[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
İmdi Medyen'e geldi. İki câriyeyi buldu. Min-gayri-ecr
onlar için saky etti. Ba'dehû zıll-ı ilâhîye ilticâ
eyledi. “Yâ Rabbi hayırdan bana inzâl eylediğin şeye
muhakkak ben fakîrim” (Kasas, 28/24) dedi. İmdi
kendisinin saky amelinin aynını. Allah Teâlâ'nın
kendisine inzâl eylediği hayrın aynı kıldı ve nefsini,
indinde olan hayırda, Allâh'a fakr ile vasf eyledi (15).
Ya'ni Mûsâ (a.s)
selâmet (kurtuluşa)
ve âfiyete (esenliğe)
muhabbetten (sevgisinden)
dolayı Mısır'dan firâr ettikten
(kaçtıktan) sonra
Şuayb (a.s.)ın diyârı (memleketi)
olan Medyen cânibine
(tarafına) geldi.
Orada hayvanlarını sulamak üzere olan Şuayb (a.s.)’ın
iki kızını bir kuyu başında buldu. Bilâ-ücret
(ücretsiz olarak)
onlara muâvenet (yardım)
edip hayvanlarını suladı. Ba'dehû
(daha sonra) zıll-ı
ilâhiye (Hakk’ın gölgesine)
teveccüh (yöneldi)
ve ilticâ eyledi
(sığındı).
“Zıll-i ilâhiye
(ilahi gölgeye)
teveccüh”den (yönelmekten)
maksad, merâtib-i ilâhiyye
(ilahi mertebeler)
ve hazarât-ı rabbâniyye
(rabbani mertebeler)
ile kıyâmı
(mevcudiyeti)
ve rûhâniyyet (ruh hali)
ve cismâniyyeti sûretine
(şekline) mütecellî
olan (tecelli eden, görünen)
Rabb'inin şuhûdunda,
(seyrinde) kendi
nefsinin müşâhedesinden
(seyrinden)
bi'l-külliyye (büsbütün)
hurûcudur.
(çıkışıdır) Zîrâ
(çünkü) insân-ı kâmil
(tam, olgun insan)
süret-i ilâhiyye
(Hakk’ın sureti) üzere mahlûktur
(yaratıktır).
Ve sûret-i rûhiyye
(ruh sureti) ve
cismâniyyesinin (madde
vücudunun) hey'et-i mecmûası
(hepsi) "Allah"
ism-i câmi'inin (toplu
isimlerin) zıllidir
(gölgesidir) .
Mûsâ (a.s.), sa'yinin
(gayretinin) aynını, Allah Teâlâ'nın
kendisine inzâl eylediği
(indirdiği) hayrın aynı kıldı. Ve ona inzâl
olunmuş (indirilmiş)
olan hayır, nübûvvet
(nebilik görevi) ve nübüvvetin
(nebilik görevinin)
muktezâsı (gereği)
olan ulûmdur
(ilimlerdir).
Ve "su" ilmin sûretidir. Bunun için İbn Abbâs
(r.a.)
وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاء
(Enbiyâ. 21/30) âyet-i kerîmesini "ilim" ile tefsir etti
(yorumladı).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Mûsâ
(a.s.) o iki câriyeye ilmi ifâza buyurdu
(ilim ile feyizlendirdi)
ki, o ilim her ne kadar sûrette
(görünürde) gayrı
(başka) ise de,
hakîkatte Allah Teâlâ'dan istifâza eylediği
(feyizlendiği) şeyin
aynıdır. Zîrâ (çünkü)
bununla ilim ile tevfîk
(ilahi yardım, hidayet)
ve kudret ancak Allah Teâlâ'dandır. Şu halde
Hak'tan istifâza eylediği
(feyizlendiği) şeyin eserini iki câriyeye
ifâza etti (verdi,
feyizlendirdi) .
Ve nefsini, kendi indinde
(katında) zâhir olan
(görülen)
hayırda, Allah Teâlâ'ya fakr
(fakirlik) ve
ihtiyâc ile vasf eyledi
(vasıflandırdı).
Zîrâ (çünkü)
feyz ancak isti'dâd hasebiyle
(dolayısıyla) hâsıl
(olmuş) olur. Ve
husûl-i feyz (feyzin
oluşması) için, fâiz olan
(ulaşan) ma'nâya
münâfî (aykırı)
olan şeyden, belki mâsivallâhın
(Allah’tan başka olan şeylerin)
kâffesinden
(hepsinden),
mahallin (yerin
(birimin) hulüvvü
(boş olması (vazgeçmesi)
şarttır. Ve fakîr-i tâm nev'-i beşerden
(beşer sınıfından tam fakir)
kâmil-i mutlak
(tam kayıtsız kamil) olan kimsedir.
