[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
Nitekim (S.a.v.) Efendimiz
atâyâ (bağışlar)
hakkında bu mertebeye tenbîh
(ikaz) edip buyurdu
ki: "Ben atâyı (bağışı)
öyle bir adama yaparım ki, o adamın üzerine
tama' (doymazlık, açgözlülük)
ve tab'-ı nefs (nefsinin
tabiatı) galebe ettiği
(baskın olduğu) için
Allah Teâlâ'nın onu nâra (ateşe)
düşüreceğinden korkarım. Halbuki bezl-i atâ
ettiğim (esirgemeden
verdiğim) bu adamdan daha ziyâde
(fazla) sevdiğim
adamlar vardır. Velâkin (ama)
onlarda sıfât-ı nefsâniyye
(nefsi sıfatlar)
gâlib (baskın)
olmadığı ve atâdan (bağıştan)
mahrûmiyyetlerinden dolayı benden nefret ve
tebâudle (uzaklaşmakla)
nâr-ı bu'da (uzaklık
ateşine) düşmeleri havfi
(korkusu)
bulunmadığı için, emr-i atâda
(bağış hususunda)
onları te'hîr edip (geciktirip)
bu adamların mâ-dûnunda
(alt derecesinde)
bulunan ashâb-ı nefs-i (nefs
sahiplerini) tercîh
(önemser) ve takdîm
ederim (öncelik veririm)."
İşte görülüyor ki / (S.a.v.) Efendimiz üzerlerine tama'
(açgözlülük, hırs)
ve tab'-ı nefsânî (nefsani
tabiat) gâlib (baskın)
olan, akılları ve nazarları
(görüşleri) zaîf
(zayıf) olan
kimseleri emr-i atâda (bağış
hususunda) tercîh buyurdu. Ve mertebesi
yüksek olanları bırakıp mertebesi aşağı olanları zâhirde
(görünüşte)
taltîf eyledi (gönlünü
hoş etti, sevindirdi) .
İmdi böylece, onların ulûmdan getirdikleri şepi,
kendisi için gavs olmayan kimse, hil'at indinde vâkıf
olmak için, üzerinde ednâ-yı fuhûm libâsı olduğu halde
getirdiler. İmdi "Bu hil'at ne güzelidir!" der ve onu
derecenin gâyesi görür. Ve hikem incilerine dalan fikr-i
dakîk sâhibi, "Bu, melikten ne şey sebebiyle bu hil'ate
müstevcib oldu?" der. Binâenaleyh hil'atin kadrine ve
siyâbdan onun sınıfına nazar eder. Böyle olunca hil'atin
kadrinden, üzerine hil'at giydirilen kimsenin kadrini
bilir. İmdi bunun misli ilmi olmayan, kendisinin gayri
için hâsıl olmayan bir ilme muttali' olur. Ve vaktâki
enbiyâ ve rusül ve verese-i muhakkık âlemde ve
kendilerinin ümmetlerinde bu mesâbede olan kimse mevcûd
olduğunu bildiler; ibârede kendisine hâss ve âmmın
iştirâki vâkı' olan lisân-ı zâhire kasd ettiler.
Binâenaleyh hâss/âmmın, ondan anladığı şeyi ve ziyâdeyi
anlar ki, o ziyâdeden dolayı kendisi için "hâss" ismi
sahîh oldu. Böyle olunca o şey ile âmmdan mütemeyyiz
olur. Şu halde, ulûmu mübelliğ olanlar bununla iktifâ
ettiler. İşte Mûsâ (a.s.)
فَفَرَرْتُ مِنكُمْ لَمَّا
خِفْتُكُمْ
(Şuarâ, 26/21) kavlinin hikmeti budur. Ve “Ben sizden
selâmet ve âfiyet hubbünden dolayı kaçtım” demedi (14).
