[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
Ve onun
فَوَهَبَ لِي رَبِّي حُكْماً
(Şuarâ, 26/21) kavli hilâfeti murâd eder ve
وَجَعَلَنِي مِنَ الْمُرْسَلِينَ
(Şuarâ, 26/21) risâleti murâd eder. İmdi her bir resûl
halîfe değildir. Binâenaleyh, halîfe seyf ve azl ve
vilâyet sâhibidir. Halbuki resûl böyle değildir. Ancak,
onun üzerine irsâl olunduğu şeyin iblâğı lâzımdır. Eğer
onun üzerine mukâtele eder ve onu seyf ile himâye ederse
o, halîfe ve resûldür. Nitekim herbir nebî resûl
değildir. Kezâlik her resûl halîfe değildir. Ya’nî ona
mülk ve onda tahakküm verilmedi (19).
Mûsâ (a.s.) "Rabbim bana hüküm bahş eyledi" (şuarâ,
26/21) kavliyle (sözleriyle)
Cenâb-ı Hak'tan kendisine hilâfet
(halifelik) ihsânını
(verilmesini)
murâd eder ve
“Beni mürselînden
(peygamberlerden) kıldı.” (Şuarâ, 26/21)
kavliyle (sözleriyle)
de kendisine risâlet
(resulluk görevi) verildiğini / murâd eder.
İmdi (buna göre)
her "halife" resûl ise de, her "resûl" halife değildir.
Zîrâ (çünkü)
"halife" kılıç sâhibidir ve azl
(işten çıkarma) ve
vilâyet (kudretle elde etme,
yönetme) sâhibidir. Halbuki resûl olan zât,
ancak kendisine münzel olan
(indirilen) ahkâm-ı ilâhiyyeyi
(ilahi hükümleri)
ibâdullâha (Allah kullarına)
teblîğ (taşımak,
bildirmek) ile kâimdir
(vardır).
Eğer resûl olan zât, ahkâm-ı ilâhiyyeyi
(ilahi hükümleri)
mukâtele ile (savaşarak)
kabûl ettirir ve kendisine tâbi'
(uyan, bağlı) olan
mü'minleri kılıç ile himâye eylerse
(korursa),
hem halife hem de resûldür. Bu sûrette
hilâfet (halifelik),
risâlet
(resulluk) üzerine zâid
(ilave) bir rütbe
olmuş olur. Nitekim, her nebi resûl değildir. Zîrâ
(çünkü) nebi
kendisinden evvel gelen resûlün getirdiği ahkâmı
(hükümleri) te'yîd
(doğrulamak, desteklemek)
ve teblîğa
(bildirmeye) me'mûr
(vazifeli) olduğu
halde resûl, âhkâm-ı müstakılle
(kendi özel hükümleri (kendi
şeriati) ) ile gelen zâttır. İşte bunun gibi
her resûl dahi halîfe değildir. Ya'nî resûl olan zâta
mülk ve mülkte tahakküm
(hükmetme) i'tâ olunmadı
(verilmedi).
Binâena'leyh
(bundan dolayı) Mûsâ (a.s.)
فَوَهَبَ لِي رَبِّي حُكْماً وَجَعَلَنِي مِنَ
الْمُرْسَلِينَ
(Şuarâ, 26/21) kavliyle
(sözleriyle) risâlet
(resulluk görevini)
ve "hilâfet"i (halifeliği)
câmi' olduğunu
(kendinde topladığını) tasrîh buyurmuştur
(açık olarak bildirmiştir).Halbuki
bu rütbeler cenâb-ı Hızır'a i'tâ olunmadı
(verilmedi).
