[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
Sen onu görmez misin ki, müsemmâ-yı âlemin "ayn"ında
âsârının adem-i zuhûrundan nâşî, esmânın bulduğu şeyi
esmâ-i ilâhiyyeden nasıl tenfîs eyledi? İmdi râhat onun
için mahbûb oldu. Halbuki ona ancak a'lâ ve esfel olan
vücûd-ı sûrî sebebiyle vâsıl oldu Böyle olunca hareketin
hubb için olduğu sâbit oldu. Binâenaleyh kevnde hubba
mensûb olmayan bir hareket yoktur. İmdi bunu bilen kimse
ulemâdan ba'zdır. Ve nefis üzerine hükm ettiğinden ve
nefis üzerine istîlâ eylediğinden dolayı, kendisini
sebeb-i akreb mahcûb eden kimse dahi ulemâdan ba'zdır.
Şu halde kıbtînin, katlinden vâkı' olan şey ile Mûsâ (a.s.)
için havf meşhûdün-leh oldu. Ve havf dahi katilden necât
hissini mutazammın oldu. İmdi havf ettiği şeyden firâr
etti. Ve ma'nâda Fir'avn'dan ve onun ona amelinden
necâta muhabbet ettiği şey için firâr eyledi.
Binâenaleyh vaktinde, meşhûdün-leh olan sebeb-i akrebi
zikr etti ki, o sebeb beşer için süret-i cisim gibidir.
Ve hubb-i necât, cesedi müdîr olan rûhun cesedi tazammun
ettiği gibi, onda mutazammındır. Ve enbiyâ için lisân-ı
zâhir vardır ki, hitâbın umûmî olmasından ve âlim-i
sâmi'in fehmine i'timâdlarından nâşî, onunla tekellüm
ederler. İmdi rusül ehl-i fehmin mertebesini bildikleri
için, âmmenin gayrîne i'tibâr etmezler. Nitekim Resûl (a.s.)
atâyâ hakkında bu mertebeye tenbîh eyledi de buyurdu ki:
“Muhakkak ben, başkası bana daha sevgili olduğu halde,
Allah Teâlâ'nın onu nâra düşüreceği havfinden dolayı bir
racüle i'tâ eylerim.” Binâenaleyh üzerine tama' ve tab'
gâlib olan aklı ve nazarı zaîf kimseye i'tibâr etti
(13).
Ya'ni âlem
(evren) tesmiye
ettiğimiz (dediğimiz)
şeyin "ayn"ı (hakikâti)
zât-ı ahadiyyette
(ahad olan Zat’ta)
muhtefî " (gizlenmiş)
ve kâmin (saklı)
ve sâha-i / fiilde (fiil
sahasında) ma'dûm
(yok) idi. Ve esmâ-i
ilâhiyyenin (ilahi isimlerin
(Allah katında bulunan esma) ) âsârı
(eserleri) olan
suver-i muhtelife-i âlem (çeşitli
evren suretleri) mertebe-i kesâfette
(koyu, yoğun mertebede)
zâhir (açığa çıkmış)
değil idi. Halbuki esmâ-i ilahiyye
(ilahi isimler) bu
adem-i zuhûrdan (açığa
çıkmamış olmalarından) nâşî
(dolayı) kendi
nefsinde sıkıntı ve ıztırâb bulur ve zevkan
(zevk alarak)
müşâhede ederdi (görür idi).
İşte sen Allah
Teâlâ hazretlerini görmez misin ki, esmâ-i ilâhiyyeden
(ilahi isimlerden)
bu ıztırâbı nasıl tenfîs etti!
(nefes verdi (ferahlandırdı)
Ve zât-ı Hakk'a (Hakk’ın
zatına) nisbetle
(göre) esmâ (isimler),
zât-ı insana (insanın
zatına) nisbetle
(göre) nefes hükmündedir. İnsan zâtında
(kendinde) mündemic
olan (bulunan)
nefesi tenfîs (üfleyip)
ve ihrâc edince (dışarı
atınca) müsterîh olduğu
(rahatladığı) gibi,
zât-ı Hak (Hakk’ın zatı)
dahi kendisinde mündemic olan
(bulunan) esmâyı
(isimleri) tenfîs
edince (dışarı üfleyince)
müsterîh olur (rahatlar).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) râhat Hak için mahbûb
(sevilen) oldu. Ve
bu hal iktîzâ-yı zâtîdir (Zatının
gereğidir).Ve bir şey zâtının muktezâsından
(gereklerinden)
tenzîh (mukaddes, arı, berî)
olunamaz. Ancak zikr olunan
(anlatılan) teşbîh,
(benzetme) zât-ı
Hakk'ın (Hakk’ın Zatının)
tenfîsine (teneffüs
etmesine) tamâmiyle mutâbık
(uygun) değildir.
