[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
İmdi sen bu iki racülün ilimde kemâline ve edeb-i
ilâhînin hakkını îfâsına nazar et! Ve ona "Ben bir ilim
üzereyim ki Allah Teâlâ onu bana ta'lîm etti ki, sen onu
bilmezsin; ve sen bir ilim üzerinesin ki, Allah Teâlâ
onu sana ta'lîm eyledi ki, ben onu bilmem" demesi
haysiyyetiyle Mûsâ indinde i’tirâf eylediği şey hakkında
sen Hızır'ın insâfına bak! Binâenaleyh bu i'lâm, onun
ülüvv-i mertebesini bildiği ve bu mertebe Hızır için
hâsıl olmadığı halde
وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلَى مَا لَمْ تُحِطْ بِهِ خُبْراً
(Kehf, 18/68) kavlinde onunla onu mecrûh eylediği şey,
Hızır'dan Mûsâ'ya devâ oldu. Ve bu, ibâr-ı nahl
hadisinde ümmet-i Muhammediyyeden zâhir oldu. Resûl
(a.s.) ashâbına
انتم اعلم بمصالح دنياكم
buyurdu. Ve şekk yoktur ki, muhakkak bir şeye ilim, onun
cehlinden hayırlıdır. Ve işte bunun için Allah Teâlâ
kendi nefsini /
بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
(Bakara, 2/29) kavliyle medh etti. İmdi muhakkak
(S.a.v.) onların mesâlih-i dünyâda kendisinden daha âlim
olduğunu ashâbına i'tirâf eyledi. Zîrâ kendisi için
bunda hibret yoktur. Çünkü o ilm-i zevk ve tecrübedir.
Ve Resûl (a.s.) bunun ilmine iştiğâl etmedi. Belki onun
şuğlü ehemm içinde ehemm idi. İmdi ben seni edeb-i azîme
vâkıf kıldım. Eğer nefsini onunla isti'mâl edersen
müntefi' olursun ( 18) .
Ya'ni gerek Mûsâ (a.s.)’ın ve gerek Hz. Hızır'ın
ilimdeki kemâllerine
(tamlığına, mükemmelliğine) ve edeb-i
ilâhînin (ilahi edebin)
hakkını yerine getirmelerine nazar et
(bak)!
Mûsâ (a.s.)’ın cenâb-ı Hızır ile olan
münâsebetinde zâhir olan
(görülen, açığa çıkan) ilimdeki kemâli
(mükemmelliği) budur
ki: Mûsâ (a.s.) kendisinin müteayyin
(belli) olduğu
rütbe-i aliyye-i risâletin
(yüce risalet rütbesinin) kadrini
(derecesini) ve bu
rütbe ism-i Zâhir'in (zahir
isminin) ahkâmını
(hükümlerini) iktizâ
edip, (gerektirip)
ism-i Bâtın'ın (batın
isminin) mazharı
(görüntü yeri) olan cenâb-ı Hızır ile devâm-ı
musâhabetine (görüşmelerinin
devamına) mâni'
(engel) olduğunu bilir idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
ism-i Zâhir (zahir ismi)
ahkâmının
(hükümlerinin) ism-i Bâtın
(batın ismi)
ahkâmına (hükümlerine)
mugâyeretinden
(aykırılığından, uyuşmazlığından) nâşi
(dolayı),
edeb-i ilâhînin
(ilahi edebin)
hakkına riâyeten (saygı
göstererek),
sohbet-i Hızır'ı
(Hızır a.s. la sohbeti) terk etti. Ve Hz.
Hızır'ın ilimdeki kemâli de budur ki: Cenâb-ı Hızır,
resûl olan Mûsâ (a.s.)ın rütbesini ve risâletin kadrini
(derecesini) ve
resûlün (peygamberin)
getirdiği şeyi alıp nehy ettiği
(yasakladığı) şeyden
ictinâb (sakınılması,
uzaklaşılması) lâzım geldiğini bilir idi.
Binâenaleyh (bundan dolayı)
Mûsâ (a.s.) ona "Eğer bundan sonra sana bir
şeyden sorarsam bana musâhib olma
(cevap verme, konuşma)!"
(Kehf, 18/76) dediği için, cenâb-ı Hızır
mahzâ (yalnız)
bir resûl-i zî-şânın (ulu,
yüce bir resulun) emrine tebean
(uyarak),
üçüncû suâlden
(sorudan) sonra
هَذَا فِرَاقُ بَيْنِي وَبَيْنِكَ
(Kehf, 18/78) deyip ondan ayrıldı. Ve edeb-i risâletin
(risalet edebinin)
hakkına riâyet etti
(saygı gösterdi).
