Füsûs-ül Hikem

333. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ

ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR] 

     Ve onun    فَوَهَبَ لِي رَبِّي حُكْماً    (Şuarâ, 26/21) kavli hilâfeti murâd eder ve    وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُرْسَلِينَ    (Şuarâ, 26/21) risâleti murâd eder. İmdi her bir resûl halîfe değildir. Binâenaleyh, halîfe seyf ve azl ve vilâyet sâhibidir. Halbuki resûl böyle değildir. Ancak, onun üzerine irsâl olunduğu şeyin iblâğı lâzımdır. Eğer onun üzerine mukâtele eder ve onu seyf ile himâye ederse o, halîfe ve resûldür. Nitekim herbir nebî resûl değildir. Kezâlik her resûl halîfe değildir. Ya’nî ona mülk ve onda tahakküm verilmedi (19).

     Mûsâ (a.s.) "Rabbim bana hüküm bahş eyledi" (şuarâ, 26/21) kavliyle (sözleriyle) Cenâb-ı Hak'tan kendisine hilâfet (halifelik) ihsânını (verilmesini) murâd eder ve “Beni mürselînden (peygamberlerden) kıldı.” (Şuarâ, 26/21) kavliyle (sözleriyle) de kendisine risâlet (resulluk görevi) verildiğini / murâd eder. İmdi (buna göre) her "halife" resûl ise de, her "resûl" halife değildir. Zîrâ (çünkü) "halife" kılıç sâhibidir ve azl (işten çıkarma) ve vilâyet (kudretle elde etme, yönetme) sâhibidir. Halbuki resûl olan zât, ancak kendisine münzel olan (indirilen) ahkâm-ı ilâhiyyeyi (ilahi hükümleri) ibâdullâha (Allah kullarına) teblîğ (taşımak, bildirmek) ile kâimdir (vardır). Eğer resûl olan zât, ahkâm-ı ilâhiyyeyi (ilahi hükümleri) mukâtele ile (savaşarak) kabûl ettirir ve kendisine tâbi' (uyan, bağlı) olan mü'minleri kılıç ile himâye eylerse (korursa), hem halife hem de resûldür. Bu sûrette hilâfet (halifelik), risâlet (resulluk) üzerine zâid (ilave) bir rütbe olmuş olur. Nitekim, her nebi resûl değildir. Zîrâ (çünkü) nebi kendisinden evvel gelen resûlün getirdiği ahkâmı (hükümleri) te'yîd (doğrulamak, desteklemek) ve teblîğa (bildirmeye) me'mûr (vazifeli) olduğu halde resûl, âhkâm-ı müstakılle (kendi özel hükümleri (kendi şeriati) ) ile gelen zâttır. İşte bunun gibi her resûl dahi halîfe değildir. Ya'nî resûl olan zâta mülk ve mülkte tahakküm (hükmetme) i'tâ olunmadı (verilmedi). Binâena'leyh (bundan dolayı) Mûsâ (a.s.)    فَوَهَبَ لِي رَبِّي حُكْماً وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُرْسَلِينَ    (Şuarâ, 26/21) kavliyle (sözleriyle) risâlet (resulluk görevini) ve "hilâfet"i (halifeliği) câmi' olduğunu (kendinde topladığını) tasrîh buyurmuştur (açık olarak bildirmiştir).Halbuki bu rütbeler cenâb-ı Hızır'a i'tâ olunmadı (verilmedi).

     Ve Fir'avn'ın mâhiyyet-i ilâhiyyeden suâlinin hikmetine gelince: An-cehlin vâkı' olmadı; belki imtihândan dola yı oldu. Tâ ki Rabb'inden da'vâ-yı risâletiyle berâber onun cevâbını göre. Ve Fir'avn ilimde rütbe-i mürselîni bilir idi, tâ ki onun cevâbiyle da'vâsının sıdkına istidlâl eyleye. Ve hâzırîn eclinden / suâl-i îlhâm ile suâl eyledi. Tâ ki o kendi nefsinde muttali' olduğu şeye, onların şuûru olmadığı haysiyetle, suâlinde onlara ta'rîf eyleye. İmdi hakîkat-i emri bilen ulemânın Cevâbıyla cevap vermediğini ızhâr etti. İmdi onların kusûr-i fehimlerinden dolayı hâzırîn indinde Fir'avn'ın Mûsâ'dan a'lem olduğu zâhir oldu. Ve işte bunun için vaktâki ona cevapta lâyık olan şeyi söyledi, halbuki o zâhirde kendisinden suâl olunan şeye cevap değildir; ve muhakkak Fir'avn, o bunun gayrisi ile cevap vermez olduğunu bildi, Binâenaleyh ashâbına dedi: "Size gönderilen resûlünüz elbette mecnûndur." (Şuarâ, 26/27). Ya'nî benim kendisinden suâl ettiğim şeyin ilmi ondan mestûrdur. Zîrâ o şeyin ma'lûm olması aslâ tasavvur olunmaz (20).

