Füsûs-ül Hikem

328. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ

ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR] 

Sen onu görmez misin ki, müsemmâ-yı âlemin "ayn"ında âsârının adem-i zuhûrundan nâşî, esmânın bulduğu şeyi esmâ-i ilâhiyyeden nasıl tenfîs eyledi? İmdi râhat onun için mahbûb oldu. Halbuki ona ancak a'lâ ve esfel olan vücûd-ı sûrî sebebiyle vâsıl oldu Böyle olunca hareketin hubb için olduğu sâbit oldu. Binâenaleyh kevnde hubba mensûb olmayan bir hareket yoktur. İmdi bunu bilen kimse ulemâdan ba'zdır. Ve nefis üzerine hükm ettiğinden ve nefis üzerine istîlâ eylediğinden dolayı, kendisini sebeb-i akreb mahcûb eden kimse dahi ulemâdan ba'zdır. Şu halde kıbtînin, katlinden vâkı' olan şey ile Mûsâ (a.s.) için havf meşhûdün-leh oldu. Ve havf dahi katilden necât hissini mutazammın oldu. İmdi havf ettiği şeyden firâr etti. Ve ma'nâda Fir'avn'dan ve onun ona amelinden necâta muhabbet ettiği şey için firâr eyledi. Binâenaleyh vaktinde, meşhûdün-leh olan sebeb-i akrebi zikr etti ki, o sebeb beşer için süret-i cisim gibidir. Ve hubb-i necât, cesedi müdîr olan rûhun cesedi tazammun ettiği gibi, onda mutazammındır. Ve enbiyâ için lisân-ı zâhir vardır ki, hitâbın umûmî olmasından ve âlim-i sâmi'in fehmine i'timâdlarından nâşî, onunla tekellüm ederler. İmdi rusül ehl-i fehmin mertebesini bildikleri için, âmmenin gayrîne i'tibâr etmezler. Nitekim Resûl (a.s.) atâyâ hakkında bu mertebeye tenbîh eyledi de buyurdu ki: “Muhakkak ben, başkası bana daha sevgili olduğu halde, Allah Teâlâ'nın onu nâra düşüreceği havfinden dolayı bir racüle i'tâ eylerim.” Binâenaleyh üzerine tama' ve tab' gâlib olan aklı ve nazarı zaîf kimseye i'tibâr etti (13).

 

