Füsûs-ül Hikem

330. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ

ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR] 

İmdi Medyen'e geldi. İki câriyeyi buldu. Min-gayri-ecr onlar için saky etti. Ba'dehû zıll-ı ilâhîye ilticâ eyledi. “Yâ Rabbi hayırdan bana inzâl eylediğin şeye muhakkak ben fakîrim” (Kasas, 28/24) dedi. İmdi kendisinin saky amelinin aynını. Allah Teâlâ'nın kendisine inzâl eylediği hayrın aynı kıldı ve nefsini, indinde olan hayırda, Allâh'a fakr ile vasf eyledi (15).

     Ya'ni Mûsâ (a.s) selâmet (kurtuluşa) ve âfiyete (esenliğe) muhabbetten (sevgisinden) dolayı Mısır'dan firâr ettikten (kaçtıktan) sonra Şuayb (a.s.)ın diyârı (memleketi) olan Medyen cânibine (tarafına) geldi. Orada hayvanlarını sulamak üzere olan Şuayb (a.s.)’ın iki kızını bir kuyu başında buldu. Bilâ-ücret (ücretsiz olarak) onlara muâvenet (yardım) edip hayvanlarını suladı. Ba'dehû (daha sonra) zıll-ı ilâhiye (Hakk’ın gölgesine) teveccüh (yöneldi) ve ilticâ eyledi (sığındı).

     “Zıll-i ilâhiye (ilahi gölgeye) teveccüh”den (yönelmekten) maksad, merâtib-i ilâhiyye (ilahi mertebeler) ve hazarât-ı rabbâniyye (rabbani mertebeler) ile kıyâmı (mevcudiyeti) ve rûhâniyyet (ruh hali) ve cismâniyyeti sûretine (şekline) mütecellî olan (tecelli eden, görünen) Rabb'inin şuhûdunda, (seyrinde) kendi nefsinin müşâhedesinden (seyrinden) bi'l-külliyye (büsbütün) hurûcudur. (çıkışıdır) Zîrâ (çünkü) insân-ı kâmil (tam, olgun insan) süret-i ilâhiyye (Hakk’ın sureti) üzere mahlûktur (yaratıktır). Ve sûret-i rûhiyye (ruh sureti) ve cismâniyyesinin (madde vücudunun) hey'et-i mecmûası (hepsi) "Allah" ism-i câmi'inin (toplu isimlerin) zıllidir (gölgesidir) .

     Mûsâ (a.s.), sa'yinin (gayretinin) aynını, Allah Teâlâ'nın kendisine inzâl eylediği (indirdiği) hayrın aynı kıldı. Ve ona inzâl olunmuş (indirilmiş) olan hayır, nübûvvet (nebilik görevi) ve nübüvvetin (nebilik görevinin) muktezâsı (gereği) olan ulûmdur (ilimlerdir). Ve "su" ilmin sûretidir. Bunun için İbn Abbâs (r.a.)    وَجَعَلْنَا مِنَ الْمَاء    (Enbiyâ. 21/30) âyet-i kerîmesini "ilim" ile tefsir etti (yorumladı).  Binâenaleyh (bundan dolayı) Mûsâ (a.s.) o iki câriyeye ilmi ifâza buyurdu (ilim ile feyizlendirdi) ki, o ilim her ne kadar sûrette (görünürde) gayrı (başka) ise de, hakîkatte Allah Teâlâ'dan istifâza eylediği (feyizlendiği) şeyin aynıdır. Zîrâ (çünkü) bununla ilim ile tevfîk (ilahi yardım, hidayet) ve kudret ancak Allah Teâlâ'dandır. Şu halde Hak'tan istifâza eylediği (feyizlendiği) şeyin eserini iki câriyeye ifâza etti (verdi, feyizlendirdi) . Ve nefsini, kendi indinde (katında) zâhir olan (görülen) hayırda, Allah Teâlâ'ya fakr (fakirlik) ve ihtiyâc ile vasf eyledi (vasıflandırdı). Zîrâ (çünkü) feyz ancak isti'dâd hasebiyle (dolayısıyla) hâsıl (olmuş) olur. Ve husûl-i feyz (feyzin oluşması) için, fâiz olan (ulaşan) ma'nâya münâfî (aykırı) olan şeyden, belki mâsivallâhın (Allah’tan başka olan şeylerin) kâffesinden (hepsinden), mahallin (yerin (birimin) hulüvvü (boş olması (vazgeçmesi) şarttır. Ve fakîr-i tâm nev'-i beşerden (beşer sınıfından tam fakir) kâmil-i mutlak (tam kayıtsız kamil) olan kimsedir.

