[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
İmdi Musâ hakkında tahrîm-i merâzı' ile bundan kinâye
etti. Binâenaleyh, onun ümmü hakîkatte irzâ' edendir;
onu doğuran değildir. Zîrâ ümm-i vilâdet, onu emânet
ciheti üzere hâmil oldu. / Böyle olunca onda mütevekkin
oldu. Ve bunda onun irâdesi olmaksızın onun hayzının
kanı ile teğaddî eyledi; tâ ki onun için onun üzerine
imtinân vâkı' olmaya. Zîrâ şol şeyle müteğaddî oldu ki,
eğer onunla müteğaddî olmasa idi ve bu kan ondan çıkmasa
idi, onu helâk ederdi ve onu marîz kılardı, Binâenaleyh
bu kan ile müteğaddî olmakla cenîn için vâlidesi üzerine
minnet sâbittir. Böyle olunca onu kendi nefsi ile öyle
bir zarardan vikâye etti ki, eğer bu kanı indinde imsâk
ede idi ve çıkmaya idi ve onun cenîni teğaddî etmeye
idi, onu kendinde bulur idi. Halbuki murzıa böyle
değildir. Zîrâ 0 onun rızâati ile onun hayâtını ve
ibkâsını kasd etti. Binâenaleyh bunu Allah Teâlâ Mûsâ
için, onun ümm-i vilâdeti hakkında kıldı. İmdi, onun ümm-i
vilâdetinin gayri bir kadın için, onun üzerine fazl vâkı'
olmadı; tâ ki onun gözü yine onun terbiyesiyle aydın ola
ve hacrinde onun intişâsını müşâhede ede ve mahzûn
olmaya. Ve Allah Teâlâ onu gam tâbûtundan halâs etti. Ve
her ne kadar ondan çıkmadıysa da Allah Teâlâ’nın ilm-i
ilâhîden ona i’tâ eylediği şeyle zulmet-i tabîati hark
eyledi (9).
Ya'nî Allah Teâlâ'nın Mûsâ (a.s.)’ı diğer süt-ninelerden
men' etmesi (yasaklaması)
her şeyin kendi aslından
(özünden) müteğaddi
olmasından (beslenmesinden)
kinâyedir
(dolayıdır).
Ve Allah Teâlâ, Mûsâ hakkında tahrîm-i merâzı'
(süt nineleri haram kılmak)
ile bundan kinâye
eyledi (kasdetti,mecazi
olarak, dolayısıyla bunu anlattı).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Mûsâ
(a.s.)’ın anası hakîkatte onu emziren kadındır. Yoksa
onu doğuran kadın değildir. Onu doğuran kadın, her ne
kadar zâhirde (görünüşte)
onun anası ise de hakîkatte değildir. Zîrâ
(çünkü) doğuran ana,
onu emânet tarîkıyla
(yoluyla) hâmile oldu. Ve o anasının
vücûdunda mütevekkin
(oluşmuş)
oldu. Ve anasının hayz kanı ile müteğaddi oldu
(beslendi).