İmdi Hızır, ona min-gayri-ecr ikâme-i cidârı
gösterdi. O buna itâb etti. Böyle olunca ona, onun min-gayri-ecr
sikâyesini zikr eyledi. Zikr etmediği şeyden bunun
gayrisinin irâesine mütesaddî oldu. Hattâ (S.a.v.)
ikisinin emrinden, Allah Teâlâ onun üzerine hikâye
buyurmasi için, Mûsâ (a.s.)’ın sükût etmesini ve i'tirâz
etmemesini temennî eyledi. İmdi cenâb-ı Mûsâ'nın
muvaffak olduğu şeyin kendisinden ilim olmaksızın olduğu
bununla bilindi. Zîrâ ilimden olsa idi, Allah Teâlâ'nın
Mûsâ indinde kendisi için şehâdet ettiği ve tezkiye ve
ta'dîl ettiği üzere Hızır üzerine bunun mislini inkâr
etmezdi. Ve maahâzâ Mûsâ (a.s.) Allah Teâlâ'nın
kendisine tezkiyesinden ve ittibâ'ında onun üzerine şart
ettiği şeyden, emrullâhı unuttuğumuz vakit, bize
rahmetten nâşî gaflet etti. Ve eğer Mûsâ (a.s.), buna
âlim olaydı, cenâb-ı Hızır, ona
مَا لَمْ تُحِطْ
بِهِ
خُبْراً
(Kehf, 18/68) pa'nî "Zevkan ihâta etmediğin şeye"
demezdi. Ya'nî ben bir ilim üzerindeyim ki sana zevk ile
hâsıl olmadı. Nitekim sen bir ilim üzeresin ki ben onu
bilmem, demektir. Binâenaleyh insâf etti (16) .
Hızır (a.s.) Mûsâ (a.s.)a, ücret almaksızın duvarı
tesviye ettiğini (düzelttiğini)
gösterdi. Mûsâ (a.s.) /onun böyle bilâ-ücret
(ücretsiz),
duvarı tesviye etmesine
(düzeltmesine) itâb
etti (kızdı).
Ve Kur'ân-ı
Kerîm'de hikâye buyrulduğu (anlatıldığı)
üzere
لَوْ شِئْتَ لَاتَّخَذْتَ عَلَيْهِ أَجْرا
(Kehf, 18/77) ya'nî "Eğer sen istese idin bu ameline
(işine) mukâbil
(karşılık) ücret
alırdın" dedi. Onun bu i'tirâzı üzerine cenâb-ı Hızır,
evvelce sen de böyle yapmış ve Şuayb (a.s.)’ın iki
kerîmesinin (kızlarının)
hayvanlarını bilâ-ücret
(ücretsiz olarak)
suvarmış (sulamış)
idin. Şimdi bana niçin i'tirâz ediyorsun? tarzında
(şeklinde) cevap
verdi. Ve bu mes'eleyi Mûsâ (a.s.)’ın hatırına getirdi.
Ve cenâb-ı Hızır, Mûsâ (a.s.)’ın sergüzeştlerinden
(yaşantısında)
bunlardan başka daha birçok ahvâl
(haller) var idi ki,
onları zikretmedi (anmadı).
Bu ahvâlin (hallerin)
dahi irâesine (gösterilmesine)
mütesaddî oldu (girişti).
Velâkin (fakat)
Mûsâ (a.s.), makâm-ı nübüvveti
(nebilik makamı)
hasebiyle (dolayısıyle),
cenâb-ı Hızır'ın sohbetine tahammül edemedi
(dayanamadı).
Cenâb-ı Hızır tarafından ancak katl-i gulâm
(çocuğu öldürme)
ta'yîb-i sefîne (gemiyi
kusurlu hale koyma) ve ikâme-i cidâr
(duvarı yerine yerleştirme)
hallerinden ibâret olmak üzere üç şey irâe
olundu (gösterildi)
. Hattâ (S.a.v.)
Efendimiz
لَيت اخي موسى صبر حتى
يقص الله علينا من انبائهما
ya'nî "Ne olaydı. kardeşim Mûsâ sabr ede idi, tâ
ki Allah Teâlâ bize onların haberlerinden hikâye buyura
idi" hadis-i şerîfinde buyurduğu üzere, Mûsâ (a.s.)’ın
sükût edip (susup)
i'tirâz etmemesini temennî eyledi.
