Füsûs-ül Hikem

322. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

Vaktâki Allah Teâlâ Mûsâ’yı Fir’avn’dan ismet etti, cenâb-ı Mûsâ’nın vâlidesinin fuâdı, kendisine isâbet etmiş olduğu hemmden fâriğ olduğu halde sabahladı. Ba’dehû Allah Teâlâ ona süt-nineleri harâm etti, tâ ki anasının memesini ikbâl eyleye. Binâenaleyh onun sürûrunu bununla tekmîl için  onu vâlidesi irzâ’ eyledi. İşte ilm-i şerâyi’ dahi böyledir. Nitekim Hak Teâlâ buyurur: “Biz sizden her biriniz için şir’a, ya’nî  bir tarîk ve bir minhâc ittihâz eyledik” (Mâide, 5/48): ya’nî “O tarîktan geldi” demek olur. Böyle olunca bu kavl, kendisinden gelen asla işâret oldu. Binâenaleyh o, onun gıdâsıdır. Nitekim, bir ağacın fer’i ancak kendi aslından müteğaddî olur. Şu halde bir şerîatte harâm olan şey diğer şeraîtte helâl oldu; ya’nî sûrette helâl olur, sözümü murât ettim. Halbuki o şey nefs-i emrde geçen şeyin ayni değildir. Zîrâ o halk-ı cedîddir ve tekrâr yoktur. İşte bunun için biz sana tenbîh ettik (8).

/Ya’nî Allah Teâlâ, Mûsâ (a.s.)ı katl-i Fir’avn’dan (Firavun’un öldürmesinden) hıfz eylediği (koruduğu) vakit, katledeceği (öldüreceği) havfiyle (korkusuyla) vâlidesinin mağmûm olan (kederlenen) kalbi, oğlunun katlinden (öldürülmekten) necâtını (kurtulduğunu) haber alınca, gamdan (üzüntüden) fâriğ (rahatlamış) olduğu halde sabahladı. Vâlide-i Mûsâ (Musa’nın annesi) (a.s.), oğlunun katlden (öldürülmekten) halâsını (kurtulduğunu) haber almakla sevindikten sonra, Allah Teâlâ onun sevincini tekmîl (tamamlamak) için oğlunu kendisine emzirdi. Zîrâ (çünkü) Fir’avn birçok süt-nineler celb ettirdiği (çağırttırdığı) halde Mûsâ (a.s.) hiçbirinin memesini emmedi. Allah Teâlâ kendi anasının memesini ikbâl etmesi (istemesi) için, ona başka kadınların memelerini harâm etti. Vaktâki (ne vakit ki) celb edilen (çağrılan) süt-nineler arasında vâlidesi de gelmiş idi. Onun memesini emmeye başladı. Vâlidesi onu emzirmekle ikinci def’a mesrûr (sevinmiş) oldu.