Ve Fir'avn'ın mâhiyyet-i ilâhiyyeden suâlinin
hikmetine gelince: An-cehlin vâkı' olmadı; belki
imtihândan dola yı oldu. Tâ ki Rabb'inden da'vâ-yı
risâletiyle berâber onun cevâbını göre. Ve Fir'avn
ilimde rütbe-i mürselîni bilir idi, tâ ki onun cevâbiyle
da'vâsının sıdkına istidlâl eyleye. Ve hâzırîn eclinden
/ suâl-i îlhâm ile suâl eyledi. Tâ ki o kendi nefsinde
muttali' olduğu şeye, onların şuûru olmadığı haysiyetle,
suâlinde onlara ta'rîf eyleye. İmdi hakîkat-i emri bilen
ulemânın Cevâbıyla cevap vermediğini ızhâr etti. İmdi
onların kusûr-i fehimlerinden dolayı hâzırîn indinde
Fir'avn'ın Mûsâ'dan a'lem olduğu zâhir oldu. Ve işte
bunun için vaktâki ona cevapta lâyık olan şeyi söyledi,
halbuki o zâhirde kendisinden suâl olunan şeye cevap
değildir; ve muhakkak Fir'avn, o bunun gayrisi ile cevap
vermez olduğunu bildi, Binâenaleyh ashâbına dedi: "Size
gönderilen resûlünüz elbette mecnûndur." (Şuarâ, 26/27).
Ya'nî benim kendisinden suâl ettiğim şeyin ilmi ondan
mestûrdur. Zîrâ o şeyin ma'lûm olması aslâ tasavvur
olunmaz (20).
Ma'lûm olsun (bilinsin)
ki, Fir'avn
(Firavun) hikmet-i hükûmete
(hükümetin hakimiyetini)
vâkıf (ele geçirmiş)
zekî ve fatîn
(çabuk kavrayışlı, uyanık, akıllı) bir
hükümdâr idi. Onun dirâyet
(bilgisi, anlayışı) ve zekâveti
(zekiliği) koca bir
kavim üzerinde da'vâ-yı rubûbiyyetle
(rububiyet iddiasıyla)
berâber senelerce müstebiddâne
(başkalarına söz ve hareket
hakkı vermeyecek) bir sûrette
(şekilde) icrâ-yı
hükûmete (hükümeti
yürütmekte) muvaffak
(başarılı) olmasıyla
sâbittir (anlaşılmıştır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) onun Mûsâ (a.s.)’a mâhiyyet-i
ilâhiyyeden (ilahi zattan)
suâl etmesi (soru
sorması) cehlinden
(cahilliğinden)
değil, belki Mûsâ (a.s.)ı imtihân etmek maksadıyla vâkı'
(olmuş) idi. Zîrâ
(çünkü) Fir'avn,
Rabb'i cânibinden
(tarafından) risâletle
(resulluk görevi ile)
gönderildiğini da'vâ
(iddia) eden Mûsâ (a.s.)’ın nasıl cevap
vereceğini görmek ve âlemde
(dünyada) mürselîn
(peygamberlerin)
rütbesini bildiği cihetle
(sebebiyle),
vereceği cevap ile Mûsâ (a.s.)’ın da'vâsının
(iddiasının)
sıdkına (samimiyetine,
doğruluğuna) istidlâl eylemek
(kanıtlayarak anlamak)
için, mâhiyyet-i ilâhiyyeden
(Hakk’ın zatından)
suâl etti (sordu).
Ve bu suâlini
(sorusunu) vüzerâ
(vezirler) ve
hükemâsından (alimlerinden)
birtakım kimselerin huzûrunda
(yanında) îrâd
eyledi (söyledi (sordu) )
. Ve Kur'ân-ı
Kerîm'de zikrolunduğu
(anlatıldığı) üzere, onun suâli
(sorusu)
وَمَا رَبُّ الْعَالَمِينَ
(Şuarâ, 26/23) tarzında
(biçiminde) idi. Ya'nî "Rabbü'l-âlemînin
(âlemlerin rabbinin)
mâhiyyeti (aslı)
ve hakîkati nedir?" dedi. Halbuki Fir'avn'ın ma'lûmu
(bilgisinde) idi
ki, rusül (aleyhimû'sselâm)’a mâhiyyet-i ilâhiyyeden
(hakk’’ın zatından)
suâl olunduğu (soru
sorulduğu) vakit, onlar mâhiyyet-i Hak'tan
(Hakk’ın zatından)
ve hakîkat-i ahadiyyeden
(ahad olan zatından) cevap vermezler; belki
Hakk'ın izâfâtıyla
(bağıntılı, ilişkili olduğu şeylerle),
ya'nî sıfât
(sıfatlar) ve
esmâsıylâ (isimleriyle)
cevap verirler. Ve hükemâ
(alimler) ise
mantıkla iştigâl ettikleri
(meşgul oldukları) ve mantık kâidesince bir
şeyin hakîkatini ta'rîf
(anlatmak), "cins"
ve "fasıl" ile olacağı cihetle
(bakımdan),
bir şeyin
mâhiyyetinden (aslından)
suâl olunduğu
(soru sorulduğu) vakit, mutlaka "cins" ve
"fasıl"dan mürekkeb
(oluşmuş) olan bir mâhiyetten
(asıldan) bahs
olunmak (söz etmek)
lâzım idi. Zîrâ (çünkü)
kâide-i /mantıkıyyece
(mantık kuralınca)
her mâhiyyet (asıl)
iki cüz'den (kısımdan)
terekküb eder
(birleşmiş, meydana gelmiştir).