Ve bu tekevvün
(oluş) ve teğaddî
(beslenme) emrinde
(hususunda)
vâlidesinin irâdesi yoktur. Bu hal tabiaten
(doğal olarak) böyle
olur. Binâenaleyh (bundan
dolayı) bu emr-i tekevvün
(meydana geliş hususu)
ve teğaddîden
(beslenmesinden) dolayı, ana için cenîn
üzerine imtinan
(minnet) vâkı'
değildir (olamaz);
ya'nî cenîn anasının minneti
altına girmez. Zîrâ
(çünkü) cenîn öyle
bir kan ile müteğaddî oldu
(beslendi) ki, eğer bu kan ile teğaddî
etmese (beslenmese)
idi ve o kan anasından çıkmamış olsa idi, o hayz
kanı anasını helâk ederdi
(öldürürdü),
veyâhut hasta ederdi. Demek ki cenîn için
vâlidesi üzerine minnet sâbittir
(vardır);
ya'nî anası bu yüzden cenîne minnetdârdır. Şu
halde cenîn anasını öyle bir zarardan hıfz
(korudu) ve vikâye
etti (esirgedi)
ki, eğer anası bu hayız kanını indinde
(yanında (kendisinden))
imsâk (cimrilik)
ede idi ve çıkmaya idi ve cenîn bu kanla
teğaddî etmese (beslenmese)
idi, anası o zararı kendi vücûdunda bulur
idi. Halbuki süt-ana ile çocuğun râbıtası
(bağlantısı) böyle
değildir. Zîrâ (çünkü)
süt-ana çocuğu emzirmekle onun hayâtını ve bakâsını
(devamlılığını)
kasd (istedi, amaç)
etti. Süt-nine ücret mukâbilinde
(karşılığında)
emzirse bile onun bu kasdı
(amacı) sâbittir
(bellidir).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) Allah Teâlâ Mûsâ (a.s.)’ı irzâ'a
(emzirmeye),
onu doğuran anayı tahsîs etmekle
(ayırmakla, mahsus kılmakla),
bu fazl
(lutuf) ve imtinânı
(minneti)
Mûsâ (a.s.) için kendisini doğuran ana
hakkında kıldı. Böyle olunca kendisini doğuran ananın
gayri (annesinden başka)
bir kadın için, cenâb-ı Mûsâ üzerine
(hakkında) fazl
(lutuf) ve imtinân
(minnet) vâkı'
(olmuş) olmadı. Ya'nî
cenâb-ı Mûsâ kendi hayâtını ve bakâsını
(devamlılığını) kasd
ederek (amaçlayarak)
emzirmesinden dolayı yabancı bir kadına minnetdâr
olmadı. Bu husûsta ancak kendisini doğuran ananın
minneti altında kaldı. Ve Allah Teâla bunu anasının
gözü, yine cenâb-ı Mûsâ'nın terbiyesiyle aydın olmak ve
kendi hacrinde (kucağında,
himayesinde) onun büyümesini müşâhede ederek
(görerek) mahzun
olmamak (üzülmemek)
için böyle yaptı.
Ve Allah Teâlâ cenâb-ı Mûsâ'yı nâsûtundan
(mahlukiyetinden)
ibâret olan tâbût-i gamdan
(sandık içine konulmuş olma tasasından, sıkıntısından)
halâs etti
(kurtardı). Ve her ne kadar dâire-i tabîatten
(tabiatın sınırları içinden)
hârice (dışarı)
çıkmadıysa da cenâb-ı Mûsâ Allah Telâlâ'nın
ilm-i ilâhiden (Allah’ın
ilminden) kendisine i'tâ eylediği
(bağışladığı, verdiği)
şeyle zulmet-i tabiatı
(tabiat karanlığını) yırttı. Zîrâ
(çünkü) insan
herhangi âlemde zuhûr ederse etsin
(görünürse görünsün) mutlaka mezâhir-i
tabîiyyede (tabiat görüntü
yerlerinde) zuhûr eder
(görünür).
Şu kadar ki suver-i tabîiyye
(tabiat suretleri)
ikidir: Birisi zulmâni
(karanlık olanı), diğeri nûrânîdir (nurlu olandır).
Hazret-i şehâdet
(içinde bulunduğumuz dünya) her ikisini de
câmi'dir (toplar);
velâkin (fakat)
zulmâniyyet
(karanlık) âlemidir. Âlem-i âhirette
(ahiret alemi) ise
biri cennet ve diğeri cehennem olmak üzere / iki ayrı
makâma tefrîk olunmuştur
(ayrılmıştır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) âlem-i âhirette
(ahiret aleminde) bu
âlemdeki (dünyadaki)
cem'iyyet (toplayıcılık)
yoktur. İnsan bu âlemde
(dünyada) mücâhedât
(nefisle savaş) ve
riyâzât (nefsi kırmalar)
ve ma'rifet (ilim)
ile tezkiye-i nefis etmekle
(nefsini temizlemekle)
âlem-i kudste (kutsal,
alemde) tabîatin asfâ
(saf, temiz)
ve enver (nurlu)
olan süretlerinde zuhûr eder
(görünür).
İşte Mûsâ (a.s.) dahi dâire-i tabîatten
(tabiat sınırları içinden)
hârice (dışarı)
çıkmamakla berâber böyle oldu.
Devam edecek |