında) F'ir'avn'a i'tâ eylediği
(verdiği) bu
îmân-ı makbûl (kabul olunan
imanın) ve sahîh
(doğruluğu, kusursuzluğu) ile Mûsâ (a.s.)
Fir'avn’ın (Firavun’un)
kurretü’l-aynî
(göz nuru) olur. Ve bu sûrette
(şekilde) de cenâb-ı
Âsiye nutk-ı ilâhî (ilahi
konuşma (Hakk’ın konuşturması) ) ile nâtık
olmuş (konuşmuş)
olur. Çünkü Fir'avn'ın âkıbeti
(sonunun) böyle
olacağını bilmediği halde, onun için cenâb-ı Mûsâ'nın
kurretü'l ayni (göz nuru)
olacağını söyledi. Eğer Fir'avn bu îmânının
semeresini (meyvelerini)
dünyâda iktitâf edemediği
(toplayamadığı) gibi âhirette dahi göremeyecek idiyse Mûsâ
(a.s.) Fir'avn'ın hiç de kurretül-ayni
(göz nuru) olamaz;
bilakis onun sebeb-i belâsı
(belasının sebebi) olur. Çünkü mülk-i sûrîsi
(suret ülkesi)
onun yediyle (eliyle)
muzmahil (yok)
oldu ve hayât-ı sûrîsinin
(suretinin hayatı)
zevâliyle (sona
ermesiyle) de azâb-ı ebedîye
(sonsuz azaba)
giriftâr (tutulmuş)
olacaktır. Ve bu sûrette
(şekilde) de cenâb-ı Âsiye'nin kelâmı
(sözleri) haşv
(boş, faydasız olması)
lâzım gelir. Ve nutk-ı haşv
(faydasız, boş sözler söylemek)
ise nutk-ı ilâhi
(Hakk’ın sözleri) olamaz. Ve kezâ
(aynı şekilde) cenâb-ı
Âsiye'nin nef’i (faydası,
menfaati)
mazhar-i kemâl (kemalin
sureti) ve Fir'avn'ın nef’i
(faydası)
dahi ancak nâiliyyet-i îmân
(imana ulaşmak) olmuş
olur. Binâenaleyh (bundan
dolayı) ibâre-i Fusûs
(Fusus’ta geçen cümleler)
sûret-i kat'iyyede (kesin
surette) imânı-i Fir'avn'ın
(Firavun’un imanının)
sıhhatine (sağlamlığına)
delâlet (işaret)
eder.
Sâniyen (ikinci
olarak) :
Hz. Şeyh-i Ekber'in
لانه قبضه الله عند ايمانه
kavli (sözleri)
îmânın vücûdu (varlığı)
hakkında nasstır
(açık delildir).
Bu kelâm (sözler)
onun sıhhat-i îmânına
(imanının sağlamlığına),
ya'nî sübût-i imânın
(imanının gerçekliğinin)
cevâzından (caiz
olmasından) dolayı onun nef’ine
(faydasına)
ve vaktinde vâkı'
(olmuş) olmamasından dolayı adem-i nef’ine
(faydalı olmayacağına)
delâlet (işaret)
etmez. Zîrâ (çünkü)
imân minindillâh (Allah
tarafından) gelen şeyi tasdîktir.
(doğrulamaktır onaylamaktır)
Ve makbûliyyet
(kabul olmuşluk) dahi vakit hasebiyle
(dolayısıyle) kendisi
için lâzım olan tasdîk
(onaylama) mâhiyyetinden
(esasından)
hâriçtir.
Nitekim Hak Teâlâ buyurur
يَوْمَ يَأْتِي بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ لاَ يَنفَعُ نَفْساً
إِيمَانُهَا
(En’âm, 6/158)
Cevap: Cen’ab-ı Şeyh’in
لانه قبضه الله عند
ايما نه
kavli
فان الله نفعهما به عليه السلام
kavl-i kat'îsine (kesin
sözlerine) nazaran
(göre) Fir'avn'ın
(Firavun’un) sıhhat-i
imânına (imanının
sağlamlığına) delâlet
(işaret) eder. Çünkü
Fir'avn'ın imânı sahîh
(doğru, sağlam) olmadığı takdirde bâlâdaki
(yukarıdaki) cevâpta îzâh olunduğu
(anlatıldığı) üzere Mûsâ (a.s.)’ın ona aslâ /
nef’i (faydalı)
olmamış olur. Ve Fir'avn öyle bir günde îmân etti ki, o
gün
يَوْمَ يَأْتِي بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ لاَ يَنفَعُ نَفْساً
إِيمَانُهَا
(en’âm, 6/158) âyet-i kerîmesine mâ-sadak
(uygun) değildir.