Birisi o mâhiyyete
(asıla) nisbeten
(göre) eamm
(genel, daha kapsamlı)
olup onunla diğer mâhiyyet
(asıl) beyninde
(arasında) müşterek
olur. Buna "cüz'-i müşterek"
(kısmi beraberlik, ortaklık)
ve "tamâm-ı müşterek"
(tam beraberlik, ortaklık)
derler. Ve biri dahi o, mâhiyyete
(asla) nisbeten
(göre) müsâvi
(eşit) ve cûz'-i
evvele (önceki kısma)
nisbeten (göre)
ahfâ (daha gizli)
olup, o mâhiyyeti (aslı)
sâirlerinden
(diğerlerinden) tefrîk
(ayırır) ve
müstakıllen (kendi başına)
bir mâhiyyet
(asıl) kılar
(yapar).
"Eamm-i müşterek" (daha
genel, kapsamlı birliktelik, ortaklık) olan
cüz'-i evvele (önceki kısma)
"cins" ve cinsten ehass
(daha hususi, özel)
ve mâhiyyete (esasa)
müsâvi (eşit)
olan cüz'-i sâniye
(ikinci kısma) "fasl" ve bu iki cüz'den
(kısımdan) bi't
terettüb (düzenlenerek)
husûle gelen
(oluşan) mâhiyyete
(asla) "nevi"'
tesmiye olunur (denir).
Ve ancak fasılların
(bölümlerin)
cinslere inzımâmiyle
(katılımıyle, ilavesiyle) müstakıl
(bağımsız)
mâhiyyât-ı nev'iyye (çeşitli
asıllar) hâsıl olur
(oluşur).
Meselâ insan, bir mâhiyyet-i nev'iyye
(bir çeşit asıl)
olup "hayvan" ile "nâtık" cüz'lerinden
(kısımlarından)
mürekkebdir (bileşiktir)."Hayvan"
insana nisbeten (göre)
cüz'-i eamm (daha
kapsamlı kısım) olup insan ve sâir
(diğer) hayvanlarâ
şâmil (kapsar)
ve "tamâm-ı müşterek"
(tam ortaklık)
olan "cins"tir: "Nâtık" dahi insana nisbetle
(göre) cüz'-i
müsâvî (kısmi eşitlik)
olup nev'-i insânı
(insan türünü) sâir
(diğer)
envâ'ından (türlerinden)
fasl ve temyîz eden
(seçen ve ayıran)
"fasl"ıdır: Kezâlik
(aynı şekilde) "At
hayvân-ı sâhildir" (kişneyen
hayvandır) ve "Hımâr
(eşek) hayvân-ı
nâhıktır" (anıran hayvandır)
denildikde, "at" ve "hımâr"
(eşek) birer
mâhiyyet-i nev'iyye (cinsin
aslı) olup
fasıllarının,
cüz'-i müşterek (kısmi
ortaklık)
olan hayvan cinsine inzımâmiyle
(ilavesiyle, katılımıyla)
tahassul etmişlerdir
(sonuç olarak ortaya
çıkmışlardır).
Ve hâkezâ (bunun
gibi) ulûm
(ilimler) ve fünûnda
(fenlerde)
zikr olunan
(anlatılan) mesâil
(meseleler) ve
aksâmının (bölümlerinin)
mevzûâtı
(içeriği, konusu) birer nevi'
(tür) olup
fasıllarıyla (kısımlarıyla)
tefrîk olunmuşlardır
(ayrılmışlardır) .
