[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Vaktâki Allah Teâlâ Mûsâ’yı Fir’avn’dan ismet etti,
cenâb-ı Mûsâ’nın vâlidesinin fuâdı, kendisine isâbet
etmiş olduğu hemmden fâriğ olduğu halde sabahladı.
Ba’dehû Allah Teâlâ ona süt-nineleri harâm etti, tâ ki
anasının memesini ikbâl eyleye. Binâenaleyh onun
sürûrunu bununla tekmîl için onu vâlidesi irzâ’ eyledi.
İşte ilm-i şerâyi’ dahi böyledir. Nitekim Hak Teâlâ
buyurur: “Biz sizden her biriniz için şir’a, ya’nî bir
tarîk ve bir minhâc ittihâz eyledik” (Mâide, 5/48):
ya’nî “O tarîktan geldi” demek olur. Böyle olunca bu
kavl, kendisinden gelen asla işâret oldu. Binâenaleyh o,
onun gıdâsıdır. Nitekim, bir ağacın fer’i ancak kendi
aslından müteğaddî olur. Şu halde bir şerîatte harâm
olan şey diğer şeraîtte helâl oldu; ya’nî sûrette helâl
olur, sözümü murât ettim. Halbuki o şey nefs-i emrde
geçen şeyin ayni değildir. Zîrâ o halk-ı cedîddir ve
tekrâr yoktur. İşte bunun için biz sana tenbîh ettik
(8).
/Ya’nî Allah Teâlâ, Mûsâ (a.s.)ı katl-i Fir’avn’dan
(Firavun’un öldürmesinden)
hıfz eylediği
(koruduğu) vakit, katledeceği
(öldüreceği)
havfiyle
(korkusuyla) vâlidesinin mağmûm olan
(kederlenen) kalbi,
oğlunun katlinden (öldürülmekten) necâtını
(kurtulduğunu) haber alınca, gamdan
(üzüntüden) fâriğ
(rahatlamış) olduğu
halde sabahladı. Vâlide-i Mûsâ
(Musa’nın annesi)
(a.s.), oğlunun katlden
(öldürülmekten) halâsını
(kurtulduğunu) haber
almakla sevindikten sonra, Allah Teâlâ onun sevincini
tekmîl (tamamlamak)
için oğlunu kendisine emzirdi. Zîrâ
(çünkü) Fir’avn
birçok süt-nineler celb ettirdiği
(çağırttırdığı) halde
Mûsâ (a.s.) hiçbirinin memesini emmedi. Allah Teâlâ
kendi anasının memesini ikbâl etmesi
(istemesi) için, ona
başka kadınların memelerini harâm etti. Vaktâki
(ne vakit ki) celb
edilen (çağrılan)
süt-nineler arasında vâlidesi de gelmiş idi. Onun
memesini emmeye başladı. Vâlidesi onu emzirmekle ikinci
def’a mesrûr (sevinmiş)
oldu.
İşte enbiyânın (nebilerin
(peygamberlerin) ) getirdikleri şeraîtlerin
ilmi de Mûsâ (a.s.)a süt-ninelerin memeleri harâm
kılınmış olmasına benzer. Zîrâ
(çünkü) her bir
peygambere ilm-i risâletten (resulluk
ilminden) verilen şey, ancak ümmetlerin
isti’dâdına göredir. Ondan ne ziyâde
(fazla) ne de
noksandır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) her bir nebîye
(peygambere) bir
şerîat-ı hâssa (kendine özel
bir şeriat) verilmiştir. Mûsâ (a.s.) ancak
kendi vâlidesinin memesini aldığı ve o memeden emdiği
süt ile gıdâlandığı gibi, her nebînin
(peygamberin) ümmeti
dahi, kendisinin vâlide-i rûhu
(annesinin ruhu)
mesâbesinde (derecesinde)
bulunan tâbi'
(uyduğu, bağlı) olduğu nebînin
(peygamberin) pistân-ı
şerîatini (şeriat memesini)
alır ve bu şerîat memesinden ahz eylediği
(aldığı) ilim
sâyesinde rûhunu gıdâlandırır. Ve ona sâir
(diğer) enbiyânın
(nebilerin) sedâyâ-yı
şerîati (şeriat memeleri)
harâm olur. Nitekim Hak Teâlâ enbiyâya
(nebilere) hitâben
(seslenerek)
Kur'an'da:
لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجاً
(Mâide, 5/48) ya'nî "Biz sizden herbiriniz için bir
şir'a, / ya'nî tarîk (yol)
ve minhâc (açık,
geniş yol) vaz' eyledik"
(koyduk) buyurur.
