[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Ba'dehû onun üzerine taleb vâkı' oldukda, zâhirde havfen
firâr ettiği halde çıktı. Halbûki ma'nâda necâta hubb
idi. Zîrâ hareket ebeden ancak hubbiyyedir. Ve nâzır
onda esbâb-i âhar ile mahcûb olur. Halbuki o değildir.
Bunun beyânı: Zîrâ asıl, kendisinde sâkin olduğu ademden
âlemin vücûda hareketidir. Ve bunun için, emr sükûndan
harekettir, denilir. Böyle olunca âlemin vücûdu olan
hareket, hareket-i hubb olur. Ve Resûlullah (s.a.v)
كنت كنزا لم اعرف فاحببت ان اعرف
a'nî
“Ben bir hazîne idim, bilinmedim. Binâenaleyh bilinmeğe
muhabbet ettim” kavli ile muhakkak buna tenbîh eyledi.
İmdi bu muhabbet olmasa idi, âlem kendi aynında zâhir
olmaz idi. Böyle olunca onun ademden vücûda hareketi,
hubb-i mûcidin onun için hareketidir. Ve zîrâ âlem,
kezâlik vücûden kendi nefsinin şuhûdunu sever Nitekim,
sübûten müşâhede eyledi. Binâenaleyh onun her vech ile
adem-i sübûtîden vücûda hareketi, cânib-i Hak'tan ve
kendi cânibinden hareket-i hubb oldu. Zîrâ kemâl li-zâtihî
mahbûbdur. Ve Allah Teâlâ'nın kendi nefsine ilmi, O
âlemlerden ganî olduğu haysiyyetle, kendisine mahsûstur.
Ve ancak a'yân-ı âlem olan bu a'yândan mütekevvin, ilm-i
hâdis ile onun için mertebe-i ilimde tamâm olması kaldı.
A'yân-ı âlem mevcûd oldukda, sûret-i kemâl, ilm-i muhdes
ve kadîm ile zâhir oldu. Binâenaleyh mertebe-i ilim,
vecheyn ile kâmil olur. Ve kezâlik merâtib-i vücûd dahi
kâmil olur. Zîrâ vücûdun ba'zısı ezelî ve ba'zısı gayr-i
ezelîdir, o da hâdistir. Ezelî, kendi nefsiyle olan
vücûd-ı Hak'tır; ve gayr-i ezelî; suver-i âlemle sâbit
olan / vücûd-i Hak'tır, hudûs ile tesmiye olunur. Zîrâ
âlemin ba'zısı ba'zısına zâhir olur. Böyle olunca, suver-i
âlemle kendi nefsine zâhir olur. şu halde vücûd kâmil
oldu. Demek ki âlemin hareketi kemâl için hubbiyye oldu.
İyi anla! ( 12)
Bu
halden sonra kıbtîyi
(çingeneyi) katli
(öldürmesi) sebebiyle kavm-i Fir'avn
(Firavunun kavmi)
tarafından Mûsâ (a.s.) üzerine
(hakkında) taleb
(istek) vâkı' oldukda,
(gerçekleştiğinde)
Mısır'dan firâr ederek
(kaçarak) çıktı. Onun
bu firârı (kaçışı)
zâhirde (görünüşte)
katlden
(öldürülmekten) havf
(korktuğu) için idi.
Velâkin (fakat)
ma'nâda nefsinin necâtına
(selametine) muhabbet
(sevgi) idi. Çünkü
hareket, ebeden (daima)
ancak muhabbete
(sevgiye) mensûben
(ilgi duymakla) vâkı'
olur (gerçekleşir).
Bu hâlin böyle olduğunu her insan kendi
nefsinde zevkan (zevk alarak)
bilir. İnsanın her bir hareketi, ancak
husûlüne (olmasına)
muhabbet ettiği (sevgi
duyduğu, irade ettiği) bir şey sebebiyle
vâkı'dir (olur).
Meselâ bir hizmetkârın efendisinden telakkî
ettiği (aldığı)
emri (işi) ifâ
(yerine getirmek)
için vâkı' (olmuş)
olan hareketi, zâhirde
(görünüşte) tard olunmak
(işinden kovulmak)
korkusu iledir; ma'nâda ücrete muhabbettir
(sevgidir).
Ve kezâ (aynı
şekilde) zâhidin
(sofunun) ibâdet cihetine
(tarafına) olan
hareketi, zâhirde (görünüşte)
havf-i cehennem
(cehennem korkusu) ve tama'-ı cennet
(cenneti arzulama)
sebebiyle; ma'nâda kendi nefsine kemâl-i muhabbettendir
(tam sevgisindendir).
