[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Cevâp: Kâfirin îmânı birkaç vech iledir
(şekildedir) :
1. İntikâle (öleceğini)
müteyakkın değil
(kesin olarak bilmez) iken lüzûm-ı imânı
(imanın gerekliliğini)
aklen (akıl yoluyla)
idrâk ile îmân eder. Bunun îmânı bi'l-ittifâk
(görüş birliğiyle)
sahîh (halis, doğru)
ve makbûldür. Ve Hz. Şeyh (r.a.) indinde
(görüşünde)
Fir'avn'ın (Firavun’un)
îmânı bu kısımdandır. Nitekim / bu fassın
(konunun)
nihâyetlerine (sonlarına)
doğru îzâh
(anlatılır) ve tafsîl buyurulur
(geniş olarak açıklanır).
2. Rü'yet-i azâb (azab görme)
vaktinde intikâle
(ahirete göçeceğini) ve helâke
(öleceğini)
müteyakkın olduğu (kesin
bildiği) halde îmân eder. Bu îmânın sâhibi
dünyâda ve âhirette bu îmânla müntefi'
(faydalanmış) olur;
kavm-i Yûnus (Yunus’un kavmi)
gibi.
3. Rü’yet-i azâb (azab görme)
vaktinde intikâl (ahirete
göçeceğini) ve helâke
(öleceğini)
müteyakkın olduğu (kesin
bildiği) halde îmân eder. Bu îmân makbûl
olduğu halde azâb-ı dünyâyı
(dünya azabını) ref' etmez
(kaldırmaz).
Fakat âhirette
(öbür dünyada) onunla müntefi' olur
(faydalanır).
Zîrâ (çünkü)
onun îmânı gargara
(boğulma anı) ve
ihtizârdan (can çekişme
halinden) evvel ve hayât-ı dünyâda
(dünya yaşamında)
vâkı'dir (olmuştur).
4. Kâfir ihtizârı vaktinde
(can çekişme sırasında) imân eder. Bunda
ihtilâf (anlaşmazlık)
vardır: Bir tâife (grup)
indinde
(görüşlerinde) onun imânı makbüldür: Bu
tâifenin (grubun)
delîli (kanıtı),
(S.a.v.) Efendimiz'in
ويحش على ما عليه مات كما انه يقبض على ما عليه كان
hadîs-i şerîfidir: Bu kâfir intikâle
(öleceğini)
müteyakkın olup (kesin blip)
ahvâl-i âhireti (ahiretin
durumunu) ve melâikeyi
(melekleri) müşâhede
(görmesi) üzerine
imân-ı kavli ile (sözle iman
ederek) ahz
(alındı) ve kabz olundu
(ruhunu teslim etti)
ve âhir (son)
nefesi îmânla ve kelime-i Hak
(Hak’kın sözleri) ile
hatm oldu (bitti).
Nitekim, hadîs-i şerîfte buyrulur:
من كان آخر كلمته لا اله الا الله دخل الجنة
Bir tâifeye (gruba)
göre de bu kâfirin imânı makbûl değildir.
Bunların delîli (kanıtı)
Hak Teâlâ'nın
يَوْمَ يَأْتِي بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ لاَ يَنفَعُ نَفْساً
إِيمَانُهَا لَمْ تَكُنْ آمَنَتْ مِن قَبْلُ أَوْ كَسَبَتْ
فِي إِيمَانِهَا خَيْراً
(En'âm, 6/158) kavl-i şerîfidir
(mübarek sözleridir).
Nitekim, Bâli Efendi hazretleri ikinci
mütâlaasında (fikrinde)
bu âyet-i kerîme ile ihticâc buyurmuştur
(delil göstermiştir).
Halbuki bu âyet vaîddir
(korkutma, yıldırma ayetidir)
ve vaîdden
tecâvüz (geçmek (vaidin
aleyhinde hareket etmek) ) ise mev'ûddur
(vadedilmiştir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) bu âyet hâl-i ihtizârda
(can çekişme halinde)
kelime-i îmânı (iman
kelimesini) bi't-telaffuz
(söyleyerek) hatmolan
(tamamlayan)
kimsenin bu îmân ile intifâ' edemeyeceğine
(faydalanamayacağına)
nass (açık, kesin delil)
değildir.
Hâmisen: Hz. şeyh'in
عاين المؤمنين يمشون في الطريق وقرينة الحال تعطي انه ما
كان على يقين بالانتقال لانه
kavline (sözlerine)
gelince, onun îmânı bu sâatte helâkten
(ölmekten) necât
olmak (kurtulmak)
ve kendi nefsinde da’vâ-yı rubûbiyyeti
(rububiyet iddiasını)
necâttan (kurtuluştan)
sonraya saklamak [olduğundan] ve Allah Teâlâ
/ onun bu hâlini bildiğinden, imanını kabûl etmemek
câizdir (olabilir, uygundur).
Bunun sebebi muhakkak Fir'avn, sehare
(sihirbazlar) îmân
ettikleri vakit helâkten
(ölümden) necât bulduklarını
(kurtulduklarını)
gördüğü cihetle (dolayısıyla),
mücerred
(yalnız) ikrâr-bi'l-lisânın
(dil ile kabul ve tasdik
ederek) helâkten
(ölümden) necâta
(kurtulmaya) sebeb olacağını zannetti. Ve
kendisi için dünyâda ve âhirette nef’i
(faydası) olmayan bir
şey işledi.