Nitekim cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) âtîde
(aşağıda) gelecek
olan ibârât-ı kat'iyye (kati,
kesin cümleler) ile bu dakîkayı
(inceliği) izâh
buyurdukları (anlattıkları)
gibi Fütâhât-ı Mekkiyye'nin bâlâda
(yukarda) zikr olunan
(anlatılan) yüz
doksan sekizinci bâbında
(kısmında) tasrîh buyururlar
(açıkça belirtirler).
Sâlisen (üçüncü
olarak) : Cenâb-ı
Şeyh'in
وجعله آية على عنايته سبحانه و تعالى بمن يشاء
kavli (sözleri),
ihbârât-ı ilâhiyyede
(ilahi bildirilerde)
Hakk Sübhânehû'nun inâyetine
(lutfuna) birçok delîller
(kanıtlar) bulunduğu
için. Fir'avn'ın sıhhat-i îmânına
(imanının sağlamlığına)
delîl (kanıt)
değildir. Binâenaleyh (bundan
dolayı) sıhhat-i îmânının
(iman
sağlamlığının),
dilediği kimseye Hakk'ın inâyetine
(ihsanına) delîl
(kanıt) olmasına
ihtiyâç yoktur.
Cevap: Bu ibârenin
(cümlenin) mâ-kabli
(öncesi) ve mâ-ba'di
(sonrası) mütâlaa
(düşünerek tetkik)
ve muhâkeme olunursa hey'et-i mecmûasından
(bütün hepsinden) Hz.
Şeyh'in Fir'avn'ın
(Firavun’un) sıhhat-i imânını
(imanının sağlamlığını)
sûret-i kat'iyyede (kesin
şekilde) murâd ettikleri anlaşılır. Gerçi
(her ne kadar) Hak
Tealâ'nın inâyetine (lütfuna)
delîller
(kanıtlar) pek çok ise de, da’vâ-yı ulûhiyyet
(uluhiyet iddiasında
bulunmak) gibi bir şenâate
(kötülüğe) mûcâseret
(cesaret) eden
Fir'avn gibi bir cebbâra
(zorbaya) âhir vaktinde
(son zamanında)
Hakk'ın îmân-ı sahîh (sağlam,
halis iman) ve makbûl
(geçerli iman) nasîb
etmesi, Hakk'ın inâyetine (lütfuna)
bir âyet-i azîmedir.
(büyük delildir, işarettir)
Zîrâ (çünkü)
Hakk'ın bu gibi mezâhiri
(şereflendirmeleri)
nâdiren (seyrek olarak)
zâhirdir (görülür).
Râbian (dördüncü
olarak) :
Hz: Şeyh'in
فلو كان ممن ييأس من رحمة الله ما بادر الى الايمان
kavline (sözlerine)
gelince ihtimâldir ki, Fir'avn
(Firavun) Allah'ın
rahmetinden me'yûs olmadığı,
(ümidini kesmediği) velâkin
(fakat) rahmet-i
ilâhiyyeyi (Allah’ın
rahmetini) recâ eylediği
(umduğu, arzuladığı)
halde imâna mübâderet etmiştir
(girişmiştir).
Halbuki recâ
(ümit etme, umma),,
rahmet vaktinde vâkı'
(olmuş) olmadığı için
kâfir olarak kalmıştır. Nitekim güneş mağribden
(batıdan) tulû'
ettiği (doğduğu)
vakitte nâsın (insanların)
kâffesi (hepsi)
îmân ederler. Bu îmân ise ancak recâdan
(ümit etmekten, istemekten)
neş'et eder (ileri
gelir).
Zîrâ (çünkü)
onlar me’yûs (ümitsiz)
değillerdir ve îmâna mûbâderet ederler
(girişirler).
Lâkin
(ancak) recâları
(istekleri)
ve îmânları vaktinde vâkı' olmadığı
(gerçekleşmediği)
için hepsi' kâfirdirler. İmdi
(şu halde) ihbârât-ı
ilâhiyyede (ilahi haberlerde)
va'd ve vaid
(mükafat ve ceza hakkında) gelen şeylerin
inkişâfından (açılmasından)
dolayı îmân-ı Fir'avn
(Firavun’un imanı)
ihtiyârdan (kendi seçiminin)
hâriç (dışında) ve zarûrî (zorunlu)
olarak vâkı' oldu
(gerçekleşti).
Devam edecek |