Ya'ni âlem (evren) tesmiye ettiğimiz (dediğimiz) şeyin "ayn"ı (hakikâti) zât-ı ahadiyyette (ahad olan Zat’ta) muhtefî " (gizlenmiş) ve kâmin (saklı) ve sâha-i / fiilde (fiil sahasında) ma'dûm (yok) idi. Ve esmâ-i ilâhiyyenin (ilahi isimlerin (Allah katında bulunan esma) ) âsârı (eserleri) olan suver-i muhtelife-i âlem (çeşitli evren suretleri) mertebe-i kesâfette (koyu, yoğun mertebede) zâhir (açığa çıkmış) değil idi. Halbuki esmâ-i ilahiyye (ilahi isimler) bu adem-i zuhûrdan (açığa çıkmamış olmalarından) nâşî (dolayı) kendi nefsinde sıkıntı ve ıztırâb bulur ve zevkan (zevk alarak) müşâhede ederdi (görür idi).  İşte sen Allah Teâlâ hazretlerini görmez misin ki, esmâ-i ilâhiyyeden (ilahi isimlerden) bu ıztırâbı nasıl tenfîs etti! (nefes verdi (ferahlandırdı) Ve zât-ı Hakk'a (Hakk’ın zatına) nisbetle (göre) esmâ (isimler), zât-ı insana (insanın zatına) nisbetle (göre) nefes hükmündedir. İnsan zâtında (kendinde) mündemic olan (bulunan) nefesi tenfîs (üfleyip) ve ihrâc edince (dışarı atınca) müsterîh olduğu (rahatladığı) gibi, zât-ı Hak (Hakk’ın zatı) dahi kendisinde mündemic olan (bulunan) esmâyı (isimleri) tenfîs edince (dışarı üfleyince) müsterîh olur (rahatlar). Binâenaleyh (bundan dolayı) râhat Hak için mahbûb (sevilen) oldu. Ve bu hal iktîzâ-yı zâtîdir (Zatının gereğidir).Ve bir şey zâtının muktezâsından (gereklerinden) tenzîh (mukaddes, arı, berî) olunamaz. Ancak zikr olunan (anlatılan) teşbîh, (benzetme) zât-ı Hakk'ın (Hakk’ın Zatının) tenfîsine (teneffüs etmesine) tamâmiyle mutâbık (uygun) değildir. Zîrâ (çünkü) insan evvela vücûdunun hâricinden (dışından) müvellidü'l-humûza (oksijen) denilen havayı teneffüs edip (içine çekip) ba'dehû (daha sonra) vücûdunda mütevekkin olan (oluşan) hâmız-ı karbonu (karbondioksiti) ihrâc (dışarı atmak) ve tenfîs etmek (solumak) mecbûriyetindedir. Zât-ı insanın (insanın kendisinin) ferah ve râhatı bu sûretle (şekilde) olur. Hakk'ın tenfîsi (teneffüsü) ise kendi vücûd-ı mutlakının (sınırsız, kayıtsız vücudunun) hâricinden (dışından) bir şey ahzine (almasına, kabul etmesine) muhtac değildir. Zîrâ (çünkü) vücûd-i mutlak (kayıtsız varlık) nâmütenâhidir (sonsuzdur).Onun vücûdunun (varlığının) hârici (dışı) mutasavver değildir (düşünülemez). Hakk'a, nisbetle (göre) râhat dediğimiz şey, sâir (diğer) esmâ (isimler) gibi şuûnât-ı ilâhiyyeden (ilahi işlerden) bir şe'ndir (iştir) ve zât-ı Hakk'ın (Hakk’ın Zatının) aynıdır. Ve bu râhata, ancak "a'yân-ı sâbite", (ilmi suretler) "ervâh" (ruhlar) ve "misâl" (hayal) ve "şehâdet" (gözle görülen şeyler) gibi a'lâ (yüce) ve esfel (aşağı) olan vücûd-i sûrî (surete bürünmüş, suret giymiş varlıklar) sebebiyle vâsıl olundu (erişildi). Ya'nî zât-ı mutlak (mutlak, kayıtsız zat) mertebe-i letâfetten (şeffaf (nur) mertebeden) ale't-tedric (tedricen, derece derece) bu mertebelere tenezzül edip (inip) her bir mertebenin icâbına göre suver-i esmâiyyesiyle (esma suretleriyle) müteayyin olmak (meydana çıkmak, belirmek) sebebiyle bu râhat husûle geldi (oluştu). Ve mâdemki Hak için mahbûb olan (sevilen) bu râhat tenezzülât-ı Zâtiyye (Zatın inmeleri) ile hâsıl oldu (oluştu) ve tenezzülât (inişler) ise hareketten başka bir şey değildir; şu halde hareketin hubb (sevgi) için olduğu sâbit oldu (anlaşıldı).  