Ya'nî rusül-i kirâm hazarâtı
(hazretleri),
lisân-ı zâhir (zahir
dili) ile tekellüm ettikleri
(konuştukları) gibi,
ulûm (ilimler) ve
maârif-i ilâhiyyeden (ilahi
bilgilerden) getirdikleri şeyi dahi
üzerlerinde ednâ-yı fuhûm (anlayışların
en aşağısı),
ya'nî fehm-i zâhir
(dış anlayış) libâsı
(elbisesi) olduğu
halde getirdiler. Tâ ki zâhirden
(dıştan) bâtına
(içe) dalmak
isti'dâdı olmayan kimse, bu hil'at
(kaftan (dışa giyilen
gösterişli elbise),
ya'nî ibâre-i zâhire
(zahir cümleler)
indinde (düşüncesine göre)
vâkıf olsun (bilsin)
ve nasîbini zâhir-i kelâmdan
(zahir sözlerden)
alsın. Binâenaleyh (bundan
dolayı) kelâmın (sözlerin)
zâhirine (dış
yüzüne) saplanıp kalan ednâ-yı fuhûm
(kıt anlayış) sâhibi
“Bu hil'at (kaftan),
ya'nî ibâre-i zâhire
(zahir sözler)
ne güzeldir!" der. Ve libâs-i ma'nâ
(mananın elbisesi)
olan kelâm-ı zâhiri (zahir
sözler) derecenin nihâyeti
(sonu) görür. Ve
hikmetlerin incilerine dalan fehm-i dakîk
(ince, hassas anlayış)
sâhibi: "Bu üzerine hil'at
(kaftan (dış elbisesi) )
giydirilen ne şey sebebiyle pâdişâhdan bu hil'ata
(kaftana) müstevcib
(layık) oldu?"
der de, hil'atin (kaftanın)
kadrine
(değerine, kıymetine) ve siyâbdan
(giysilerden) onun
sınıfına nazar eder (bakar).Zîrâ
(çünkü) pâdişâhın
vüzerâya (vezirlerine)
ihsân edecegi
(vereceği) libâs
(elbise) onların hâl ve şânlarına ve
hammallara ihsân edeceği
(vereceği) libâs
(giysi) dahi onların sınıfına göre olur.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
fehm-i dakîk
(ince, hassas anlayış) sâhibi, üzerine hil'at
(kaftan (süslü dış gıysi)
giydirilmiş olan kimsenin kadrini
(derecesini),
bu hil'at
(kaftan) ve libâsın
(giysinin)
derecesinden bilir ve öyle bir ilme muttalî' olur
(öğrenir, bilir) ki,
kendisinden başkalarına bu ilim hâsıl olmamıştır
(oluşmamıştır) ve
kendisinin gayri (başkası)
için bunun gibi hikmet incilerine ilim husûle
gelmemiştir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) ulûm
(ilimler) ve maânî
(manalar)
deryâsına (denizine)
dalan ârif (bilen kişi),
o kelâm (sözler)
ile muhâtab olan
(konuşan) kimsenin kadrini
(derecesini, rutbesini)
o kelâmdan (sözlerden)
anlar. Zîrâ
(çünkü) bizim bile âhâd-i nâsa
(avama, cahil kimselere)
hitâbımız
(konuşmalarımız) başka ve tahsîl-i ulûm ile
(ilim öğrenerek)
fikri teâlî etmiş
(yükselmiş) olan kimselere hitâbımız
(konuşmalarımız)
başka olur.
