Füsûs-ül Hikem

326. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

Ba'dehû onun üzerine taleb vâkı' oldukda, zâhirde havfen firâr ettiği halde çıktı. Halbûki ma'nâda necâta hubb idi. Zîrâ hareket ebeden ancak hubbiyyedir. Ve nâzır onda esbâb-i âhar ile mahcûb olur. Halbuki o değildir. Bunun beyânı: Zîrâ asıl, kendisinde sâkin olduğu ademden âlemin vücûda hareketidir. Ve bunun için, emr sükûndan harekettir, denilir. Böyle olunca âlemin vücûdu olan hareket, hareket-i hubb olur. Ve Resûlullah (s.a.v)    كنت كنزا لم اعرف فاحببت ان اعرف    a'nî “Ben bir hazîne idim, bilinmedim. Binâenaleyh bilinmeğe muhabbet ettim” kavli ile muhakkak buna tenbîh eyledi. İmdi bu muhabbet olmasa idi, âlem kendi aynında zâhir olmaz idi. Böyle olunca onun ademden vücûda hareketi, hubb-i mûcidin onun için hareketidir. Ve zîrâ âlem, kezâlik vücûden kendi nefsinin şuhûdunu sever Nitekim, sübûten müşâhede eyledi. Binâenaleyh onun her vech ile adem-i sübûtîden vücûda hareketi, cânib-i Hak'tan ve kendi cânibinden hareket-i hubb oldu. Zîrâ kemâl li-zâtihî mahbûbdur. Ve Allah Teâlâ'nın kendi nefsine ilmi, O âlemlerden ganî olduğu haysiyyetle, kendisine mahsûstur. Ve ancak a'yân-ı âlem olan bu a'yândan mütekevvin, ilm-i hâdis ile onun için mertebe-i ilimde tamâm olması kaldı. A'yân-ı âlem mevcûd oldukda, sûret-i kemâl, ilm-i muhdes ve kadîm ile zâhir oldu. Binâenaleyh mertebe-i ilim, vecheyn ile kâmil olur. Ve kezâlik merâtib-i vücûd dahi kâmil olur. Zîrâ vücûdun ba'zısı ezelî ve ba'zısı gayr-i ezelîdir, o da hâdistir. Ezelî, kendi nefsiyle olan vücûd-ı Hak'tır; ve gayr-i ezelî; suver-i âlemle sâbit olan / vücûd-i Hak'tır, hudûs ile tesmiye olunur. Zîrâ âlemin ba'zısı ba'zısına zâhir olur. Böyle olunca, suver-i âlemle kendi nefsine zâhir olur. şu halde vücûd kâmil oldu. Demek ki âlemin hareketi kemâl için hubbiyye oldu. İyi anla! ( 12)

Bu halden sonra kıbtîyi (çingeneyi) katli (öldürmesi) sebebiyle kavm-i Fir'avn (Firavunun kavmi) tarafından Mûsâ (a.s.) üzerine (hakkında) taleb (istek) vâkı' oldukda, (gerçekleştiğinde) Mısır'dan firâr ederek (kaçarak) çıktı. Onun bu firârı (kaçışı) zâhirde (görünüşte) katlden (öldürülmekten) havf (korktuğu) için idi. Velâkin (fakat) ma'nâda nefsinin necâtına (selametine) muhabbet (sevgi) idi. Çünkü hareket, ebeden (daima) ancak muhabbete (sevgiye) mensûben (ilgi duymakla) vâkı' olur (gerçekleşir). Bu hâlin böyle olduğunu her insan kendi nefsinde zevkan (zevk alarak) bilir. İnsanın her bir hareketi, ancak husûlüne (olmasına) muhabbet ettiği (sevgi duyduğu, irade ettiği) bir şey sebebiyle vâkı'dir (olur). Meselâ bir hizmetkârın efendisinden telakkî ettiği (aldığı) emri (işi) ifâ (yerine getirmek) için vâkı' (olmuş) olan hareketi, zâhirde (görünüşte) tard olunmak (işinden kovulmak) korkusu iledir; ma'nâda ücrete muhabbettir (sevgidir). Ve kezâ (aynı şekilde) zâhidin (sofunun) ibâdet cihetine (tarafına) olan hareketi, zâhirde (görünüşte) havf-i cehennem (cehennem korkusu) ve tama'-ı cennet (cenneti arzulama) sebebiyle; ma'nâda kendi nefsine kemâl-i muhabbettendir (tam sevgisindendir). Ve kezâ (aynı şekilde) mû'min-i âşıkın (aşık müminin) emr-i Hak (Hakk’ın emri) cânibine (tarafına) hareketi, zâhirde (görünüşte) zât-ı Hakk'ın (Hakk’ın zatının) heybet-i azameti (büyük heybeti, ululuğu) sebebiyledir; ma'nâda zât-ı Hakk'a (hak’ın zatına) kemâl-i muhabbetindendir (tam sevgisindendir). Velhâsıl (sözün kısası) / harekete sebeb oları şey, ancak muhabbetten (sevgiden) ibârettir. Ve bu harekâta (hareketlere) bakan kimseler, o hareketlerde meşhûd olan (görülen) esbâb-ı zâhire (dış sebepler) ile hicâba düşer (perdelenir); onun esbâb-ı ma'neviyyesini (manevi sebeplerini) göremez. Halbuki hareketin bâdîsi (sebepleri) o diğer sebebler değildir. Bu hal niçin böyle oluyor? denilirse, beyânı (açıklaması) budur ki:

