[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ve onu Allah Teâlâ'nın mübtelâ kıldığı şey üzerine,
kendi nefsinde onun sabrı mütehakkık olmak için,
fitneler ile meftûn eyledi; ya’nî onu mevâtın-ı kesîrede
imtihân etti. İmdi Allah Teâlâ'nın onu mübtelâ kıldığı
evvelki şey, Allah Teâlâ'nın ona ilhâmı ve onun sırrında
ona tevfîkı sebebiyle, onun kıbtîyi katlidir. Gerçi bunu
bilmez idi. Velâkin bununla Rabb'inin emri gelinceye
kadar, tevakkuf etmemekle berâber, onun katli sebebiyle
nefsinde mübâlât bulmadı. Zîrâ nebî, inbâ', ya'nî
bununla ihbâr oluncaya kadar, şuûru olmadığı haysiyyetle,
bâtın ile ma'sûmdur. Ve işte bunun için Hızır ona katl-i
gulâma gösterdi. Onun katlini onun üzerine inkâr etti;
ve kendisi kıbtîyi öldürdüğünü tezekkür etmedi. Böyle
olunca Hızır ona
مَا فَعَلْتُهُ عَنْ أَمْرِي
(Kehf, 18/82) ya'nî "Ben bunu kendi emrim ile yapmadım"
dedi. Bu kavl de onun mertebesine tenbîh eder ki, o da
onu emr-i ilâhi ile kâtl etti. Zîrâ her ne kadar buna
şuûru yok ise [de] nebî nefsü'l-emrde ma'sûmü'l
harekedir (10).
Ya'ni Allah Teâlâ Mûsâ (a.s.)’ı birtakım belâlara
mübtelâ kıldı (düşürdü).
Ve Allah Teâlâ bu belâları, Mûsâ (a.s.)’ın
kendi nefsinde sabrı mütehakkık olmak
(gerçekleşmek) için
ona musallat (bela)
eyledi. Ve ilm-i ilâhide
(Allah’ın ilminde) "sâbirîn"
(sabırlılar)
sûretinde sâbit (mevcut)
olmak için, onu bu fitneler ile
(belalara, sıkıntılara)
meftûn etti (düşürdü);
ya'nî mevâtın-ı kesîrede
(çok mertebelerde)
onu imtihân etti. Zîrâ
(çünkü) Hak için iki nevi
(çeşit) ilim sâbittir
(vardır):
Birisi "ilm-i zâti"
(zatı ile alakalı ilim),
diğeri "ilm-i esmâi"dir
(isimleri ile alakalı ilmidir).
İlm-i esmâi
(isimler ile ilgili ilim) imtihân neticesinde
tahakkuk eder (gerçekleşir).
İlm-i zâti (zati
ilim) böyle değildir, zîrâ
(çünkü) zât-ı Hakk'ın
(Hakk’ın zatının)
kendisine olan ilmidir. Bu iki ilim hakkındaki îzâhât
(geniş açıklama)
Fass-ı Şîsî (Şişi bölümü)
ile fass-ı Lokmânî'de
(Lokman bölümünde)
mürûr etti (geçti).
Allah Teâlâ'nın Mûsâ (a.s.)a musallat kıldığı
(düşürdüğü) belâların
evvelkisi (ilki)
Mûsâ (a.s.)’ın kıbtîyi (çingeneyi) Mısır'da katletmesidir
(öldürmesidir). Ve onun kıbtîyi
(çingeneyi) öldürmesi
Allah Teâlâ'nın ilhâmı ve onun sırrında Hakk'ın ona
tevfîkı (muvafık kılması,
yardımı ve hidayeti) sebebiyle vâkı' oldu
(gerçekleşti).
Gerçi (her ne
kadar) Mûsâ (a.s.), bu katlin
(öldürmenin) ilhâm ve
tevfîk-ı ilâhi (Hakk’ın
yardımı) sebebiyle olduğunu bilmez idi. Çünkü
henüz meb'ûs (peygamber
olarak gönderilmiş) değil idi. Velâkin
(fakat) kıbtînin
(çingenenin) katli
(öldürülmesi)
hakkında, Rabb'inin emri gelinceye kadar tevakkuf
(tereddüt) etmemekle
berâber, Mûsâ (a.s.) kıbtînin
(çingenenin) katli
(öldürülmesi)
sebebiyle, nefsinde korku ve endîşe bulmadı. Nefsinde
korku ve endîşe bulmaması da, nebî
(peygamber) bâtını
(içi, ruhu) ile
ma'sûm (suçsuz)
olmasından nâşidir
(dolayıdır).
Korku ve endişe ise bâtından
(içten) inbiâs eder
(ileri gelir).
