[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ ULVİYYE"
BEYÂNINDA OLAN FASTIR]
Velâkin (fakat) bu
ilm-i zâtiden (zati ilminden)
başka bir ilim daha / vardır ki, o ilim, "ilm-i
esmâî (esması ile alakalı)
ve sıfâtî"dir
(sıfatları ile alakalı ilmidir).
Ve bu ilim ancak hâdisin
(sonradan olanın)
vücûduyla (varlığıyla)
hâsıl olur (meydana
gelir).
Ve hâdis (sonradan meydana gelmiş) ise a'yân-ı âlemdir
(evren hakikâtleridir).
Ve bu a'yân
(hakikâtler) mütevekkin
(yaratılmış)
olunca hâdis
hakkında ilm-i zevkî
(zevk ilmi) husûle
gelir (oluşur).
Şu halde, Hak Teâlâ hazretlerinin merâtib-i
ilminin (ilim mertebelerinin),
ancak ilm-i hâdis
(hadis ilmi) ile tamâm olması kalmış idi.
A'yân-ı âlem (alemin
hakikâtleri) mevcûd olunca, ilm-i muhdes
(sonradan oluşmuş ilim)
ve kadîm (öncesi olmayan
eski) ictimâ' ederek
(toplanarak, bir araya gelerek)
sûret-i kemâl
(tam, olgun, en mükemmel suret) zâhir oldu
(göründü).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) mertebe-i ilm
(ilim mertebesi)
vecheyn (iki taraf)
ile ya'nî kadîm (önceden
mevcut) olan zâtın ve hâdis
(sonradan olmuş) olan
vücûd-i mümkinin (mümkin
varlığın (evrenin) ) ilmi ile kâmil
(tam, mükemmel) olur.
Ve ilm-i zâtî (zatıyla
alakalı ilim) ve sıfâtîye
(sıfatlarıyle alakalı ilme)
dâir olan tafsîlât
(geniş açıklama)
Fass-ı Şîsî'de (Şisi
bölümünde) ve Fass-ı Lokmânî'de
(Lokman bölümünde)
mürûr etti (geçti).
Bu bahsi (konuyu)
iyi anlamak için oralara mürâcaat olunsun.
Zîrâ (çünkü) bu
bahiste (konuda)
pây-i akıl (aklın ayağı)
kayar ve zannolunur ki, Allah Teâlâ'ya noksan
(eksik) isnâd
olunuyor (yakıştırması
yapılıyor).
Halbuki Allâhü Zü'l-Celâl hazretleri min-haysü'z-zât
(zatı bakımından)
her şeyden ganîdir
(zengindir, doygundur).
Ve mertebe-i ilm-i Hak
(Hakk’ın ilim mertebesi)
vecheyn (iki taraf)
ile kâmil (tam,
mükemmel) olduğu gibi merâtib-i vücûd
(vücut mertebeleri)
dahi a'yân-ı âlem (aşikâr
olmuş alem) ile kâmil
(tam, mükemmel) olur.
Zîrâ (çünkü)
mertebe-i şehâdet (içinde
bulunduğumuz, görülen alem) mertebe-i
tafsîldir (teferruat,
açılmış, detay alemdir) ve mertebe-i zât
(zat mertebesi) ise
mertebe-i icmâldir (öz, özet
mertebedir) ve icmâl
(özet)
tafsîl (detay)
ile kâmil (tam,
olgun) olur.
Ve
vücûdun (varlığın)
ba'zısı ezelî ve ba'zısı gayr-i ezelîdir
(ezeli değildir).
Ve vücûd-i gayr-i ezelî
(ezeli olmayan varlık)
hâdistir (sonradan
yaratılmıştır). İmdi
(buna göre) "vücûd-i'
ezelî" (ezeli olan varlık)
Hakk'ın kendi nefsiyle kâim
(mevcut) olan
vücûdudur (varlığıdır) . "Vücûd-i
gayr-i ezelî" (ezeli olmayan
varlık) ise âlemin
(evrenin)
sûretleriyle zâhir olan
(açığa çıkan, görülen) Hakk'ın vücûdudur
(varlığıdır) ki, o
âlem ilm-i ezelî-i ilâhîde
(Allah’ın ezeli ilminde) "ayn"
(hakikât) ile
sâbittir (mevcuttur,
belirlenmiştir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) âlemin
(evrenin)
sûretleriyle zâhir olan
(açığa çıkan, görülen) Hakk'ın vücûdu
(varlığı) "hudûs"
(sonradan peyda olmak)
ile tesmiye olunur
(adlandırılır).
Ya'nî suver-i muhtelife
(çeşitli suretler) ile zâhir olan
(açığa çıkan, görülen) âleme
(evren ve evren suretlerine)
biz hâdis"
(sonradan meydana gelmiş) tesmiye ederiz
(deriz).