Ve kezâ (aynı
şekilde) mû'min-i âşıkın
(aşık müminin) emr-i
Hak (Hakk’ın emri)
cânibine (tarafına)
hareketi, zâhirde
(görünüşte) zât-ı Hakk'ın
(Hakk’ın zatının)
heybet-i azameti (büyük
heybeti, ululuğu) sebebiyledir; ma'nâda zât-ı
Hakk'a (hak’ın zatına)
kemâl-i muhabbetindendir
(tam sevgisindendir).
Velhâsıl (sözün
kısası) / harekete sebeb oları şey, ancak
muhabbetten (sevgiden)
ibârettir. Ve bu harekâta
(hareketlere) bakan
kimseler, o hareketlerde meşhûd olan
(görülen) esbâb-ı
zâhire (dış sebepler)
ile hicâba düşer
(perdelenir);
onun esbâb-ı ma'neviyyesini
(manevi sebeplerini)
göremez. Halbuki hareketin bâdîsi
(sebepleri) o diğer
sebebler değildir. Bu hal niçin böyle oluyor? denilirse,
beyânı (açıklaması)
budur ki:
Zuhûrun (görünmenin, açığa
çıkmanın)
aslı evvelce ademde (yok
durumunda) sâkin
(hareketsiz) olan âlemin
(evrenin) vücûda
(varlığa)
hareketidir. Zîrâ (çünkü)
meşiyyet-i ilâhiyye
(Allah’ın iradesi)
zuhûra (meydana çıkmaya)
taalluk ettikde
(bağıntılı olduğunda (irade ettiğinde) ) ,
zât-ı Hak'ta
(Hakk’ın zatında)
mündemic (bulunan)
ve adem-i izâfide (yok
durumunda olanlar (kuvve güç olarak mevcut ve fiil
olarak açığa çıkmamış şeyler ademi izafidir) )
sâkin (hareketsiz)
olan esmâ-i ilâhiyye
(ilahi esma (Allah katında olan
esma) vücûd-ı hâricî
(varlığın dışına) ve
izâfî (görecelik)
tarafına hareket etti. Ve bu kesâfetten
(koyuluktan, yoğunluktan)
(?) [=hareketten] vücûd-i izâfî
(izafi varlık (kozmik evren) )
ve mümkin (ilmi
suretler) husûle geldi. Nitekim bu bâbdaki
(konudaki) izâhât
(geniş açıklama) Fass-ı
Âdemî'de (Adem bölümünde)
mürûr etmiş
(geçmiş) idi. İşte bunun için, emr-i vücûd
(varlık hususu)
sükûndan
(durgunluktan) harekettir, denilir. Ve
vücûd-i âlem (evrenin vücudu)
ki, zât-ı latîfin
(şeffaf (nurun nuru) zatın) kendisinde
mündemic (bulunan)
ve adem-i izâfîde (yok
durumunda olan (potansiyel güç olarak bulunup açığa
çıkmamış) sâkin
(hareketsiz) olan esmâsı
(isimleri) hasebiyle
(dolayısıyle)
/mertebe-i kesâfette (kesif,
koyu mertebede) taayyününden
(belirmesinden)
ibârettir ve bu taayyün
(oluşum);mertebe-i letâfetten
(şeffaf (nur) olan mertebeden) )
mertebe-i kesâfete
(koyu mertebeye)
harekettir. Ve bu hareket dahi zâtın zuhûra
(görünmeye, kendini göstermeye)
olan muhabbeti
(sevgisi (iradesi) ile vâkı'dir.
(gerçekleşir)
Binâenaleyh (bundan dolayı)
âlemin (evrenin)
vücûdundan
(varlığından) ibâret olan hareket, muhabbet-i
ilâhiyye-i zâtiyyeden (ilahi
zatın sevgisinden) münbais
(ileri gelen) bir
hareket olur. Ve Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz
كنت كنزا ً لم اعرف فاحببت ان اعرف
kavli
(sözleri)
ile
âlemin (evrenin) ademden (yokluktan)
vücûda (varlığa)
hareketi, hareket-i hubbiyye
(sevgiden doğan hareket)
olduğu ma'nâsına işâret buyurdu. Eğer Hak Teâlâ'nın
bu muhabbet-i zâtiyyesi (zatı
sevgisi) olmasa idi; âlem,
(evren) vücûd-i
hâricîden (harici varlıktan)
ibâret olan kendi "ayn"ında
(hakikatinde) zâhir
olmazdı. (görünmez, açığa
çıkmazdı) İmdi
(buna göre) âlemin
(evrenin) ademden
(yoktan) vücûd
(varlık) tarafına
olan hareketi, âlemin mûcidi
(icad edeni, yaratıcısı) olan zât-ı Hakk'ın
(Hakk’ın zatının)
muhabbetinin (sevgisinin)
îcâd-ı âlem
(alemin yaratılması) için hareketidir. Zîrâ
(çünkü) zât,
zâtiyyeti cihetinden
(yönünden) ebeden
(sonsuza dek, asla) tecellî etmez
(görünmez).