İşte bundan dolayı
rusûl (resuller)
ve enbiyâ (nebiler)
(a.s.)’ın kelâmı (sözleri)
fehm-i zâhir (dış
yüzüne göre anlayış) üzeredir. Vaktâki
(ne vakit ki) rusül
(resuller) ve
enbiyâ (nebiler)
(aleyhimü's-selâm) ve onların vârisleri
(mirasçıları) olan
evliyâ-yı kirâm (soylu, ulu
veliler),
âlemde (dünyada)
ve kendilerine tâbi' (uyan,
bağlı) olan kimseler arasında bu mesâbede
(derecede) olan,
ya'nî kelâmın (sözlerin)
zâhirinden (dışından
(dış anlamından) ) bâtınına
(içine (manasına) )
intikâl edebilen (geçebilen)
ricâl (mevki
sahibi kimseler) olduğunu bildiler, ibârat-ı
kelâmda (konuşulan
cümlelerde) lisân-ı zâhire
(zahir dilini (dış manasını)
kasd ettiler. Çünkü lisân-ı zâhir
(zahir dili (dış anlamı))
üzere söylenen kelâmı
(sözleri) anlamak
husûsunda havâs (muhterem,
saygın olanlar) ve avâmmın
(halkın genelinin)
iştirâki (ortaklığı)
vardır. Ve kelâm (sözler)
lisân-ı zâhir (dış
anlamının dili) üzere
(şeklinde)
söylenince, avâm (herkes)
kendi fehmi (anlayışı)
derecesinde ma'nâ-yı zâhiri
(açık, meydanda olan, herkesçe
anlaşılabilen manasını) anlayacağı gibi,
havâs (muhterem, saygın
olanlar) dahi anlar. Velâkin
(fakat) havâs
(seçkinler),
avâmmın (halkın)
bu kelâmdan (sözlerden)
anladığı ilmi anlamakla beraber, daha
ziyâdesini de (fazlasını)
anlar. İşte bu ziyâdeyi
(fazlayı) anladığı
için fehm-i dakîk (ince,
hassas anlayış) sâhibi olan kimseye "hâss"
ismini vermek sahîh (doğru)
oldu. Ve bu ziyâdeyi
(fazlayı) anlaması
sebebiyle avâmdan (cahil
halktan) ayrıldı. Şu halde, ulûmu
(ilimleri) teblîğ
eden (ulaştıran)
rusûl (resuller)
ve enbiyâ (nebiler)
ve onların vârisleri
(mirascıları) olan evliyâ
(veliler) emr-i
teblîğde (emirleri ulaştırma
hususunda) lisân-ı zâhir
(dış manası üzerinden konuşulan
dili) isti'mâlini
(kullanmayı) kâfî
gördüler. Eğer onlar kelâmlarını
(sözlerini) fehm-i
havâs (seçkin kimselerin
anlayacağı) üzere
(gibi) söylemiş olsa
idiler avâm (cahil halk)
inkâr eder ve adem-i ittibâ'ları'
(tabi olmamaları, uymamaları)
sebebiyle hüsrân-ı ebedî
(sonsuza dek hüsran,
mahrumiyet) içinde kalırlar idi. Nitekim Hz.
Mevlânâ (r.a.) buyurur:
Mesnevî:
مردم آندر حسرت فهم درست
آنچه كفتم ان بقدر فهم تست
Tercüme: "Benim söylediğim şey senin fehmin
(anlayışın)
mikdârıncadır. Ben fehm-i sahîhin
(doğru, kusursuz anlayışın)
hasretinden (özleminden)
öldüm."
İşte Mûsâ (a.s.)
فَفَرَرْتُ مِنكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ
(Şuarâ, 26/21) ya'nî "Ben sizden korktuğum şeyderı
dolayı kaçtım" buyurmasının hikmeti
(gizli sebebi) budur.
Ve onu lisân-ı zâhir (dış
manası) üzerine söylemiştir. Eğer lisân-ı
bâtın (manasının dili)
üzere söylemiş olsa idi.
ففررت منكم حبًأ في السلامة والعافية
ya'nî "Ben sizden selâmet (kurtulmak)
ve âfiyet (esenlik)
muhabbetinden (sevgisinden)
dolayı kaçtım buyurur idi. Velâkin
(fakat) fehm-i havâs
(muhterem, saygın kişilerin
anlayışı) üzere söylemeyip lisân-ı zâhire
(zahir dilini) kasd
(bilhassa, istiyerek)
ve meyl etti. (eğilim
gösterdi (söyledi) )
Kur'ân-ı Kerîm'in nâtık olduğu
(konuştuğu) vech ile
(şekliyle)
söyledi; lisân-ı bâtın (iç
manasını ifade eden lisan) üzere
(gibi) söylemedi.
Devam edecek |