Binâenaleyh (bundan dolayı) kevnde (kozmik evrende) ve âlem-i vücûdda (varlık aleminde) hubba (sevgiyle) mensûb (ilgili) olmayan bir hareket yoktur. Ya'nî her bir hareket muhabbet (sevgi) sebebiyle vâkı' olur (gerçekleşir). Bu, böyle bir kâidedir ki, aslâ istisnâsı (kural dışı olma durumu) yoktur. Ve bu kânûn-i esâsîyi, (esas kaideyi) ulemâdan (alimlerden) ba'zıları [bilir]; âlem-i vücûdda (varlık aleminde) vâkı' (olmuş) olan harekâtın (hareketlerin) sebeb-i zâhirîsine (dış sebeplerine) bakmayıp hakîkatine nazar ettiklerinden (baktıklarından), onlar için sebeb-i zâhirî (dış sebepler) hicâb (perde) olmaz. Ve ulemânın / (alimlerin) ba'zısı ise, hicâba düşmek (perdelenmek) şânından bulunan nefs üzerine (nefisden) hükm ettiklerinden (karar verdiklerinden) ve nefsin muktezâsı (gerekleri) üzerine istîlâ eyledikten (sardıktan) sonra hakîkat-i harekete (hareketin hakikâtine) nazar edemeyip (bakamayıp) o hareketin sebeb-i zâhirîsi (dış sebebi ile mahcûb olurlar (perdelenirler). Binâenaleyh (bundan dolayı) hakîkate nâzır olan (bakan) ulemâ (alimler), kıbtînin (çingenenin) katlinden (öldürülmesinden) nâşî (dolayı) vâkı' olan (gerçekleşen) taleb (istek) sebebiyle, zâhiren (görünüşte) Mûsâ (a.s.) için havf (korku) meşhûd olduğunu (görüldüğünü) ve havf (korku) dahi katilden necâta (kurtulma) muhabbeti (sevgisini) tazammun eylediğini (içerdiğini) ve binâenaleyh (bundan dolayı) Mûsâ (a.s.)’ın zâhirde (görünüşte) havf eylediği (korktuğu) katilden ve ma'nâda ise Fir'avn'dan ve Fir'avn'ın Mûsâ (a.s.)’a yapacağı siyâsetten (idam cezasından) necâta (kurtulmaya) muhabbetten (duyduğu sevgiden) firâr ettiğini (kaçtığını) bilir. Fakat âlem-i kevn, (kozmik alem) ism-i Zâhir'in (zahir isminin) mazharı (göründüğü mahal) olduğu ve yalnız lisân-ı hakîkatle (hakikât diliyle) tekellüm (konuşmak), ahkâm-ı zâhireyi (dış hükümleri) ihmâl etmek (boşlamak) demek olacağı ve halbuki ism-i Zâhir'in (zahir isminin) muktezâsı (gereği) olan şerîatle gelen enbiyâ (nebiler) (a.s.)’ın lisân-ı zâhir (zahir dili) ile tekellümü (konuşması) lâzım geldiği için, Mûsâ (a.s.), firâr (kaçış) vaktinde, meşhûdün-leh (kendisi tarafından görülmüş) olan sebeb-i akrebi (yakın sebebi) zikr edip (söyleyip)    فَفَرَرْتُ مِنكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ    (Şuarâ, 26/21) ya'nî "Ben sizden korktuğumdan dolayı kaçtım" buyurdu. Ve korku sebeb-i akreb (yakın sebeb) ve necâta (kurtulmaya) hubb (duyulan sevgi) ise onun zımmında (dolayısıyla) olan sebeb-i baîddir (uzak sebeptir). Ve sebeb-i akreb (yakın sebep) cism-i beşerin (insan cismine) sûretine benzer. Ve sebeb-i baîd (uzak sebep) olan hubb-i necât (kurtuluşa duyulan sevgi) ise cesedin zımnında (dolayısıyla) cesedi müdîr olan (idare eden, yöneten) rûh gibi, o sebeb-i akrebin (yakın sebebin) zımmında (dolayısıyla) vâkı' olup, (gerçekleşip) bu sebeb-i akrebi (yakın sebebi) tedbîr eder (tasarruf eder, yönetir). Binâenaleyh (bundan dolayı) Mûsâ (a.s.) lisân-ı zâhir (zahir dili) ile tekellüm buyurdu (konuştu). Zîrâ (çünkü) enbiyâ (nebiler) (aleyhimüs's-selâm) umûma (herkese) hitâb ettikleri (söz söyledikleri) ve bu hitâblarını (sözlerini), ulemânın (alimlerin) fehimlerine (akıllarına, anlayışlarına) i'timâd ettikleri (güvendikleri) için, lisân-ı zâhir (zahir dili) ile tekellüm ederler (konuşurlar). Binâenaleyh (bundan dolayı) rusûl-i kirâm hazarâtı (ulu peygamberler) ehl-i fehmin (akıl sahiplerinin) mertebesini ve onların kelâmın (sözlerin) zahirinden (dış manalarından) bevâtınına (batın manalarına) intikâl edeceklerini (geçeceklerini) bildikleri için, nâkısu'l-fehm (aklı noksan) olan avâmmın (sıradan kimselerin) gayrisine (başkasına) i'tibâr etmezler (önem vermezler). Zîrâ (çünkü) getirdikleri ulûm (ilimler) ve şerâyi'i (şeriatleri) umûma (herkese) teblîğa (bildiriyi iletmeye) me'mûrdurlar (vazifelidirler).

Devam edecek

 

 

 
 
İzmir - 01.07.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com