     Ma'lûm olsun (bilinsin) ki, Fir'avn (Firavun) hikmet-i hükûmete (hükümetin hakimiyetini) vâkıf (ele geçirmiş) zekî ve fatîn (çabuk kavrayışlı, uyanık, akıllı) bir hükümdâr idi. Onun dirâyet (bilgisi, anlayışı) ve zekâveti (zekiliği) koca bir kavim üzerinde da'vâ-yı rubûbiyyetle (rububiyet iddiasıyla) berâber senelerce müstebiddâne (başkalarına söz ve hareket hakkı vermeyecek) bir sûrette (şekilde) icrâ-yı hükûmete (hükümeti yürütmekte) muvaffak (başarılı) olmasıyla sâbittir (anlaşılmıştır). Binâenaleyh (bundan dolayı) onun Mûsâ (a.s.)’a mâhiyyet-i ilâhiyyeden (ilahi zattan) suâl etmesi (soru sorması) cehlinden (cahilliğinden) değil, belki Mûsâ (a.s.)ı imtihân etmek maksadıyla vâkı' (olmuş) idi. Zîrâ (çünkü) Fir'avn, Rabb'i cânibinden (tarafından) risâletle (resulluk görevi ile) gönderildiğini da'vâ (iddia) eden Mûsâ (a.s.)’ın nasıl cevap vereceğini görmek ve âlemde (dünyada) mürselîn (peygamberlerin) rütbesini bildiği cihetle (sebebiyle), vereceği cevap ile Mûsâ (a.s.)’ın da'vâsının (iddiasının) sıdkına (samimiyetine, doğruluğuna) istidlâl eylemek (kanıtlayarak anlamak) için, mâhiyyet-i ilâhiyyeden (Hakk’ın zatından) suâl etti (sordu). Ve bu suâlini (sorusunu) vüzerâ (vezirler) ve hükemâsından (alimlerinden) birtakım kimselerin huzûrunda (yanında) îrâd eyledi (söyledi (sordu) ) . Ve Kur'ân-ı Kerîm'de zikrolunduğu (anlatıldığı) üzere, onun suâli (sorusu)    وَمَا رَبُّ الْعَالَمِينَ    (Şuarâ, 26/23) tarzında (biçiminde) idi. Ya'nî "Rabbü'l-âlemînin (âlemlerin rabbinin) mâhiyyeti (aslı) ve hakîkati nedir?" dedi. Halbuki Fir'avn'ın ma'lûmu (bilgisinde) idi ki, rusül (aleyhimû'sselâm)’a mâhiyyet-i ilâhiyyeden (hakk’’ın zatından) suâl olunduğu (soru sorulduğu) vakit, onlar mâhiyyet-i Hak'tan (Hakk’ın zatından) ve hakîkat-i ahadiyyeden (ahad olan zatından) cevap vermezler; belki Hakk'ın izâfâtıyla (bağıntılı, ilişkili olduğu şeylerle),  ya'nî sıfât (sıfatlar) ve esmâsıylâ (isimleriyle) cevap verirler. Ve hükemâ (alimler) ise mantıkla iştigâl ettikleri (meşgul oldukları) ve mantık kâidesince bir şeyin hakîkatini ta'rîf (anlatmak),  "cins" ve "fasıl" ile olacağı cihetle (bakımdan),  bir şeyin mâhiyyetinden (aslından) suâl olunduğu (soru sorulduğu) vakit, mutlaka "cins" ve "fasıl"dan mürekkeb (oluşmuş) olan bir mâhiyetten (asıldan) bahs olunmak (söz etmek) lâzım idi. Zîrâ (çünkü) kâide-i /mantıkıyyece (mantık kuralınca) her mâhiyyet (asıl) iki cüz'den (kısımdan) terekküb eder (birleşmiş, meydana gelmiştir). Birisi o mâhiyyete (asıla) nisbeten (göre) eamm (genel, daha kapsamlı) olup onunla diğer mâhiyyet (asıl) beyninde (arasında) müşterek olur. Buna "cüz'-i müşterek" (kısmi beraberlik, ortaklık) ve "tamâm-ı müşterek" (tam beraberlik, ortaklık) derler. Ve biri dahi o, mâhiyyete (asla) nisbeten (göre) müsâvi (eşit) ve cûz'-i evvele (önceki kısma) nisbeten (göre) ahfâ (daha gizli) olup, o mâhiyyeti (aslı) sâirlerinden (diğerlerinden) tefrîk (ayırır) ve müstakıllen (kendi başına) bir mâhiyyet (asıl) kılar (yapar). "Eamm-i müşterek" (daha genel, kapsamlı birliktelik, ortaklık) olan cüz'-i evvele (önceki kısma) "cins" ve cinsten ehass (daha hususi, özel) ve mâhiyyete (esasa) müsâvi (eşit) olan cüz'-i sâniye (ikinci kısma) "fasl" ve bu iki cüz'den (kısımdan) bi't terettüb (düzenlenerek) husûle gelen (oluşan) mâhiyyete (asla) "nevi"' tesmiye olunur (denir). Ve ancak fasılların (bölümlerin) cinslere inzımâmiyle (katılımıyle, ilavesiyle) müstakıl (bağımsız) mâhiyyât-ı nev'iyye (çeşitli asıllar) hâsıl olur (oluşur). Meselâ insan, bir mâhiyyet-i nev'iyye (bir çeşit asıl) olup "hayvan" ile "nâtık" cüz'lerinden (kısımlarından) mürekkebdir (bileşiktir)."Hayvan" insana nisbeten (göre) cüz'-i eamm (daha kapsamlı kısım) olup insan ve sâir (diğer) hayvanlarâ şâmil (kapsar) ve "tamâm-ı müşterek" (tam ortaklık) olan "cins"tir: "Nâtık" dahi insana nisbetle (göre) cüz'-i müsâvî (kısmi eşitlik) olup nev'-i insânı (insan türünü) sâir (diğer) envâ'ından (türlerinden) fasl ve temyîz eden (seçen ve ayıran) "fasl"ıdır: Kezâlik (aynı şekilde) "At hayvân-ı sâhildir" (kişneyen hayvandır) ve "Hımâr (eşek) hayvân-ı nâhıktır" (anıran hayvandır) denildikde, "at" ve "hımâr" (eşek) birer mâhiyyet-i nev'iyye (cinsin aslı) olup fasıllarının, cüz'-i müşterek (kısmi ortaklık) olan hayvan cinsine inzımâmiyle (ilavesiyle, katılımıyla) tahassul etmişlerdir (sonuç olarak ortaya çıkmışlardır). Ve hâkezâ (bunun gibi) ulûm (ilimler) ve fünûnda (fenlerde) zikr olunan (anlatılan) mesâil (meseleler) ve aksâmının (bölümlerinin) mevzûâtı (içeriği, konusu) birer nevi' (tür) olup fasıllarıyla (kısımlarıyla) tefrîk olunmuşlardır (ayrılmışlardır) .

     İmdi (şu halde) Fir'avn, Hak için mâhiyyet (asıl, esas) ve hakîkat olmakla berâber, o mâhiyyetin "cins" ile "fasıl"dan (bölümden) mürekkeb (bileşik) olmadığına vâkıf (bilincinde) idi. Ve huzzâra (bizzat orda bulunanlara) bu hakîkati ta'rîf için suâlinde (sorusunda) buna îhâm eyledi (bile bile değindi). Velâkin (fakat) hâzır olan hükemâ (bilginler) ve ukalâ (akıl sahipleri), Fir'avn'ın muttali' olduğu (bildiği) bu hakîkate vâkıf (haberdar) değil idiler. Onlar mâhiyyet-i Hakk'ın (Hakk’ın zatının) ancak "cins" ile "fasıl"dan (bölümden) terekküb edeceğine (meydana geleceğine) kâni' (inanmış) olduklarından, Fir'avn'ın suâline (sorusuna), Mûsâ (a.s) tarafından bu yolda cevap verileceğine muntazır oldular (umdular).  Mûsâ (a.s.) ise onların bu zu'mu (sandıkları) vechile (yönüyle) cevap vermeyip hakîkat-i emri (hakikat hususunu) bilen ulemânın (alimlerin) cevâbiyle, ya'nî    رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا    (Şuarâ, 26/24) kavliyle (sözleriyle), Hakk'ın izâfâtıyla (bağıntılarıyle (sıfatları ve isimleriyle) Cevap verdiğini gördüklerinde, Fir'avn onların bu cehillerinden (cahilliklerinden) bi'l-istifâde, (istifade ederek) mahzâ (sadece) kendi mansıb-ı riyâsetinin (makamının) bakâsı (devamlılığı) için: 'Bakınız, ben ne sordum, / Mûsâ bana ne cevap verdi?" (Bkz. Şuarâ, 26/25) dedi. Ve bu takdirce hükemâ-i hâzıranın (bizzat orda bulunan alimlerin) kusûr-i fehimlerinden (yetersiz anlayışlarından) nâşî (dolayı), onların indinde (yanında) Fir'avn'ın  Mûsâ (a.s.)’dan daha âlim (bilgili) olduğu zâhir oldu (göründü). Bu hal (durum) hükemânın (alimlerin) noksan olan fehimlerine (anlayışlarına) nisbeten (göre) böyle idi. Yoksa hakîkatte böyle değil "Ve Fır'avn indinde, (yanında) bu cevap ile Mûsâ (a.s.)’ın sıdk-ı da'vâsı (savunduğunun gerçekliği) bi’d-delâle (deliller suretiyle) sâbit (anlaşıldı, belli) oldu. Velâkin (fakat) hubb-i riyâset (makam sevgisi) sâikasıyla (sebebiyle) onu ızhâr edemedi (gösteremedi). Belki huzzârın (hazır olanların) hamâkatlerinden (ahmaklıklarından) bi'l-istifâde (istifade ederek) tarîk-ı tezvîre (yalan yoluna) saptı. Mûsâ (a.s.), zâhirde (görünüşte) kendisinden suâl olunan (sorulan) şeye cevap vermemekle berâber, Fir'avn'ın suâline (sorusuna) karşı lâyık olan (yaraşır) kelâmı (sözü) söyledi. Ya'ni rubûbiyyet-i mutlakayı (kayıtsız, sınırsız rububiyeti) Hakk'a izâfe eyledi (bağladı). Ve Fir'avn Mûsâ (a.s.)’ın bu kelâmın (sözlerinin) gayrisi (başka şey) ile cevap vermez olduğunu bildiği halde, ashâbına hitâben (seslenerek): "Size gönderilen resûlünüz elbette mecnûndur (delidir, çıldırmıştır)"  (Şuarâ, 26/27) ya'nî benim kendisinden suâl ettiğim (sorduğum) şeyin ilmi (bilgisi) ondan "mestûr"dur (örtünmüştür, gizlenmiştir).  Zîrâ (çünkü) o şeyin ma'lûm olması (bilinmesi) aslâ mutasavver (düşünülür, olabilir) değildir, dedi. Zîrâ (çünkü) mâhiyyet-i ilâhiyyeyi (ilahi zatı) ve hakîkat-i Hakk'ı (Hakk’ın hüviyetini), Hak'tan gayri (başka) kimse bilmez.

