Füsûs-ül Hikem

325. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

Ve ona kezâlik hark-ı sefîneyi gösterdi, onun zâhiri helâk ve bâtını yed-i gâsıbdan necâttır. Bunu deryâda onun üzerine mutbak olan tâbût mukâbelesinde onun için yaptı ki, onun zâhiri helâk ve bâtını necâttır. / Ve onun anası bunu, ancak kendisi ona nâzır olduğu halde, onu bağlayarak zebh eder diye, gâsıb olan Fir'avn’ın yedinden havfen, şuûru olmadığı haysiyyetle, Allah Teâlâ'nın ona ilhâm eylediği vahy ile yaptı. İmdi kendi nefsinde onu irzâ' eder buldu. Böyle olunca, vaktâki onun üzerine havf etti, onu denize ilkâ eyledi. Zîrâ meselde "göz görmezse gönül muztarib olmaz" vâkı'dir. Şu halde onun üzerine müşâhede-i ayn-i havf ile havf etmedi; ve rü'yet-i basar hüznü ile mahzûn olmadı. Ve Rabb'ına hüsn-i zannı sebebiyle muhakkak Allah Teâlâ'nın onu kendisine reddedeceği onun zannı üzerine gâlib oldu. Binâenaleyh kendi nefsinde bu zan ile yaşadı. Ve recâ, havf ve ye'se mukâbildir. Ve ilhâm olundukda bunun için dedi ki: “Belki bu, Fir'avn ve kıbtî onun yedi üzere helâk olan resûldür”. Binâenaleyh kendi tarafına nazar ile yaşadı; ve bu tevehhüm ve zan ile mesrûr oldu: Halbuki o nefs-i emrde bir ilimdir (11).

Ya'ni Hızır (a.s.), Mûsâ (a.s.)a ikinci bir tenbih (ikaz, hatırlatma) ve işâret olmak üzere râkib (binmiş) oldukları gemiyi deldiğini gösterdi ki, bu gemiyi delip ayıplı ve noksan kılma keyfîyyetinin (hususunun) zâhiri (dış yüzü) tahrîb (harab etmek, bozmak) ve helâktir (mahv etmektir); iç yüzü ve bâtını ise sağlam gemileri gasb eden (zorla alan) melik-i zâlimin (zalim hükümdarın) elinden bu gemiyi kurtarmaktır. Hızır (a.s.) bu hark-ı sefîneyi (geminin delinmesini) cenâb-ı Mûsâ için sandık mukâbilinde (karşılığında) yaptı ki, o sandık deryâda (denizde) cenâb-ı Mûsâ üzerine mutbak (örtü) idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) cenâb-ı Mûsâ'nın mevzû' olduğu (konulduğu) sandığın zâhiri (dış yüzü) helâk (mahvolma, ölme) ve bâtını (ruhu) ve iç yüzü necâttır (selamettir, kurtuluştur). Zîrâ (çünkü) bir tıfl-ı nevzâdı (yeni doğmuş çocuğu) bir sandık içine koyup denize atarak kendi hâline terk etmek sûret-i helâktir (mahvetme şeklidir). Ve cenâb-ı Mûsâ'nın vâlidesi bu deryâya (denize) ilkâ (bırakma) keyfiyyetini, (durumunu) gözünün önünde cenâb-ı Mâsâ'yı bağlayarak boğazlar mülâhazasıyla (düşüncesiyle),  gâsıb-ı vücûd-i etfâl olan (küçük çocukların vücutlarını zorba) Fir'avn'ın yed-i zulmünden (zulmünun elinden) havfen (korkarak) yaptı. Ve bu fiili Allah Teâlâ'nın kendisine ilhâm eylediği vahy (Hakk’ın bildirisi) ile icrâ etti (yaptı). Halbuki bu işi ilhâm-ı ilâhi (ilahi ilham) ile yaptığını bilmez idi. Zîrâ (çünkü) havâtır-ı kalbiyyenin (kalbe gelen düşüncelerin, fikirlerin) rahmânî mi, melekî mi, şeytânî mi ve yoksa nefsânî mi olduğunu idrâk müşkildir (zordur). Maahâzâ (bununla beraber) Mûsâ (a.s.)’ın vâlidesi bu nûr-i ilhâm (ilhamın nuru) ile kendi nefsinde / oğlunu emzirir buldu. Ya'nî âkıbet (nihayet) oğlunun deryâdan (denizden) bir vech ile (şekilde) halâs olarak (kurtularak) bizzât irzâ' (hoşnut) edeceği hakkında kendisinde zann-ı gâlib (güçlü zan) hâsıl oldu (oluştu) : Fakat bir taraftan Fir'avn'ın onu gözünün önünde katl etmesi (öldürmesi) havfi (korkusu) galebe ettiği (baskın geldiği) için cenâb-ı Mûsâ'yı deryâya (denize) ilkâ eyledi (bıraktı). Zîrâ (çünkü) "göz görmezse günül katlanır" darb-ı meseli (atasözü) meşhûrdur. Onu deryâya (denize) ilkâ edince (bırakınca) onun gözünün önünde katl olması (öldürülmesi) havfi (korkusu) ve rû’yet-i basar (gözle görmenin) hüznü' ile mahzûn olması (üzülmesi) keyfiyyeti (durumu) zâil (sona ermiş, geçmiş) oldu. Zîrâ (çünkü) oğlunun helâkini (ölümünü) artık gözü görmeyecekti. Velâkin (ama) bir taraftan dahi Rabb'ine hûsn-i zannı (iyi düşünceler içinde olması) sebebiyle, muhakkak Allah Teâlâ'nın oğlunu kendisine âkıbet (sonunda) reddedeceği (geri göndereceği) zannı (düşüncesi) onda gâlib (üstün) idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) vâlide-i Mûsâ, (Musa a.s.’ın annesi) kendi nefsinde bu zan (düşünce) ile yaşadı. Bu, recâ (umma, ümit etme) tarafı idi; oğlunun helâki (öldürülmesi) de havf (korku) ve ye's (ümitsizlik, elem) tarafı idi. Ve recâ (ümit) havf (korku) ile ye'se (ümitsizliğe) mukâbildir (karşılıklıdır). Ve işte sandıkta deryâya (denize) ilkâsıyla (terk edilmesi) ilhâm olunduğu vakit, bu recâ (ümit ediş) ve hüsn-i zandan (iyi zan, güzel düşünce içinde olmasından) dolayı dedi ki: "Belki bu benim oğlum o resûldür ki, Fir'avn (Firavun) ile kıbtînin (çingenenin) helâki (mahv oluşu, ölümü) onun eliyle vâkı' olacaktır (gerçekleşecektir)." Binâenaleyh (bundan dolayı) kendi lehine bakarak yaşadı ve bu tevehhüm (kuruntu) ve hüsn-i zann (iyi düşünce) ile mesrûr (memnun, mutlu) oldu. Halbuki bu tevehhüm (kuruntu) ve zan nefs-i emrde (aslında) bir ilimdir.

Devam edecek

 

 

 
 
İzmir - 10.06.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com