Ve cenâb-ı Şeyh (r.a.), Ebi'l-Abbâs Hızır (a.s.)a
mülâki oldukda (görüştüğünde),
cenâb-ı Hızır onlara “Ben Mûsâ bin İmrân
(İmran’ın oğlu Musa)
(a.s.) için, doğduğu günden zaman zaman ictimâ'ımıza
(bir araya gelmemize)
kadar kendi üzerinden geçen ahvâlden
(hallerden) bin
mes'ele (sorun)
hazırlamış idim. O onlardan üçüne sabr edemedi”
buyurmuştur.
Ma'lûm (bilinmiş)
olsun ki, Mûsâ (a.s.) gibi ülü'l-azm
(nübüvvet ve risalet
görevlerini büyük bir azim ve kuvvetle yerine getiren
peygamberler için söylenir) bir nebiyy-i
zî-şânın (şanlı, şerefli bir
nebinin) adem-i sabrı
(sabırsız olması) ve
Hızır'ın ilmine adem-i ıttılâ'ı
(tanımaması, bilmemesi)
şân-ı âlîsine (yüce
şanına) nakîsa (noksanlık)
vermez. Zîrâ (çünkü)
nebî (peygamber)
ahkâm-ı zâhire (zahiri
hükümler) ve şerîat-i tâhirenin
(temiz, pak şeriatin)
iktizââtına (gerektirdiklerine)
tâbi'dir (bağlıdır).
Ona muğâyir (aykırı)
olan ahvâle (davranışlara)
sabır ve tahammül edemez. Ve teblîğa
(bildirmeğe) me'mûr
(vazifeli) olan
bu zevât-ı şerîfe, (şerefli
zatlar) emr-i tebliğde
(tebliğ hususunda)
kendilerine fütür (usanç,
bıkkınlık) gelmemek için sırr-ı kaderden
(kader sırrından)
muhtecibdirler. (örtülüdürler)
Eğer sırr-ı kadere
(kader sırrını)
muttali' olurlar (bilirler)
ise, nübüvvetleri
cihetinden (yönünden)
değil, nübûvvetlerinin
(nebilik görevlerinin)
bâtını (içi, ruhu)
olan velâyetleri
(velilikleri) cihetindendir
(yönündendir).
Ve onların sırr-ı kadere
(kader sırrını)
ıttılâ'ları (bilmeleri)
/ ya neş'et-i dünyeviyyede (dünya
yaşamında)
vücûd-ı Hak'ta (Hakk’ın
vücudunda) istihlâk-i küllî ile
(tamamıyla tükenerek)
da'vetten gâib (kayıp)
ve fâriğ oldukları
(çekildikleri, boş kaldıkları)
vakit, veyâhut neş'et-i uhreviyyeye
(ahiret yaşantısına)
intikâl ettikleri (geçtikleri)
vakit vâkı' olur
(gerçekleşir).
Binâenaleyh (bundan
dolayı) Mûsâ (a.s.), ahkâm-ı risâlet
(risalet hükümleri)
ile ve Hızır (a.s.) ise, ahkam-ı velâyetle
(velayet hükümleriyle)
zâhir olduğu (göründüğü)
için devâm-ı sohbetleri
(sohbetlerinin devamı)
mümkin olmadı. Zîrâ (çünkü)
ism-i Zâhir (zahir
ismi) ile ism-i Bâtın
(batın ismi)
yekdiğerinden (biri
diğerinden) mütemeyyiz
(ayrılmış) ve ahkâmı
(hükümleri)
yekdiğerine (biri diğerine)
muhâliftir. (zıttır)
İşte Mûsâ (a.s.)ın cenâb-ı Hızır'a inkârı
sebebiyle bilindi ki, onun min-indillâh
(Allah tarafından)
muvaffak (başarılı)
olduğu şeye kendisinin ilmi ve vukûfu
(haberi, bilgisi)
yoktur. Ya'nî Hz. Mûsâ kıbtîyi
(çingeneyi) Allah
Teâlâ'nın emriyle katl ettiğini
(öldürdüğünü)
bilmiyor idi. Hızır (a.s.) katl-i gulâm
(çocuğu öldürmek)
sebebiyle onu îkâz eyledi (uyardı,
hatırlattı).