Ve cenâb-ı Hızır'ın
insâfına (vicdan adaletine)
nazar et (bak)
ki, kendisinde Mûsâ (a.s.)’ın bilmediği ve
Mûsâ (a.s.)’da da kendisinin bilmediği ilim mevcûd
olduğunu i'tirâf eyledi
(açıkça söyledi).
İmdi, (buna göre)
cenâb-ı Hızır'ın Mûsâ (a.s.)a karşı vâkı'
(olmuş) olan bu
i'tirâfı hîn-i mülâkâtta
(görüşme sırasında) "Sen zevkan
(zevk alarak) ihâta
etmediğin (kavramadığın)
şeye nasıl sabr edersin?" (Kehf, 18/68)
demesine karşı bir tarzıye
(hoşnut etme) oldu. Zîrâ
(çünkü) cenâb-ı
Hızır bu sözüyle Mûsâ (a.s.)’ı mecrûh etmiş
(yaralamış) idi. Bu
i'tirâfı onun yarasına ilaç oldu. Ve bu tefâzul
(faziletli,
üstün olma)
nisbeti (vasfı)
hurma ağacının aşılanması hakkındaki hadis-i şerîfte
ümmet-i Muhammediyyede (HZ.
Muhammed’in ümmetinde) zâhir oldu.
(görüldü) Şöyle ki,
(S.a.v.) Efendimiz bir sene ashâb-ı kirâmın hurma
ağaçlannı aşılamakla meşgul olduklarını müşâhede
buyurdukda (gördüğünde)
لَوْ تَر كتم لا يضر كم
Ya'nî "Eğer terk ederseniz size zarar vermezdi" buyurdu.
Bunun üzerine ashâb-ı kirâm
(sahabeler) telkîhi
(aşılamayı) terk
ettiler (yapmadılar)
. O sene hurma az
oldu. (S.a.v.) Efendimiz ashâb-ı kirâmına /
انتم اعلم بمصالح دنياكم
ya'nî "Dünyânızın işlerini siz daha iyi bilirsiniz"
buyurdu. İşte bu tefâzul
(faziletlik, üstünlük) nisbeti
(sıfatı) idi. Ve
(S.a.v ) Efendimiz ashâb-ı kirâmına karşı bu tefâzulu
(faziletli oluşu, üstünlüğü)
ve onların mesâlih-ı dünyâya
(dünya işlerini)
daha âlim olduklarını (iyi
bildiklerini) i'tirâf eyledi
(söyledi).
Halbuki bir şeyin
ilmi (bilinmesi)
onun cehlinden
(bilinmemesinden) hayırlı olduğuna şübhe
yoktur. Bunun için Allah Teâlâ hazretleri kendi
nefsini
بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيم
(Bakara, 2/29) ya'nî "Her şeyi bilicidir'" kavliyle
(sözleriyle) medh
etti. (övdü)
Ve ashâb-ı kirâmın
(sahabelerin) mesâlih-ı dünyâda
(dünya işlerinde)
risâlet-penâh Efendimiz'den
(peygamberimizden) daha âlim olmaları
(çok bilmeleri),
(S.a.v.) Efendimiz için mesâlih-i dünyâda
(dünya işlerinde)
hibret (tecrübeli)
olmamasından idi. Ve mesâlih-ı dünyânın
(dünya işlerinin)
ilmi zevk ve tecrübe ile hâsıl olacağı
(oluşacağı)
bedîhidir (besbellidir).
Halbuki (S.a.v.) Efendimiz, umûr-i cüz'iyye
(cüzzi işlerden)
olan umûr-i dünyeviyyeye
(dünya işlerine) kalb-i şerîfiyle
(mübarek kalbiyle)
meşgûl olmadı. Belki onun iştiğâli
(uğraşısı) ehemm
(mühim) içinde ehemm
(mühim) olan
umûr-i külliyyeye (küll’e
ait işlerde),
ya'nî ilm-i nübüvvet ve risâlete
(nübüvvet ve risalet ilmine)
idi. İşte ben sana bu tefâzul-i nisbîye
(üstün olma, faziletli olma
vasfına) müstenid
(dayalı) olan insâf
(vicdana ve mantığa dayanan
adalet) kâidesini izâh etmekle
(anlatmakla) seni
edeb-i azîme (büyük edeb
hususunda) vâkıf
(haberli) kıldım. Eğer muhîtinle
(çevrenle) olan
münâsebetinde nefsini bu edeb ile kullanacak olursan
onunla müntefi'
(yararlanmış) olursun.
Devam edecek |