     İmdi (buna göre) Fir'avn'ın kelâmında (sözlerinde) iki vecih (şekil) vardır: Birisi Fir'avn huzzâra (bizzat orda bulunanlara) kendisini Mûsâ (a.s.)’dan daha âlim (bilgili) göstermek için: "Ey huzzâr (hazır bulunanlar), bakınız ben ona mâhiyyet-i Hak'tan (Hakk’ın aslından (zatından) suâl ettim; (sordum) o kavâid-i mantıkıyyeye (mantık kurallarını) vâkıf' olmadığı (bilmediği) için, mâhiyyetin (aslın) "cins" ile "fasıl"dan (bölümlerden) terekküb ettiğini (meydana geldiğini) bilmedi: Mâhiyyetin (aslın) izâfâtiyle (bağıntılarıyla (sıfatlarıyle)) cevap verdi. Benim suâlimi (sorumu) anlayamadı" demek idi. İkincisi, huzzâra (orda bulunanlara) karşı sûret-i zâhirede (dış görünürde) Mûsâ (a.s.)’ın nübüvvetini (peygamberliğini) inkâren (inkar ederek) ve sûret-i bâtınede (batın manasında) Mûsâ (a.s.)’ın cevâbı, resûle lâyık (uygun, yaraşır) bir cevap olduğunu tasdîkan (tasdik için) ve onun risâletine (peygamberliğine) şehâdeten (şahitlik ederek): "Benim suâl ettiğim (sorduğum) şeyin ilmi (bilgisi) ondan mestûrdur (örtünmüştür, gizlenmiştir). Zîrâ (çünkü) hakîkat-ı Hak (Hakk’ın hakikati), Hak'tan gayri (başka) kimsenin ma'lûmu (bilgisinde) değildir. Binâenaleyh (bundan dolayı) resûl risâleti (resulluğu) hininde (zamanında) hakâyık-ı eşyâdan (varlıkların hakikatinden) ve esrâr-ı kazâ (kaza sırrından) ve kaderden muhtecibdir (örtülüdür). Onun vazifesi zât-ı mutlakaya (kayıtsız zata (Hakk’ın zatına) ) da'vet değil, sıfât-ı ilâhiyyeye (Hakk’ın sıfatlarına) da’vettir. Ve zâttan suâl olunduğu (soru sorulduğu) vakit izâfât (bağıntılar (sıfatlar) ile cevap verir" demek idi.

Devam edecek

 

 

 
 
İzmir - 05.08.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com