Ve
وَمِنْهَاجاً
kelimesi, lisân-ı işâretle
(işaret diliyle)
مِنْهَا
ile hemzesi (hemze elif)
mahzûf (silinmiş,
kaldırılmış)
جاً
kelimelerinden mürekkeb
(bileşik) olan bir ibâreye
(cümleye) müşâbihdir
(benzer).
Ve "Ondan geldi" demek olur. Ve "minhâ"daki
zamîr "şir'a"; ve "tarîk" da geldiği asla
(öze, köke)
işârettir. Ve o asıl (öz,
kök) dahi herbir nebînin
(peygamberin) Rabb-i
hâssı (has rabbi (kendi güçlü
ismi) olan ism-i ilâhîdir;
(ilahi isimdir (uluhiyet
mertebesindeki isimdir) ) ve o nebînin gıdâsı
bu asıldır (özdür).
Zîrâ (çünkü)
hakîkat-i vâhide
(tek hakikat) olan zât-ı Hak'tan
(Hak’kın zatından)
nebeân eden (kaynayan,
fışkıran) leben-i ulûmu,
(ilimlerin sütünü)
ancak kendisinin Rabb-i hâssı
(asıl ismi) olan ism-i
ilâhîden (ilahi isimden
(uluhiyet mertebesinden)) ahz eder
(alır).
Nitekim bir ağacın dalları ancak kendisinin
aslı olan kökünden müteğaddî olur
(beslenir).
İmdi (buna göre)
her bir nebînin ümmeti ilm-i şerîat
(şeriat ilminin)
sütünü kendi aslı (özü, kökü)
olan nebiyy-i metbû'undan
(bağlı olduğu nebiden)
ahz ettiği (aldığı)
cihetle (için),
bir nebînin
(peygamberin) şerîatinde harâm olan şey
diğerinin Şerîatinde helâl olur. Ve bu helâl ve harâm
olmak mes'elesi, o şeyin ancak süretine
(görünüşüne) taalluk
eder (bağıntılı olur).
Yoksa bir
zamanda harâm ve diğer zamanda helâl olan şey, nefs-i
emrde (aslında) ve
hakîkatte yekdîğerinin (biri
diğerinin) aynı değildir. Zîrâ
(çünkü) vücûd-ı
izâfînin (gölge göreceli,
varlığın) emri
(işleri) "halk-ı cedîd"
(sürekli, her an aralıksız
olarak yeni yaratmalar) üzerine müsteniddir
(dayanmaktadır) ve
geçen şey tekrar geri gelmez. Meselâ "şarab" bizim
şerîatimizde harâm ve şerîat-i mûseviyyede
(Musevilerin şeriatinde)
mubâhdır (günah değildir).
Ve Mûsâ (a.s.) zamânındaki şaraplar ile
zamânımızdaki şaraplar sûrette
(şekil olarak görünüşte)
ve sekir (sarhoşluk)
vermekte yekdîğerinin
(biri diğerinin) aynı
gibi görünürler; velâkin
(ama) hakîkatte yekdiğerinin
(biri diğerinin) aynı
değil, belki müşâbihidirler
(benzeridirler).
Zîrâ (çünkü)
bu gördüğümüz suver-i eşyâ
(eşya suretleri) her
ân-ı gayr-i münkasimde
(kesiksiz aralıksız anlarda) tecellî-i ilâhî
(ilahi tecelliler)
ile teceddüd eder
(yenilenir, tazelenir).