     İmdi Hızır, ona min-gayri-ecr ikâme-i cidârı gösterdi.  O buna itâb etti. Böyle olunca ona, onun min-gayri-ecr sikâyesini zikr eyledi. Zikr etmediği şeyden bunun gayrisinin irâesine mütesaddî oldu. Hattâ (S.a.v.) ikisinin emrinden, Allah Teâlâ onun üzerine hikâye buyurmasi için, Mûsâ (a.s.)’ın sükût etmesini ve i'tirâz etmemesini temennî eyledi. İmdi cenâb-ı Mûsâ'nın muvaffak olduğu şeyin kendisinden ilim olmaksızın olduğu bununla bilindi. Zîrâ ilimden olsa idi, Allah Teâlâ'nın Mûsâ indinde kendisi için şehâdet ettiği ve tezkiye ve ta'dîl ettiği üzere Hızır üzerine bunun mislini inkâr etmezdi. Ve maahâzâ Mûsâ (a.s.) Allah Teâlâ'nın kendisine tezkiyesinden ve ittibâ'ında onun üzerine şart ettiği şeyden, emrullâhı unuttuğumuz vakit, bize rahmetten nâşî gaflet etti. Ve eğer Mûsâ (a.s.), buna âlim olaydı, cenâb-ı Hızır, ona    مَا لَمْ تُحِطْ  بِهِ خُبْراً    (Kehf, 18/68) pa'nî "Zevkan ihâta etmediğin şeye" demezdi. Ya'nî ben bir ilim üzerindeyim ki sana zevk ile hâsıl olmadı. Nitekim sen bir ilim üzeresin ki ben onu bilmem, demektir. Binâenaleyh insâf etti (16) .

     Hızır (a.s.) Mûsâ (a.s.)a, ücret almaksızın duvarı tesviye ettiğini (düzelttiğini) gösterdi. Mûsâ (a.s.) /onun böyle bilâ-ücret (ücretsiz), duvarı tesviye etmesine (düzeltmesine) itâb etti (kızdı).  Ve Kur'ân-ı Kerîm'de hikâye buyrulduğu (anlatıldığı) üzere    لَوْ شِئْتَ لَاتَّخَذْتَ عَلَيْهِ أَجْرا    (Kehf, 18/77) ya'nî "Eğer sen istese idin bu ameline (işine) mukâbil (karşılık) ücret alırdın" dedi. Onun bu i'tirâzı üzerine cenâb-ı Hızır, evvelce sen de böyle yapmış ve Şuayb (a.s.)’ın iki kerîmesinin (kızlarının) hayvanlarını bilâ-ücret (ücretsiz olarak) suvarmış (sulamış) idin. Şimdi bana niçin i'tirâz ediyorsun? tarzında (şeklinde) cevap verdi. Ve bu mes'eleyi Mûsâ (a.s.)’ın hatırına getirdi. Ve cenâb-ı Hızır, Mûsâ (a.s.)’ın sergüzeştlerinden (yaşantısında) bunlardan başka daha birçok ahvâl (haller) var idi ki, onları zikretmedi (anmadı). Bu ahvâlin (hallerin) dahi irâesine (gösterilmesine) mütesaddî oldu (girişti). Velâkin (fakat) Mûsâ (a.s.), makâm-ı nübüvveti (nebilik makamı) hasebiyle (dolayısıyle), cenâb-ı Hızır'ın sohbetine tahammül edemedi (dayanamadı). Cenâb-ı Hızır tarafından ancak katl-i gulâm (çocuğu öldürme) ta'yîb-i sefîne (gemiyi kusurlu hale koyma) ve ikâme-i cidâr (duvarı yerine yerleştirme) hallerinden ibâret olmak üzere üç şey irâe olundu (gösterildi) . Hattâ (S.a.v.) Efendimiz    لَيت اخي موسى صبر حتى يقص الله علينا من انبائهما    ya'nî "Ne olaydı. kardeşim Mûsâ sabr ede idi, tâ ki Allah Teâlâ bize onların haberlerinden hikâye buyura idi" hadis-i şerîfinde buyurduğu üzere, Mûsâ (a.s.)’ın sükût edip (susup) i'tirâz etmemesini temennî eyledi.