Zîrâ (çünkü)
insan evvela vücûdunun hâricinden
(dışından)
müvellidü'l-humûza (oksijen)
denilen havayı teneffüs edip
(içine çekip)
ba'dehû (daha sonra)
vücûdunda mütevekkin
olan (oluşan)
hâmız-ı karbonu (karbondioksiti)
ihrâc (dışarı
atmak) ve tenfîs etmek
(solumak)
mecbûriyetindedir. Zât-ı insanın
(insanın kendisinin)
ferah ve râhatı bu sûretle
(şekilde) olur.
Hakk'ın tenfîsi (teneffüsü)
ise kendi vücûd-ı mutlakının
(sınırsız, kayıtsız vücudunun)
hâricinden (dışından)
bir şey ahzine (almasına,
kabul etmesine) muhtac değildir. Zîrâ
(çünkü) vücûd-i
mutlak (kayıtsız varlık)
nâmütenâhidir (sonsuzdur).Onun
vücûdunun (varlığının)
hârici (dışı)
mutasavver değildir
(düşünülemez).
Hakk'a, nisbetle
(göre) râhat dediğimiz şey, sâir
(diğer) esmâ
(isimler) gibi
şuûnât-ı ilâhiyyeden (ilahi
işlerden) bir şe'ndir
(iştir) ve zât-ı
Hakk'ın (Hakk’ın Zatının)
aynıdır. Ve bu râhata, ancak "a'yân-ı sâbite",
(ilmi suretler) "ervâh"
(ruhlar) ve "misâl"
(hayal) ve "şehâdet"
(gözle görülen şeyler)
gibi a'lâ (yüce)
ve esfel (aşağı)
olan vücûd-i sûrî
(surete bürünmüş, suret giymiş
varlıklar) sebebiyle vâsıl olundu
(erişildi).
Ya'nî zât-ı mutlak
(mutlak, kayıtsız zat)
mertebe-i letâfetten (şeffaf
(nur) mertebeden) ale't-tedric
(tedricen, derece derece)
bu mertebelere tenezzül edip
(inip) her bir
mertebenin icâbına göre suver-i esmâiyyesiyle
(esma suretleriyle)
müteayyin olmak (meydana
çıkmak, belirmek) sebebiyle bu râhat husûle
geldi (oluştu).
Ve mâdemki Hak için mahbûb olan
(sevilen) bu râhat
tenezzülât-ı Zâtiyye (Zatın
inmeleri) ile hâsıl oldu
(oluştu) ve
tenezzülât (inişler)
ise hareketten başka bir şey değildir; şu halde
hareketin hubb (sevgi)
için olduğu sâbit oldu
(anlaşıldı).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) kevnde (kozmik
evrende) ve âlem-i vücûdda
(varlık aleminde)
hubba (sevgiyle)
mensûb (ilgili)
olmayan bir hareket yoktur. Ya'nî her bir hareket
muhabbet (sevgi)
sebebiyle vâkı' olur (gerçekleşir).
Bu, böyle bir kâidedir ki, aslâ istisnâsı
(kural dışı olma durumu)
yoktur. Ve bu kânûn-i esâsîyi,
(esas kaideyi)
ulemâdan (alimlerden)
ba'zıları [bilir]; âlem-i vücûdda
(varlık aleminde)
vâkı' (olmuş)
olan harekâtın (hareketlerin)
sebeb-i zâhirîsine
(dış sebeplerine)
bakmayıp hakîkatine nazar ettiklerinden
(baktıklarından),
onlar için sebeb-i zâhirî
(dış sebepler) hicâb
(perde) olmaz. Ve
ulemânın / (alimlerin)
ba'zısı ise, hicâba düşmek
(perdelenmek)
şânından bulunan nefs üzerine
(nefisden) hükm
ettiklerinden (karar
verdiklerinden) ve nefsin muktezâsı
(gerekleri) üzerine
istîlâ eyledikten
(sardıktan)
sonra hakîkat-i harekete
(hareketin hakikâtine)
nazar edemeyip (bakamayıp)
o hareketin sebeb-i zâhirîsi
(dış sebebi
ile mahcûb olurlar
(perdelenirler).