Çünkü âlemin
(evrenin) vücûd-i müstakılli
(bağımsız bir vücudu, varlığı)
olmayıp kendi nefsi ile ma'dûm
(yok durumunda) ve
Hakk'ın vücûdu (varlığı)
ile mevcûd olur. Ve Hak dâimâ ve ebeden
(sonsuza dek) tecellî
edegelir. Birinci tecellî asla
(öze) rücû' edince
(geri dönünce),
âlem (evren)
ihtivâ eylediği (içine aldığı, kapladığı) bilcümle
(bütün) suver
(suretler) ile berâber ma'dûm
(yok) olur; ve ikinci
tecellînin sür'atle (hızla)
mûteâkıben (hemen
arkasından) zuhûrunda
(meydana çıkmasında)
mevcûd olur. Nitekim Hak Teâlâ buyurur:
بَلْ هُمْ فِي لَبْسٍ مِّنْ خَلْقٍ جَدِيدٍ
(Kâf, 50/15). Ve bu "halk-ı cedîd"den
(sürekli olarak aralıksız
anlarda yeni yaratmalardan) şübhede olanlar,
eşyâ-yı âlemden (evrendeki
şeylerden) herhangi birine nazar-ı mütemâdî
(bakışlarını aralıksız)
atf etseler
(yöneltseler) o eşyâyı sâbit
(hareketsiz)
görürler. Zîrâ (çünkü)
birinci tecellî (belirme,
görünme),
ikinci tecellîyi
(görüntüyü) o kadar sür'atle ta'kîb eder ki,
ikisinin arasını tefrik etmek
(ayırt edebilmek)
mümkün olmaz. Birinin hayâli
(görüntüsü) zâil olmadan
(geçmeden) onun
müşâbihi (benzeri)
olan diğer tecellî
(görüntü) gelir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) giden
tecellî (görüntü),
gelen tecellînin
(görüntünün) aynı değildir; ve tecellîde aslâ
tekrar yoktur. Ve bu "halk-ı cedîd
(yeni yaratma)"
mes'elesinin, ya'nî ân-ı gayr-i münkasimde
(kesintisiz anlarda)/
icâd (yeni yaratma)
ve i'dâm (yok etme)
keyfiyyetinin,
(hususunun) vesâit-i fenniyye
(teknik araçlar) ile
müşâhedesi (görülmesi)
mümkün değildir. Zîrâ
(çünkü) ân-ı gayr-i münkasimin
(kesintisiz anların) idrâki
(anlaşılması) ehl-i hicâb
(perdeli kişiler)
olan erbâb-ı fen (fen
adamları) için gayr-i kâbildir
(imkansızdır).
Maahâzâ
(bununla beraber)
ensice-i beden-i hayvânîdeki
(hayvanların beden dokularındaki) tahallülât
(ayrışmalar) ve
terkîbât-ı kimyeviyyenin
(kimyevi bileşiklerin) birbirine mütekâbilen
(karşıt, karşılıklı olarak)
her an vâkı' olduğu
(gerçekleştiği)
tedkîkat-i fenniyye
(teknik incelemeler)
ile bir dereceye kadar mahsûs olur
(anlaşılır).
Ve ıstılâh-ı ehl-i hakîkatte
(hakikat ehlileri
tanımlamalarında) buna "teceddüd-i emsâl"
(benzerinin anda yeniden
yaratılması)
derler. Teceddüd-i emsâl hakkındaki izâhât
(geniş açıklama)
Fası-ı Şuaybî (Şuayb
bölümü) ile Fass-ı Süleymanî'de
(Süleyman bölümünde)
mürûr etti (geçti).
İşte bir şeriatte harâm olan şeyin diğer şerîatte sûret
(görünüş)
i'tibâriyle (dolayısıyla)
helâl olduğunu îzâhan
(anlatarak) cenâb-ı
Şeyh (r.a.)
فلذا نبهناك
buyurur ki, bu hıll (helal
olma) ve hurmet
(haram olma) mes'elesinin sûrette
(görünüşte, şekilde)
vâkı’ (olmuş)
olduğunu biz sana
في الصورة
kâvlimiz (sözlerimiz)
ile tenbîh eyledik
(uyardık, hatırlattık) demek olur.
Devam edecek |