Zuhûrun (görünmenin, açığa çıkmanın) aslı evvelce ademde (yok durumunda) sâkin (hareketsiz) olan âlemin (evrenin) vücûda (varlığa) hareketidir. Zîrâ (çünkü) meşiyyet-i ilâhiyye (Allah’ın iradesi) zuhûra (meydana çıkmaya) taalluk ettikde (bağıntılı olduğunda (irade ettiğinde) ) ,  zât-ı Hak'ta (Hakk’ın zatında) mündemic (bulunan) ve adem-i izâfide (yok durumunda olanlar (kuvve güç olarak mevcut ve fiil olarak açığa çıkmamış şeyler ademi izafidir) ) sâkin (hareketsiz) olan esmâ-i ilâhiyye (ilahi esma (Allah katında olan esma) vücûd-ı hâricî (varlığın dışına) ve izâfî (görecelik) tarafına hareket etti. Ve bu kesâfetten (koyuluktan, yoğunluktan) (?) [=hareketten] vücûd-i izâfî (izafi varlık (kozmik evren) ) ve mümkin (ilmi suretler) husûle geldi. Nitekim bu bâbdaki (konudaki) izâhât (geniş açıklama) Fass-ı Âdemî'de (Adem bölümünde) mürûr etmiş (geçmiş) idi. İşte bunun için, emr-i vücûd (varlık hususu) sükûndan (durgunluktan) harekettir, denilir. Ve vücûd-i âlem (evrenin vücudu) ki, zât-ı latîfin (şeffaf (nurun nuru) zatın) kendisinde mündemic (bulunan) ve adem-i izâfîde (yok durumunda olan (potansiyel güç olarak bulunup açığa çıkmamış) sâkin (hareketsiz) olan esmâsı (isimleri) hasebiyle (dolayısıyle) /mertebe-i kesâfette (kesif, koyu mertebede) taayyününden (belirmesinden) ibârettir ve bu taayyün (oluşum);mertebe-i letâfetten (şeffaf (nur) olan mertebeden) ) mertebe-i kesâfete (koyu  mertebeye) harekettir. Ve bu hareket dahi zâtın zuhûra (görünmeye, kendini göstermeye) olan muhabbeti (sevgisi (iradesi) ile vâkı'dir. (gerçekleşir) Binâenaleyh (bundan dolayı) âlemin (evrenin) vücûdundan (varlığından) ibâret olan hareket, muhabbet-i ilâhiyye-i zâtiyyeden (ilahi zatın sevgisinden) münbais (ileri gelen) bir hareket olur. Ve Resûlullah (s.a.v.) Efendimiz    كنت كنزا ً لم اعرف فاحببت ان اعرف    kavli (sözleri) ile âlemin (evrenin) ademden (yokluktan) vücûda (varlığa) hareketi, hareket-i hubbiyye (sevgiden doğan hareket) olduğu ma'nâsına işâret buyurdu. Eğer Hak Teâlâ'nın bu muhabbet-i zâtiyyesi (zatı sevgisi) olmasa idi; âlem, (evren) vücûd-i hâricîden (harici varlıktan) ibâret olan kendi "ayn"ında (hakikatinde) zâhir olmazdı. (görünmez, açığa çıkmazdı) İmdi (buna göre) âlemin (evrenin) ademden (yoktan) vücûd (varlık) tarafına olan hareketi, âlemin mûcidi (icad edeni, yaratıcısı) olan zât-ı Hakk'ın (Hakk’ın zatının) muhabbetinin (sevgisinin) îcâd-ı âlem (alemin yaratılması) için hareketidir. Zîrâ (çünkü) zât, zâtiyyeti cihetinden (yönünden) ebeden (sonsuza dek, asla) tecellî etmez (görünmez). Tecellîyi iktizâ eden (gerektiren) şey şuûnât-ı zâtiyyedir (zatının işleridir, fiilleridir). Ve muhabbet (sevgi) ise bu şuûnâttan (işlerden) bir şe'ndir (iştir). Hak Teâlâ bu şuûnâtını (işlerini) yine kendi zâtında fiilen (fiil olarak) ve tafsîlen (geniş, teferuatlı olarak) müşâhede etmek (görmek) ve gayr (başka) i'tibâr olunan (sayılan) vücûd-i hâricîde (varlığın dışında) çeşm-i i'tibâr ile (gözle değerlendirerek) âsâr-ı şuûnâtını (fiillerinin eserlerini) temâşâ eylemek (seyretmek) için, bi-hasebi'l-esmâ, (isimleri bakımından) taayyüne (meydana çıkmaya) ve zuhûra (görünmeye) muhabbet etti (sevgi duydu, (irade etti) ) . Ve zât-ı latîfin (latif olan zatın), "âlem" (evren) dediğimiz mertebe-i kesîfi (koyu, yoğun mertebesi), adem-i izâfîden (yok durumundan (kuvve olarak mevcut fiil olarak açığa çıkmamış durumundan) ) vücûd-i izâf'î (göreli, varsayımsal varlık (evren) ) tarafına mahzâ (sadece) bu muhabbetle (sevgiyle) hareket eyledi. Ve işte bu asla (esasa, kaideye) nazar olundukda (bakıldığında), hareketin ebeden (ebediyen, sonsuza dek) muhabbetle (sevgiyle) vâkı' olduğu (gerçekleştiği) görülür. Ve kezâ (aynı şekilde) âlemin (evrenin) dahi kendi nefsini vücûden (varlık olarak) müşâhedeye (görmeye) muhabbeti (sevgisi) taalluk eder (bağıntılı olur). Ve nitekim âlem (evren) kendi nefsini ademde (yoklukta, yok durumunda) sâbit (mevcut) iken müşâhede ederdi (görürdü). Demek ki âlemin her vech (yön) ile adem-i sübütîden, ya'nî mertebe-i ilimden (ilim mertebesinden) vücûd-i izâfî-i kesîfe (yoğunlaşmış göreceli, nisbi varlığa) hareketi, gerek Hak tarafına ve gerek kendi cânibine (tarafına) nazaran, (göre) hareket-i hubbden (sevgiden doğan hareketinden) başka bir şey değildir. Zîrâ (çünkü) kuvvede (batında potansiyel güç olarak) mevcûd olan her bir şeyin fiilen (fiil olarak) zuhûru (açığa çıkması) kemâldir (tamlıktır, mükemmelliktir). Ve kemâl ise li-zâtihî (zatından dolayı) mahbûbdur (muhabbet olunmuş, sevilmiştir).  Gerçi (her ne kadar) Hak Teâlâ hazretlerinin zât-ı ahadiyyet (ahad olduğu zat) mertebesinde, kendi nefsine ve zâtına olan ilmi, o mertebede âlemlerden ganî (zengin, doygun) olması cihetinden, (yönünden) yine kendisine mahsûstur (aittir).  Ve bu mertebede, bu ilm-i zâtiden (zati ilminden) vücûd-i hâricide (açığa çıkmış alemde (evrende) "gayr" (başka) ta'bîr ettiğimiz, (dediğimiz) onun şuûnât-ı zâtiyyesinden (zati fiillerinden, işlerinden) hiçbir şe'nin (işin, fiilin) aslâ nasîbi (payı) ve iştirâki (ortaklığı) yoktur.

Devam edecek

 

 

 
 
İzmir - 17.06.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com