[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ve ona kezâlik hark-ı sefîneyi gösterdi, onun zâhiri
helâk ve bâtını yed-i gâsıbdan necâttır. Bunu deryâda
onun üzerine mutbak olan tâbût mukâbelesinde onun için
yaptı ki, onun zâhiri helâk ve bâtını necâttır. / Ve
onun anası bunu, ancak kendisi ona nâzır olduğu halde,
onu bağlayarak zebh eder diye, gâsıb olan Fir'avn’ın
yedinden havfen, şuûru olmadığı haysiyyetle, Allah
Teâlâ'nın ona ilhâm eylediği vahy ile yaptı. İmdi kendi
nefsinde onu irzâ' eder buldu. Böyle olunca, vaktâki
onun üzerine havf etti, onu denize ilkâ eyledi. Zîrâ
meselde "göz görmezse gönül muztarib olmaz" vâkı'dir. Şu
halde onun üzerine müşâhede-i ayn-i havf ile havf
etmedi; ve rü'yet-i basar hüznü ile mahzûn olmadı. Ve
Rabb'ına hüsn-i zannı sebebiyle muhakkak Allah Teâlâ'nın
onu kendisine reddedeceği onun zannı üzerine gâlib oldu.
Binâenaleyh kendi nefsinde bu zan ile yaşadı. Ve recâ,
havf ve ye'se mukâbildir. Ve ilhâm olundukda bunun için
dedi ki: “Belki bu, Fir'avn ve kıbtî onun yedi üzere
helâk olan resûldür”. Binâenaleyh kendi tarafına nazar
ile yaşadı; ve bu tevehhüm ve zan ile mesrûr oldu:
Halbuki o nefs-i emrde bir ilimdir (11).
Ya'ni Hızır (a.s.), Mûsâ (a.s.)a ikinci bir tenbih
(ikaz, hatırlatma) ve
işâret olmak üzere râkib
(binmiş) oldukları gemiyi deldiğini gösterdi
ki, bu gemiyi delip ayıplı ve noksan kılma keyfîyyetinin
(hususunun) zâhiri
(dış yüzü) tahrîb
(harab etmek, bozmak)
ve helâktir (mahv
etmektir);
iç yüzü ve bâtını ise sağlam gemileri gasb eden
(zorla alan) melik-i
zâlimin (zalim hükümdarın)
elinden bu gemiyi kurtarmaktır. Hızır (a.s.)
bu hark-ı sefîneyi (geminin
delinmesini) cenâb-ı Mûsâ için sandık
mukâbilinde (karşılığında)
yaptı ki, o sandık deryâda
(denizde) cenâb-ı
Mûsâ üzerine mutbak (örtü)
idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı) cenâb-ı Mûsâ'nın mevzû'
olduğu (konulduğu)
sandığın zâhiri (dış
yüzü) helâk
(mahvolma, ölme) ve bâtını
(ruhu) ve iç yüzü
necâttır (selamettir,
kurtuluştur).
Zîrâ (çünkü)
bir tıfl-ı nevzâdı
(yeni doğmuş çocuğu)
bir sandık içine koyup denize atarak kendi hâline terk
etmek sûret-i helâktir
(mahvetme şeklidir).
Ve cenâb-ı Mûsâ'nın vâlidesi bu deryâya
(denize) ilkâ
(bırakma)
keyfiyyetini, (durumunu)
gözünün önünde cenâb-ı Mâsâ'yı bağlayarak
boğazlar mülâhazasıyla
(düşüncesiyle), gâsıb-ı
vücûd-i etfâl olan (küçük
çocukların vücutlarını zorba)
Fir'avn'ın yed-i zulmünden
(zulmünun elinden)
havfen (korkarak)
yaptı. Ve bu fiili Allah Teâlâ'nın kendisine ilhâm
eylediği vahy (Hakk’ın
bildirisi) ile icrâ etti
(yaptı).
Halbuki bu işi ilhâm-ı ilâhi
(ilahi ilham) ile
yaptığını bilmez idi. Zîrâ
(çünkü) havâtır-ı kalbiyyenin
(kalbe gelen düşüncelerin,
fikirlerin) rahmânî mi, melekî mi, şeytânî mi
ve yoksa nefsânî mi olduğunu idrâk müşkildir
(zordur).
Maahâzâ (bununla
beraber) Mûsâ (a.s.)’ın vâlidesi bu nûr-i
ilhâm (ilhamın nuru)
ile kendi nefsinde / oğlunu emzirir buldu. Ya'nî
âkıbet (nihayet)
oğlunun deryâdan (denizden)
bir vech ile
(şekilde) halâs olarak
(kurtularak) bizzât
irzâ' (hoşnut)
edeceği hakkında kendisinde zann-ı gâlib
(güçlü zan)
hâsıl oldu
(oluştu) :
Fakat bir taraftan Fir'avn'ın onu gözünün önünde
katl etmesi (öldürmesi)
havfi (korkusu)
galebe ettiği
(baskın geldiği) için cenâb-ı Mûsâ'yı deryâya
(denize) ilkâ
eyledi (bıraktı).
Zîrâ (çünkü)
"göz görmezse günül katlanır" darb-ı meseli
(atasözü)
meşhûrdur. Onu deryâya
(denize) ilkâ edince
(bırakınca) onun
gözünün önünde katl olması
(öldürülmesi) havfi
(korkusu) ve rû’yet-i
basar (gözle görmenin)
hüznü' ile mahzûn olması
(üzülmesi) keyfiyyeti (durumu)
zâil (sona ermiş, geçmiş)
oldu. Zîrâ (çünkü)
oğlunun helâkini
(ölümünü) artık gözü görmeyecekti. Velâkin
(ama) bir taraftan
dahi Rabb'ine hûsn-i zannı
(iyi düşünceler içinde olması) sebebiyle,
muhakkak Allah Teâlâ'nın oğlunu kendisine âkıbet
(sonunda) reddedeceği
(geri göndereceği)
zannı (düşüncesi)
onda gâlib (üstün)
idi. Binâenaleyh (bundan
dolayı) vâlide-i Mûsâ,
(Musa a.s.’ın annesi)
kendi nefsinde bu zan
(düşünce) ile yaşadı. Bu, recâ
(umma, ümit etme)
tarafı idi; oğlunun helâki
(öldürülmesi) de havf
(korku) ve ye's
(ümitsizlik, elem)
tarafı idi. Ve recâ (ümit)
havf (korku)
ile ye'se
(ümitsizliğe) mukâbildir
(karşılıklıdır). Ve
işte sandıkta deryâya
(denize) ilkâsıyla
(terk edilmesi) ilhâm
olunduğu vakit, bu recâ (ümit
ediş) ve hüsn-i zandan
(iyi zan, güzel düşünce içinde
olmasından) dolayı dedi ki: "Belki bu benim
oğlum o resûldür ki, Fir'avn
(Firavun) ile kıbtînin
(çingenenin) helâki
(mahv oluşu, ölümü)
onun eliyle vâkı' olacaktır
(gerçekleşecektir)."
Binâenaleyh
(bundan dolayı) kendi lehine bakarak yaşadı
ve bu tevehhüm (kuruntu)
ve hüsn-i zann
(iyi düşünce) ile mesrûr
(memnun, mutlu) oldu.
Halbuki bu tevehhüm (kuruntu)
ve zan nefs-i emrde
(aslında) bir
ilimdir.
Devam edecek |