Binâenaleyh (bundan dolayı)
hakîkate nâzır olan
(bakan) ulemâ
(alimler),
kıbtînin (çingenenin)
katlinden (öldürülmesinden)
nâşî (dolayı)
vâkı' olan (gerçekleşen)
taleb (istek)
sebebiyle, zâhiren (görünüşte)
Mûsâ (a.s.) için havf
(korku) meşhûd
olduğunu (görüldüğünü)
ve havf (korku)
dahi katilden necâta
(kurtulma) muhabbeti
(sevgisini)
tazammun eylediğini (içerdiğini)
ve binâenaleyh (bundan
dolayı) Mûsâ (a.s.)’ın zâhirde
(görünüşte) havf
eylediği (korktuğu)
katilden ve ma'nâda ise Fir'avn'dan ve Fir'avn'ın
Mûsâ (a.s.)’a yapacağı siyâsetten
(idam cezasından)
necâta (kurtulmaya)
muhabbetten (duyduğu
sevgiden) firâr ettiğini
(kaçtığını) bilir.
Fakat âlem-i kevn, (kozmik
alem) ism-i Zâhir'in
(zahir isminin)
mazharı (göründüğü mahal)
olduğu ve yalnız lisân-ı hakîkatle
(hakikât diliyle)
tekellüm (konuşmak),
ahkâm-ı zâhireyi
(dış hükümleri) ihmâl etmek
(boşlamak) demek
olacağı ve halbuki ism-i Zâhir'in
(zahir isminin)
muktezâsı (gereği)
olan şerîatle gelen enbiyâ
(nebiler) (a.s.)’ın
lisân-ı zâhir (zahir dili)
ile tekellümü (konuşması)
lâzım geldiği için, Mûsâ (a.s.), firâr
(kaçış) vaktinde,
meşhûdün-leh (kendisi
tarafından görülmüş) olan sebeb-i akrebi
(yakın sebebi) zikr
edip (söyleyip)
فَفَرَرْتُ مِنكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ
(Şuarâ, 26/21) ya'nî "Ben sizden korktuğumdan dolayı
kaçtım" buyurdu. Ve korku sebeb-i akreb
(yakın sebeb) ve
necâta (kurtulmaya)
hubb (duyulan sevgi)
ise onun zımmında
(dolayısıyla) olan
sebeb-i baîddir (uzak
sebeptir).
Ve sebeb-i akreb (yakın
sebep) cism-i beşerin
(insan cismine)
sûretine benzer. Ve sebeb-i baîd
(uzak sebep) olan
hubb-i necât (kurtuluşa
duyulan sevgi) ise cesedin zımnında
(dolayısıyla) cesedi
müdîr olan (idare eden,
yöneten) rûh gibi, o sebeb-i akrebin
(yakın sebebin)
zımmında (dolayısıyla)
vâkı' olup, (gerçekleşip)
bu sebeb-i akrebi
(yakın sebebi)
tedbîr eder (tasarruf eder,
yönetir).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) Mûsâ (a.s.) lisân-ı zâhir
(zahir dili) ile
tekellüm buyurdu (konuştu).
Zîrâ (çünkü)
enbiyâ (nebiler)
(aleyhimüs's-selâm) umûma
(herkese) hitâb
ettikleri (söz söyledikleri)
ve bu hitâblarını
(sözlerini),
ulemânın (alimlerin)
fehimlerine (akıllarına,
anlayışlarına) i'timâd ettikleri
(güvendikleri) için,
lisân-ı zâhir (zahir dili)
ile tekellüm ederler
(konuşurlar).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) rusûl-i kirâm hazarâtı
(ulu peygamberler)
ehl-i fehmin (akıl
sahiplerinin) mertebesini ve onların kelâmın
(sözlerin)
zahirinden (dış manalarından)
bevâtınına (batın
manalarına) intikâl edeceklerini
(geçeceklerini)
bildikleri için, nâkısu'l-fehm
(aklı noksan) olan
avâmmın (sıradan kimselerin)
gayrisine (başkasına)
i'tibâr etmezler
(önem vermezler).
Zîrâ (çünkü)
getirdikleri ulûm
(ilimler) ve
şerâyi'i (şeriatleri)
umûma (herkese)
teblîğa (bildiriyi
iletmeye) me'mûrdurlar
(vazifelidirler).
Devam edecek |