Tecellîyi iktizâ eden
(gerektiren) şey
şuûnât-ı zâtiyyedir (zatının
işleridir, fiilleridir).
Ve muhabbet
(sevgi) ise bu şuûnâttan
(işlerden) bir
şe'ndir (iştir).
Hak Teâlâ bu şuûnâtını
(işlerini) yine kendi
zâtında fiilen (fiil olarak)
ve tafsîlen
(geniş, teferuatlı olarak) müşâhede etmek
(görmek) ve gayr
(başka) i'tibâr
olunan (sayılan)
vücûd-i hâricîde (varlığın
dışında) çeşm-i i'tibâr ile
(gözle değerlendirerek)
âsâr-ı şuûnâtını
(fiillerinin eserlerini) temâşâ eylemek
(seyretmek) için, bi-hasebi'l-esmâ,
(isimleri bakımından)
taayyüne (meydana
çıkmaya) ve zuhûra
(görünmeye) muhabbet
etti (sevgi duydu, (irade
etti) ) .
Ve zât-ı latîfin (latif
olan zatın),
"âlem" (evren)
dediğimiz mertebe-i kesîfi
(koyu, yoğun mertebesi),
adem-i izâfîden
(yok durumundan (kuvve olarak mevcut fiil olarak açığa
çıkmamış durumundan) ) vücûd-i izâf'î
(göreli, varsayımsal varlık
(evren) ) tarafına mahzâ
(sadece) bu
muhabbetle (sevgiyle)
hareket eyledi. Ve işte bu asla
(esasa, kaideye)
nazar olundukda
(bakıldığında),
hareketin ebeden
(ebediyen, sonsuza dek) muhabbetle
(sevgiyle) vâkı'
olduğu (gerçekleştiği)
görülür. Ve kezâ (aynı
şekilde) âlemin
(evrenin) dahi kendi nefsini vücûden
(varlık olarak)
müşâhedeye (görmeye)
muhabbeti (sevgisi)
taalluk eder
(bağıntılı olur).
Ve nitekim âlem
(evren) kendi nefsini ademde
(yoklukta, yok durumunda)
sâbit (mevcut)
iken müşâhede ederdi
(görürdü).
Demek ki âlemin her vech
(yön) ile adem-i sübütîden, ya'nî mertebe-i
ilimden (ilim mertebesinden)
vücûd-i izâfî-i kesîfe
(yoğunlaşmış göreceli, nisbi
varlığa) hareketi, gerek Hak tarafına ve
gerek kendi cânibine
(tarafına) nazaran,
(göre) hareket-i
hubbden (sevgiden doğan
hareketinden) başka bir şey değildir. Zîrâ
(çünkü) kuvvede
(batında potansiyel güç olarak)
mevcûd olan her bir şeyin fiilen
(fiil olarak) zuhûru
(açığa çıkması)
kemâldir (tamlıktır,
mükemmelliktir).
Ve kemâl ise li-zâtihî
(zatından dolayı)
mahbûbdur (muhabbet olunmuş,
sevilmiştir). Gerçi
(her ne kadar) Hak
Teâlâ hazretlerinin zât-ı ahadiyyet
(ahad olduğu zat)
mertebesinde, kendi nefsine ve zâtına olan ilmi, o
mertebede âlemlerden ganî
(zengin, doygun) olması cihetinden,
(yönünden) yine
kendisine mahsûstur (aittir).
Ve bu mertebede,
bu ilm-i zâtiden (zati
ilminden) vücûd-i hâricide
(açığa çıkmış alemde (evrende)
"gayr" (başka)
ta'bîr ettiğimiz,
(dediğimiz) onun şuûnât-ı zâtiyyesinden
(zati fiillerinden, işlerinden)
hiçbir şe'nin
(işin, fiilin) aslâ nasîbi
(payı) ve iştirâki
(ortaklığı) yoktur.
Devam edecek |