İşte enbiyânın (nebilerin (peygamberlerin) ) getirdikleri şeraîtlerin ilmi de Mûsâ (a.s.)a süt-ninelerin memeleri harâm kılınmış olmasına benzer. Zîrâ (çünkü) her bir peygambere ilm-i risâletten (resulluk ilminden) verilen şey, ancak ümmetlerin isti’dâdına göredir. Ondan ne ziyâde (fazla) ne de noksandır. Binâenaleyh (bundan dolayı) her bir nebîye (peygambere) bir şerîat-ı hâssa (kendine özel bir şeriat) verilmiştir. Mûsâ (a.s.) ancak kendi vâlidesinin memesini aldığı ve o memeden emdiği süt ile gıdâlandığı gibi, her nebînin (peygamberin) ümmeti dahi, kendisinin vâlide-i rûhu (annesinin ruhu) mesâbesinde (derecesinde) bulunan tâbi' (uyduğu, bağlı) olduğu nebînin (peygamberin) pistân-ı şerîatini (şeriat memesini) alır ve bu şerîat memesinden ahz eylediği (aldığı) ilim sâyesinde rûhunu gıdâlandırır. Ve ona sâir (diğer) enbiyânın (nebilerin) sedâyâ-yı şerîati (şeriat memeleri) harâm olur. Nitekim Hak Teâlâ enbiyâya (nebilere) hitâben (seslenerek) Kur'an'da:    لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنكُمْ شِرْعَةً  وَمِنْهَاجاً    (Mâide, 5/48) ya'nî "Biz sizden herbiriniz için bir şir'a, / ya'nî tarîk (yol) ve minhâc (açık, geniş yol) vaz' eyledik" (koyduk) buyurur. Ve    وَمِنْهَاجاً    kelimesi, lisân-ı işâretle (işaret diliyle)    مِنْهَا    ile hemzesi (hemze elif) mahzûf (silinmiş, kaldırılmış)    جاً    kelimelerinden mürekkeb (bileşik) olan bir ibâreye (cümleye) müşâbihdir (benzer). Ve "Ondan geldi" demek olur. Ve "minhâ"daki zamîr "şir'a"; ve "tarîk" da geldiği asla (öze, köke) işârettir. Ve o asıl (öz, kök) dahi herbir nebînin (peygamberin) Rabb-i hâssı (has rabbi (kendi güçlü ismi) olan ism-i ilâhîdir; (ilahi isimdir (uluhiyet mertebesindeki isimdir) ) ve o nebînin gıdâsı bu asıldır (özdür). Zîrâ (çünkü) hakîkat-i vâhide (tek hakikat) olan zât-ı Hak'tan (Hak’kın zatından) nebeân eden (kaynayan, fışkıran) leben-i ulûmu, (ilimlerin sütünü) ancak kendisinin Rabb-i hâssı (asıl ismi) olan ism-i ilâhîden (ilahi isimden (uluhiyet mertebesinden)) ahz eder (alır). Nitekim bir ağacın dalları ancak kendisinin aslı olan kökünden müteğaddî olur (beslenir).