Zîrâ (çünkü)
Mûsâ (a.s.)’ın fiili, ilim ve vukûf
(bilgi) üzerine olsa
idi, Allah Teâlâ hazretlerinin, Kur'ân-ı Kerîm'de
فَوَجَدَا عَبْداً مِّنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً
مِنْ عِندِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْماً
(Kehf, 18/65) kavliyle (sözleriyle)
tezkiye (aklama,
temize çıkarma) ve ta'dîl
(düzgün hale koyma)
Hızır (a.s.)’ın bu gibi efâline
(fiillerine) i'tirâz
ve inkâr etmezdi. Ve Hak Teâlâ Hızır (a.s)’ı tezkiye
(aklamış)
ve ta'dîl etmiş (doğrulamış)
ve onun hakkında hüsn-i şehâdet
(iyi, güzel şahitlik)
buyurmuş iken, Mûsâ (a.s.) bu tezkiye ve
ta'dîl şehâdetinden (şahitliğinden)
gaflet (unutkanlık,
dalgınlık)
etti. Ve Mûsâ (a.s.) Hızır'a mulâkî olduğu
(Hızır’la buluştuğu)
vakit, cenâb-ı Hızır ona:
فَإِنِ اتَّبَعْتَنِي فَلَا تَسْأَلْنِي عَن شَيْءٍ حَتَّى
أُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْراً
(Kehf, 18/70) ya'nî "Eğer sen bana tâbi' olur
(uyar) isen ben sana
ondan haber verinceye kadar bana bir şeyden suâl etme
(soru sorma)!"
demiş idi. Mûsâ (a.s.) bu şarttan da gaflet
(unutkanlık)
etti. Mûsâ (a.s.)’ın Hakk'ın tezkiyesinden
(aklamasından)
gaflet (unutkanlık)
etmesi bize rahmet-i ilâhiyyeden
(Hakk’ın rahmetinden)
dolayı vâkı' oldu. (gerçekleşti).
Zîrâ (çünkü)
beşeriyyet mahall-i aczdir
(acizliğin yeridir);
insanda nisyân (unutkanlık)
vardır. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Mûsâ
(a.s.) galebe-i beşeriyyet (beşeriyetinin
baskın gelmesi) hasebiyle
(dolayısıyle)
kendisinde vâkı' (olmuş)
olan bu nisyân (unutma)
ve gaflet (dalgınlık)
sebebiyle muâheze olunmadığı
(azarlanmadığı) gibi,
emr-i ilâhîyi (ilahi işleri
hususları) nisyânımızdan
(unutmamızdan)
dolayı bizlere de muâhaze (azarlama)
olunmaz. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz
رفع عن امتي الخطأ والنسيان
ya'nî "Benim ümmetimden hatâ ve nisyân
(unutma) merfû'dur"
(kaldırılmıştır)
buyururlar. Ve eğer Mûsâ (a.s.). cenâb-ı Hızır'ın min-indillâh
/ (Allah katında)
muvaffak olduğu (kazandığı)
ilmi bile (bilse)
idi, cenâb-ı Hızır ona:
وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلَى مَا لَمْ تُحِطْ بِهِ خُبْراً
(Kehf, 18/68) ya'nî "Sen ilm-i zevkî ile ihâta etmediğin
(kavramadığın)
şeye nasıl sabr edersin?" demez idi. Hızır (a.s.)’ın bu
kavli (sözleri) "Bende
bir ilim vardır ki, o ilim zevk ile sana hâsıl olmadı
(oluşmadı).
Nasıl ki senin bildiğin ilmi ben bilmem"
demek olur. Binâenaleyh (bundan
dolayı) cenâb-ı Hızır, ilm-i zevkîyi
(ilim zevkini) Mûsâ
(a.s.)’dan ve ilm-i risâleti
(risalet ilmini)
dahi kendinden nefy etti (uzaklaştırdı
(kendinde olmadığını söyledi).
Ve insâf edip "Senin
bildiğin ilm-i risâleti (risalet
ilmini) ben bilmem" dedi. Ve Hızır'ın bildiği
ilmi Mûsâ (a.s.)’ın bilmediğine Sûre-i Kehf
(Kehf suresinde) de
vâkı’ (geçen)
قَالَ لَهُ مُوسَى هَلْ أَتَّبِعُكَ عَلَى أَن تُعَلِّمَنِ
مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْداً
(Kehf, 18/66) ya'nî "Sana ta'lîm olunan
(öğretilen) ilm-i
rüşdü (hakikat ilmini)
bana ta'lîm etmen
(öğretmen) şartıyla
sana tâbi' olabilir (uyabilir)
miyim?" kavli (sözleri)
şâhiddir. Ve bu adem-i ilmin
(ilimsizliğin) Mûsâ
(a.s.)ın şân-ı nübûvvetine (nebilik
şanına) nakîsa (noksanlık)
îras etmiyeceği (vermiyeceği)
bâlâda (yukarıda)
îzâh edilmiş (anlatılmış)
idi.
Devam edecek |