Fakat bu hâdis
(sonradan olma),
vücûd-i mutlak-ı Hakk'ın
(Hakk’ın sınırsız, kayıtsız
varlığının) bir mertebesinden başka bir şey
değildir. Ve buna vücûd-i Hakk"ın
(Hakk’ın varlığının)
gayridir (başkasıdır)
denilmiş olsa, Hakk'ın ve âlemin vücûdları mahdûd
(sınırlı) olmak ve
Hak Teâlâ, âlemi kendi vücûdunun
(varlığının) hudûdu
(sınırları)
hâricinde (dışında)
olarak icâd etmek
(yaratmak) lâzım gelirdi. Ve böyle i'tikâd
edenler (inananlar),
Hak Teâlâ hazretlerinin
أَلَا إِنَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ مُّحِيطٌ
(Fussılet, 41/54) kavl-i şerîfini
(mübarek sözlerini),
idrâk etmeyen
(anlamayan) ukûl-i zaîfe
(aklı zayıf olan)
erbâbıdır (kimselerdir).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) "mertebe-i zât",
(zat mertebesi)
"mertebe-i ilim", (ilim
mertebesi) "mertebe-i ervâh",
(ruhlar mertebesi)
"mertebe-i misâl" (hayal
mertebesi) "mertebe-i şehâdet"
(görülen, şahit olunan mertebe)
ve "mertebe-i insân-ı kâmil"
(tam mükemmel, eksiksiz insan
mertebesi) hep vûcûd-i mutlakın
(sınırsız kayıtsız varlığın)
birer mertebesinden ibârettir. Ve Hak bu
merâtibde (mertebelerde)
zâtiyle sârîdir
(yayılmıştır) ve kâffe-i merâtibi
(bütün mertebelerin hepsini)
zât-ı şerîfiyle
(mübarek, kutsal zatıyla) muhîttir
(kuşatmış, ihata etmiştir)
ve her bir mertebenin mâdûnu
(altındaki),
kendisine nisbeten
(göre) tafsîldir
(açılmış detaydır,
teferruattır).Şu halde bu merâtibin
(mertebelerin) hudûsü
(sonradan peyda olması)
zuhûr-i kemâl
(kemalin açığa çıkması) içindir. Zîrâ
(çünkü) âlemin /
ba'zısı, ba'zısına zâhir olur
(görülür).
Ve âlemin ba'zısının
ba'zısına zâhir olması
(görülmesi),
suver-i âlemle
(evren suretleriyle) Hakk'ın kendi nefsine
zâhir olmasıdır
(görünmesidir).
Ve eğer zât bu sûretle
(şekilde) merâtibde
(mertebelerde)
zâhir olmasa (görünmese)
idi, hâl-i icmâl (öz, özet
halde (icmal durumda olduğu halde) devâm
üzere olur idi. Ve hâl-i tafsîl
(açılmış, teferruat hali)
mevcûd olmayınca da kemâl
(tamlık) zâhir olmaz
(meydana çıkmaz)
idi. Binâenaleyh (bundan
dolayı) vücûd
(varlık),
mertebe-i tafsîl (tafsil,
detay mertebesi) olan âlem
(evren) ile kâmil
(tam, noksansız, mükemmel)
oldu. Böyle olunca âlemin
(evren ve evren suretlerinin)
hareketi, vücûdun
(varlığın) husûl-i kemâli
(kemalinin açığa çıkması)
için vâkı' (olmuş)
oldu. Ve kemâl
(noksansızlık, mükemmellik) li-zâtihî
(zatının gereği olarak)
mahbûb (sevilmiş,
sevilen) olduğundan bu hareket dahi hareket-i
hubbiyye (sevginin hareketi
(sevgiden ileri gelen hareket)
oldu.
Bu
bahis (konu) gâyet
dakîk (ince)
olduğundan Hz. Şeyh (r.a.)
فافهم
ya'ni "İyi anla!" buyururlar ve fi'l-hakîka
(doğru olarak) bu
bahis (konu)
anlaşılmaz ise kelâm-ı Fusûs’un
(Füsusta geçen sözlerin)
zevkıne varılamaz. Ve yanlış anlayanlar ise dalâlete
(şaşkınlığa) düşüp
şerîatı (şeriat hükümlerini)
ta'tîl etmek (ara
vermek, durdurmak) belâsına giriftâr
(düşmüş) olurlar. Hz.
Attâr ne güzel buyuruyor. Beyt:
تاشناسد شاهرا در هر لباس
مردمي
بايد كه باشد شه شناس
Tercüme: "Pâdişâhı hakkıyla tanıyan bir adam lâzımdır
ki, herhangi bir libâs
(giysi) içinde olursa olsun pâdişâhı
tanıyabilsin!"
Devam edecek |