     Ve cenâb-ı Şeyh (r.a.), Ebi'l-Abbâs Hızır (a.s.)a mülâki oldukda (görüştüğünde), cenâb-ı Hızır onlara “Ben Mûsâ bin İmrân (İmran’ın oğlu Musa) (a.s.) için, doğduğu günden zaman zaman ictimâ'ımıza (bir araya gelmemize) kadar kendi üzerinden geçen ahvâlden (hallerden) bin mes'ele (sorun) hazırlamış idim. O onlardan üçüne sabr edemedi” buyurmuştur.

     Ma'lûm (bilinmiş) olsun ki, Mûsâ (a.s.) gibi ülü'l-azm (nübüvvet ve risalet görevlerini büyük bir azim ve kuvvetle yerine getiren peygamberler için söylenir) bir nebiyy-i zî-şânın (şanlı, şerefli bir nebinin) adem-i sabrı (sabırsız olması) ve Hızır'ın ilmine adem-i ıttılâ'ı (tanımaması, bilmemesi) şân-ı âlîsine (yüce şanına) nakîsa (noksanlık) vermez. Zîrâ (çünkü) nebî (peygamber) ahkâm-ı zâhire (zahiri hükümler) ve şerîat-i tâhirenin (temiz, pak şeriatin) iktizââtına (gerektirdiklerine) tâbi'dir (bağlıdır). Ona muğâyir (aykırı) olan ahvâle (davranışlara) sabır ve tahammül edemez. Ve teblîğa (bildirmeğe) me'mûr (vazifeli) olan bu zevât-ı şerîfe, (şerefli zatlar) emr-i tebliğde (tebliğ hususunda) kendilerine fütür (usanç, bıkkınlık) gelmemek için sırr-ı kaderden (kader sırrından) muhtecibdirler. (örtülüdürler) Eğer sırr-ı kadere (kader sırrını) muttali' olurlar (bilirler) ise, nübüvvetleri cihetinden (yönünden) değil, nübûvvetlerinin (nebilik görevlerinin) bâtını (içi, ruhu) olan velâyetleri (velilikleri) cihetindendir (yönündendir). Ve onların sırr-ı kadere (kader sırrını) ıttılâ'ları (bilmeleri) / ya neş'et-i dünyeviyyede (dünya yaşamında) vücûd-ı Hak'ta (Hakk’ın vücudunda) istihlâk-i küllî ile (tamamıyla tükenerek) da'vetten gâib (kayıp) ve fâriğ oldukları (çekildikleri, boş kaldıkları) vakit, veyâhut neş'et-i uhreviyyeye (ahiret yaşantısına) intikâl ettikleri (geçtikleri) vakit vâkı' olur (gerçekleşir). Binâenaleyh (bundan dolayı) Mûsâ (a.s.), ahkâm-ı risâlet (risalet hükümleri) ile ve Hızır (a.s.) ise, ahkam-ı velâyetle (velayet hükümleriyle) zâhir olduğu (göründüğü) için devâm-ı sohbetleri (sohbetlerinin devamı) mümkin olmadı. Zîrâ (çünkü) ism-i Zâhir (zahir ismi) ile ism-i Bâtın (batın ismi) yekdiğerinden (biri diğerinden) mütemeyyiz (ayrılmış) ve ahkâmı (hükümleri) yekdiğerine (biri diğerine) muhâliftir. (zıttır) İşte Mûsâ (a.s.)ın cenâb-ı Hızır'a inkârı sebebiyle bilindi ki, onun min-indillâh (Allah tarafından) muvaffak (başarılı) olduğu şeye kendisinin ilmi ve vukûfu (haberi, bilgisi) yoktur. Ya'nî Hz. Mûsâ kıbtîyi (çingeneyi) Allah Teâlâ'nın emriyle katl ettiğini (öldürdüğünü) bilmiyor idi. Hızır (a.s.) katl-i gulâm (çocuğu öldürmek) sebebiyle onu îkâz eyledi (uyardı, hatırlattı). Zîrâ (çünkü) Mûsâ (a.s.)’ın fiili, ilim ve vukûf (bilgi) üzerine olsa idi, Allah Teâlâ hazretlerinin, Kur'ân-ı Kerîm'de    فَوَجَدَا عَبْداً مِّنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِندِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْماً    (Kehf, 18/65) kavliyle (sözleriyle) tezkiye (aklama, temize çıkarma) ve ta'dîl (düzgün hale koyma) Hızır (a.s.)’