Cevap: Fir'avn
(Firavun) Mûsâ (a.s.)’ın birçok mu'cizâtını
(mucizelerini)
görmüş olduğu gibi, muahharan
(sonradan, bilahare)
dahi deryânın (denizin)
açılıp Benî İsrâîl'in
(israil oğullarının)
mürûru (geçmesi)
gibi bir hârika-i azîmeyi
(büyük mücizeyi) müşâhede etmiş
(görmüş) idi. Bu
kadar havârıkı (harikaları) müşâhede eden (gören)
bir kimsenin mücerred
(sadece) ikrâr-bi'l-lisân
ile (dil ile tasdik edip
söylemesi) helâkten
(mahv olmaktan, ölmekten)
kurtulacağı zannına düşmesi hamâkatin
(ahmaklığın) son derecesi olur. Halbuki yıllarca, hem de da'vâ-yı
ulûhiyyetle (uluhiyet
iddiasıyla) berâber, koca bir milleti idâre
etmek büyük bir dirâyet (zaka,
bilgi, kavrayış) ve zekâvete
(zekiliğe, anlayışa)
mütevakkıftır (bağlıdır).
Husûsiyle
(bilhassa) Hz. Şeyh-i
Ekber'in (büyük şeyhin)
âtide (aşağıda)
gelecek olan
واما حكمة سؤال فرعون عن المَاهية الالهيت فلم يكن عن
جهل
kavli (sözleri)
السؤال نصف العلم
fehvâsınca (uyarınca, sözü
gereğince) onun zekâvet
(zekiliğine, anlayışına)
ve fetânetine (zihin
açıklığı, çabuk kavrayışına) delâlet
(işaret) eder.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
Fir'avn'ın
(Firavun’un) kanâat-i kalbiyyesi
(kalbinin kanaati)
olmaksızın mücerred (sadece)
ikrâr-bi'l-lisân ile
(dil ile söyleyerek tasdikle)
kurtulacağını zannederek kelime-i şehâdeti
telaffûz etmesi (söylemesi)
ihtimâli
(olasılığı) aklen
(akla göre) vârid
(olması mümkün) değildir:
İmdi (buna göre)
Fir'avn'ın îmânının ihlâs
(halisliği) ve sıhhati
(doğruluğu)
hakkındaki delâil (kanıtlar)
sâbit (mevcut)
olmakla berâber, kendisinin azâb-ı âhirete
(ahiret azabına)
giriftâr olması (tutulması)
lâzım gelir. Zîrâ
(çünkü) üzerinde bu kadar hukûk-ı ibâd
(kulların hakkı)
vardır. Onun için Kur'ân-ı Kerîm'de mûmâ-ileyh
(adı geçen)
hakkında
يَقْدُمُ قَوْمَهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَأَوْرَدَهُمُ
النَّارَ وَبِئْسَ الْوِرْدُالْمَوْرُودُ {98}
وَأُتْبِعُواْ فِي هَـذِهِ لَعْنَةً وَيَوْمَ الْقِيَامَةِ
بِئْسَالرِّفْدُ الْمَرْفُودُ
(Hûd: 11/98-99) vaîdi
(kulların yaptıkları kötülüklere karşı Allah’ın
cezalandıracağına dair verdiği söz, yemin)
vârid olmuştur (gelmiştir).
Bu gibi vaîd
(yıldırma, korkutma)
ve ta'zîb (eziyet
etme) sıhhat-i îmânlarıyla
(imanlarının sağlamlığı ile)
berâber, sâir
(diğer) feseka-i mü'minin
(günah işleyen müminler)
için dahi sâbittir
(belirlenmiştir, vardır). Eğer denecek
olursa, Fir'avn katl-i etfâl
(çocukları öldürmek) gibi mezâlimi
(haksızlıkları)
zamânı kûfründe (imansızlığı
zamanında) yapmış idi ve sâika-i cehâletle
(cahilliği sebebiyle)
icrâ etmiş (yapmış)
olduğu bu mezâlimden
(haksızlıklardan)
ba'de'l-islâm (İslam’ı
kabulunden sonra) mes'ûl
(sorumlu) olmamak
lâzım gelir? Buna cevap verilir ki, zulmün
(haksızlığın) fenâ ve
adlin (adaletin)
iyi şey olduğunu akıl idrâk eder. Ve Fir'avn
(Firavun) dirâyet
(zekasıyla, anlayışıyla)
ve fetânetiyle (zihninin
açıklığı, çabuk kavrayışıyla) kavmi arasında
mümtâz (üstün tutulmuş,
seçkin) idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı) akıl
gibi bir ni'met-i ilâhiyyeyi
(ilahi nimeti) hüsn-i isti'mâl etmeyip
(iyi kullanmayıp)
icrâ-yı zulm ettiğinden
(haksızlık ettiğinden) dolayı elbette
mes'ûldür (sorumludur). Husûsiyle
(bilhassa) Mûsâ
(a.s.) kendisini, dîne da’vet/ ettiği halde hîn-i
garkına (boğulma anına kadar)
icâbet (kabul)
etmeyip, bu da’vet esnâsında nice mezâlim
(eziyetler, haksızlıklar)
îkâ’ etti (yaptı).
Muhakkak bu mezâlimden
(haksızlıklardan)
mes’ûl (sorumlu) olmak îcâb eder (gerekir).
Devam edecek |