İmdi (buna göre) her bir nebînin ümmeti ilm-i şerîat (şeriat ilminin) sütünü kendi aslı (özü, kökü) olan nebiyy-i metbû'undan (bağlı olduğu nebiden) ahz ettiği (aldığı) cihetle (için), bir nebînin (peygamberin) şerîatinde harâm olan şey diğerinin Şerîatinde helâl olur. Ve bu helâl ve harâm olmak mes'elesi, o şeyin ancak süretine (görünüşüne) taalluk eder (bağıntılı olur).  Yoksa bir zamanda harâm ve diğer zamanda helâl olan şey, nefs-i emrde (aslında) ve hakîkatte yekdîğerinin (biri diğerinin) aynı değildir. Zîrâ (çünkü) vücûd-ı izâfînin (gölge göreceli, varlığın) emri (işleri) "halk-ı cedîd" (sürekli, her an aralıksız olarak yeni yaratmalar) üzerine müsteniddir (dayanmaktadır) ve geçen şey tekrar geri gelmez. Meselâ "şarab" bizim şerîatimizde harâm ve şerîat-i mûseviyyede (Musevilerin şeriatinde) mubâhdır (günah değildir). Ve Mûsâ (a.s.) zamânındaki şaraplar ile zamânımızdaki şaraplar sûrette (şekil olarak görünüşte) ve sekir (sarhoşluk) vermekte yekdîğerinin (biri diğerinin) aynı gibi görünürler; velâkin (ama) hakîkatte yekdiğerinin (biri diğerinin) aynı değil, belki müşâbihidirler (benzeridirler). Zîrâ (çünkü) bu gördüğümüz suver-i eşyâ (eşya suretleri) her ân-ı gayr-i münkasimde (kesiksiz aralıksız anlarda) tecellî-i ilâhî (ilahi tecelliler) ile teceddüd eder (yenilenir, tazelenir). Çünkü âlemin (evrenin) vücûd-i müstakılli (bağımsız bir vücudu, varlığı) olmayıp kendi nefsi ile ma'dûm (yok durumunda) ve Hakk'ın vücûdu (varlığı) ile mevcûd olur. Ve Hak dâimâ ve ebeden (sonsuza dek) tecellî edegelir. Birinci tecellî asla (öze) rücû' edince (geri dönünce), âlem (evren) ihtivâ eylediği (içine aldığı, kapladığı) bilcümle (bütün) suver (suretler) ile berâber ma'dûm (yok) olur; ve ikinci tecellînin sür'atle (hızla) mûteâkıben (hemen arkasından) zuhûrunda (meydana çıkmasında) mevcûd olur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:    بَلْ هُمْ فِي لَبْسٍ مِّنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ    (Kâf, 50/15). Ve bu "halk-ı cedîd"den (sürekli olarak aralıksız anlarda yeni yaratmalardan) şübhede olanlar, eşyâ-yı âlemden (evrendeki şeylerden) herhangi birine nazar-ı mütemâdî (bakışlarını aralıksız) atf etseler (yöneltseler) o eşyâyı sâbit (hareketsiz) görürler. Zîrâ (çünkü) birinci tecellî (belirme, görünme), ikinci tecellîyi (görüntüyü) o kadar sür'atle ta'kîb eder ki, ikisinin arasını tefrik etmek (ayırt edebilmek) mümkün olmaz. Birinin hayâli (görüntüsü) zâil olmadan (geçmeden) onun müşâbihi (benzeri) olan diğer tecellî (görüntü) gelir. Binâenaleyh (bundan dolayı) giden tecellî (görüntü), gelen tecellînin (görüntünün) aynı değildir; ve tecellîde aslâ tekrar yoktur. Ve bu "halk-ı cedîd (yeni yaratma)" mes'elesinin, ya'nî ân-ı gayr-i münkasimde (kesintisiz anlarda)/ icâd (yeni yaratma) ve i'dâm (yok etme) keyfiyyetinin, (hususunun) vesâit-i fenniyye (teknik araçlar) ile müşâhedesi (görülmesi) mümkün değildir. Zîrâ (çünkü) ân-ı gayr-i münkasimin (kesintisiz anların) idrâki (anlaşılması) ehl-i hicâb (perdeli kişiler) olan erbâb-ı fen (fen adamları) için gayr-i kâbildir (imkansızdır).  Maahâzâ (bununla beraber) ensice-i beden-i hayvânîdeki (hayvanların beden dokularındaki) tahallülât (ayrışmalar) ve terkîbât-ı kimyeviyyenin (kimyevi bileşiklerin) birbirine mütekâbilen (karşıt, karşılıklı olarak) her an vâkı' olduğu (gerçekleştiği) tedkîkat-i fenniyye (teknik incelemeler) ile bir dereceye kadar mahsûs olur (anlaşılır). Ve ıstılâh-ı ehl-i hakîkatte (hakikat ehlileri tanımlamalarında) buna "teceddüd-i emsâl" (benzerinin anda yeniden yaratılması) derler. Teceddüd-i emsâl hakkındaki izâhât (geniş açıklama) Fası-ı Şuaybî (Şuayb bölümü) ile Fass-ı Süleymanî'de (Süleyman bölümünde) mürûr etti (geçti).

İşte bir şeriatte harâm olan şeyin diğer şerîatte sûret (görünüş) i'tibâriyle (dolayısıyla) helâl olduğunu îzâhan (anlatarak) cenâb-ı Şeyh (r.a.)    فلذا  نبهناك    buyurur ki, bu hıll (helal olma) ve hurmet (haram olma) mes'elesinin sûrette (görünüşte, şekilde) vâkı’ (olmuş) olduğunu biz sana    في  الصورة    kâvlimiz (sözlerimiz) ile tenbîh eyledik (uyardık, hatırlattık) demek olur.

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 20.05.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com