ın bu gibi efâline (fiillerine) i'tirâz ve inkâr etmezdi. Ve Hak Teâlâ Hızır (a.s)’ı tezkiye (aklamış) ve ta'dîl etmiş (doğrulamış) ve onun hakkında hüsn-i şehâdet (iyi, güzel şahitlik) buyurmuş iken, Mûsâ (a.s.) bu tezkiye ve ta'dîl şehâdetinden (şahitliğinden) gaflet (unutkanlık, dalgınlık) etti. Ve Mûsâ (a.s.) Hızır'a mulâkî olduğu (Hızır’la buluştuğu) vakit, cenâb-ı Hızır ona:    فَإِنِ اتَّبَعْتَنِي فَلَا تَسْأَلْنِي عَن شَيْءٍ حَتَّى أُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْراً    (Kehf, 18/70) ya'nî "Eğer sen bana tâbi' olur (uyar) isen ben sana ondan haber verinceye kadar bana bir şeyden suâl etme (soru sorma)!" demiş idi. Mûsâ (a.s.) bu şarttan da gaflet (unutkanlık) etti. Mûsâ (a.s.)’ın Hakk'ın tezkiyesinden (aklamasından) gaflet (unutkanlık) etmesi bize rahmet-i ilâhiyyeden (Hakk’ın rahmetinden) dolayı vâkı' oldu. (gerçekleşti). Zîrâ (çünkü) beşeriyyet mahall-i aczdir (acizliğin yeridir); insanda nisyân (unutkanlık) vardır. Binâenaleyh (bundan dolayı) Mûsâ (a.s.) galebe-i beşeriyyet (beşeriyetinin baskın gelmesi) hasebiyle (dolayısıyle) kendisinde vâkı' (olmuş) olan bu nisyân (unutma) ve gaflet (dalgınlık) sebebiyle muâheze olunmadığı (azarlanmadığı) gibi, emr-i ilâhîyi (ilahi işleri hususları) nisyânımızdan (unutmamızdan) dolayı bizlere de muâhaze (azarlama) olunmaz. Nitekim (S.a.v.) Efendimiz    رفع عن امتي الخطأ والنسيان    ya'nî "Benim ümmetimden hatâ ve nisyân (unutma) merfû'dur" (kaldırılmıştır) buyururlar. Ve eğer Mûsâ (a.s.). cenâb-ı Hızır'ın min-indillâh / (Allah katında) muvaffak olduğu (kazandığı) ilmi bile (bilse) idi, cenâb-ı Hızır ona:    وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلَى مَا لَمْ تُحِطْ بِهِ خُبْراً    (Kehf, 18/68) ya'nî "Sen ilm-i zevkî ile ihâta etmediğin (kavramadığın) şeye nasıl sabr edersin?" demez idi. Hızır (a.s.)’ın bu kavli (sözleri) "Bende bir ilim vardır ki, o ilim zevk ile sana hâsıl olmadı (oluşmadı). Nasıl ki senin bildiğin ilmi ben bilmem" demek olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) cenâb-ı Hızır, ilm-i zevkîyi (ilim zevkini) Mûsâ (a.s.)’dan ve ilm-i risâleti (risalet ilmini) dahi kendinden nefy etti (uzaklaştırdı (kendinde olmadığını söyledi).  Ve insâf edip "Senin bildiğin ilm-i risâleti (risalet ilmini) ben bilmem" dedi. Ve Hızır'ın bildiği ilmi Mûsâ (a.s.)’ın bilmediğine Sûre-i Kehf (Kehf suresinde) de vâkı’ (geçen)    قَالَ لَهُ مُوسَى هَلْ أَتَّبِعُكَ عَلَى أَن تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْداً    (Kehf, 18/66) ya'nî "Sana ta'lîm olunan (öğretilen) ilm-i rüşdü (hakikat ilmini) bana ta'lîm etmen (öğretmen) şartıyla sana tâbi' olabilir (uyabilir) miyim?" kavli (sözleri) şâhiddir. Ve bu adem-i ilmin (ilimsizliğin) Mûsâ (a.s.)ın şân-ı nübûvvetine (nebilik şanına) nakîsa (noksanlık) îras etmiyeceği (vermiyeceği) bâlâda (yukarıda) îzâh edilmiş (anlatılmış) idi.

Devam edecek

 

 

 
 
İzmir - 15.07.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com