Fiilinin (yaptığının) ilhâm ile olduğuna min-indillâh
(Allah tarafından)
bununla inbâ', ya'nî ihbâr oluncaya
(haber verilinceye)
kadar, vâkıf olmadığı
(bilmediği) haysiyyetiyle
(sebebiyle) de, nebî
(peygamber) bâtını
ile ma'sûmdur (suçsuzdur).
Ve bâtını (içi,
ruhu) ile ma'sûm olunca, zâhirinden
(dışından) sâdır olan
(çıkan) fiilin
ilhâm-ı ilâhî (Allah’ın ilham
etmesi) ile olduğuna şuûru
(bilinci) olmasa
dahi, o fiilinden dolayı kendi nefsinde korku ve endîşe
bulmaz. İşte katl-i kıbtînin
(çingenenin öldürülmesi) emr-i ilâhî
(Allah’ın emri) ile
olduğuna Mûsâ (a.s.)’ın adem-i şuûr ve vukûfundan
(şuursuz ve habersiz olmasından)
nâşî (dolayı),
Hızır (a.s.)
cenâb-ı Mûsâ'ya katl-i gulâmı
(çocuğun öldürülüşünü)
gösterdi.Fakat Hz. Mûsâ, gulâmın
(çocuğun) katilini
(öldürülmesini) cenâb-ı
Hızır üzerine inkâr etti. Ve "Niçin nefs-i zekiyyeyi
(temiz nefsi)
öldürdün?" (Kehf, 18/74) diye i'tirâz eyledi. Halbuki
kendisinin dahi Mısır'da kıbtîyi
(çingeneyi) katletmiş
(öldürmüş)
olduğunu tahattur etmedi
(hatırlamadı).
Ve adem-i tahatturunun
(hatırlamamasının)
sebebi, her iki katli
(öldürmeyi) yekdiğerine
(birini diğerine)
kıyâs etmemesi
(karşılaştırmaması) idi. zîrâ
(çünkü) kendisinin
kıbtîyi (çingeneyi)
katletmesini
(öldürmesini) ilhâm ile değil iğvâ-yı şeytânî
(şeytanın ayartması)
ve sevk-ı nefsânî
(nefsinin sürüklemesi) ile / vâkı'
(oldu) zannetmiş
ve
هَذَا مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ
(Kasas,28/15) diyerek
رَبِّ إِنِّي ظَلَمْتُ نَفْسِي فَاغْفِرْ لِي
(Kasas. 28/16) münâcâtıyla
(yalvarması, dua etmesiyle) Rabb'ine istiğfâr
(günahının bağışlanmasını
istemiş, tövbe) eylemiş idi. Hızır (a.s.)’ı
asfiyâdan (içi temiz, samimi)
bildiği ve ondan ef’âl-i şeytâniyye
(şeytani fiiller) ve
nefsâniyye (nefsi fiiller)
sudûruna
(çıkmasına) ihtimâl vermediği için, katl-i
gulâma (çocuğun
öldürülmesine) i'tirâz eyledi. Böyle olunca
Hızır (a.s.), onun inkâr ve i'tirâzına cevâben: "Ben
bunu kendi emrim ile yapmadım" (Kehf, 18/82) dedi. Ve bu
söz ile onun o katildeki mertebesine, ya'nî onun dahi
kıbtîyi (çingeneyi)
emr-i ilâhî (Allah’ın
emri) ile katletmiş
(öldürmüş) olduğuna,
tenbîh eyledi (dikkat çekti,
hatırlattı).
Çünkü her ne kadar Mûsâ (a.s.)’ın kıbtîyi
(çingeneyi) katli
(öldürmesi) emr-i
ilâhî (Allah’ın emri)
ile olduğuna şuûru
(bilinci) yok idi ise de, kendisi nebî
(peygamber) olması
hasebiyle (dolayısıyla),
hadd-i zâtında
(aslında) kendinden sâdır olan
(çıkan) hareket ve
fiilde ma'sûmdur (suçsuzdur).
Ve Hızır (a.s.)’ın cenâb-ı Mûsâ'ya vâkı'
(olmuş) olan bu
tenbîhi (ikazı)
katl-i kıbtî (çingeneyi
öldürmesi) yüzünden onda hâsıl olan
(oluşan) nedâmet
(pişmanlık) ve
teessüfün (üzüntünün)
zevâli (sona ermesi) içindir. Çünkü katl-i kıbtî
(çingeneyi öldürmek)
ile vâkı' (olmuş)
olan ibtilâsının (düştüğü
sıkıntının) hükmü tamâm olmuş idi.
Devam edecek |