İmdi (şu halde)
Fir'avn, Hak için mâhiyyet
(asıl, esas) ve
hakîkat olmakla berâber, o mâhiyyetin "cins" ile
"fasıl"dan (bölümden)
mürekkeb (bileşik)
olmadığına vâkıf
(bilincinde) idi. Ve huzzâra
(bizzat orda bulunanlara)
bu hakîkati ta'rîf için suâlinde
(sorusunda) buna
îhâm eyledi (bile bile
değindi).
Velâkin (fakat)
hâzır olan hükemâ
(bilginler) ve ukalâ
(akıl sahipleri),
Fir'avn'ın muttali' olduğu
(bildiği) bu
hakîkate vâkıf (haberdar)
değil idiler. Onlar mâhiyyet-i Hakk'ın
(Hakk’ın zatının)
ancak "cins" ile "fasıl"dan
(bölümden) terekküb edeceğine
(meydana geleceğine)
kâni' (inanmış)
olduklarından, Fir'avn'ın suâline
(sorusuna),
Mûsâ (a.s) tarafından bu yolda cevap
verileceğine muntazır oldular
(umdular).
Mûsâ (a.s.) ise
onların bu zu'mu
(sandıkları) vechile
(yönüyle) cevap
vermeyip hakîkat-i emri
(hakikat hususunu) bilen ulemânın
(alimlerin)
cevâbiyle, ya'nî
رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا
(Şuarâ, 26/24) kavliyle
(sözleriyle),
Hakk'ın izâfâtıyla
(bağıntılarıyle (sıfatları ve
isimleriyle) Cevap verdiğini gördüklerinde,
Fir'avn onların bu cehillerinden
(cahilliklerinden)
bi'l-istifâde, (istifade
ederek) mahzâ
(sadece) kendi mansıb-ı riyâsetinin
(makamının) bakâsı
(devamlılığı)
için: 'Bakınız, ben ne sordum, / Mûsâ bana ne cevap
verdi?" (Bkz. Şuarâ, 26/25) dedi. Ve bu takdirce
hükemâ-i hâzıranın (bizzat
orda bulunan alimlerin) kusûr-i fehimlerinden
(yetersiz anlayışlarından)
nâşî (dolayı),
onların indinde
(yanında) Fir'avn'ın Mûsâ (a.s.)’dan daha
âlim (bilgili)
olduğu zâhir oldu (göründü).
Bu hal (durum)
hükemânın
(alimlerin) noksan olan fehimlerine
(anlayışlarına)
nisbeten (göre)
böyle idi. Yoksa hakîkatte böyle değil "Ve Fır'avn
indinde, (yanında)
bu cevap ile Mûsâ (a.s.)’ın sıdk-ı da'vâsı
(savunduğunun gerçekliği)
bi’d-delâle
(deliller suretiyle) sâbit
(anlaşıldı, belli)
oldu. Velâkin (fakat)
hubb-i riyâset (makam
sevgisi) sâikasıyla
(sebebiyle) onu
ızhâr edemedi (gösteremedi).
Belki huzzârın (hazır
olanların) hamâkatlerinden
(ahmaklıklarından)
bi'l-istifâde (istifade
ederek) tarîk-ı tezvîre
(yalan yoluna)
saptı. Mûsâ (a.s.), zâhirde
(görünüşte) kendisinden suâl olunan
(sorulan) şeye cevap
vermemekle berâber, Fir'avn'ın suâline
(sorusuna) karşı
lâyık olan (yaraşır)
kelâmı (sözü)
söyledi. Ya'ni rubûbiyyet-i mutlakayı
(kayıtsız, sınırsız rububiyeti)
Hakk'a izâfe eyledi
(bağladı).
Ve Fir'avn Mûsâ (a.s.)’ın bu kelâmın
(sözlerinin) gayrisi
(başka şey) ile
cevap vermez olduğunu bildiği halde, ashâbına hitâben
(seslenerek):
"Size gönderilen resûlünüz elbette mecnûndur
(delidir, çıldırmıştır)"
(Şuarâ, 26/27)
ya'nî benim kendisinden suâl ettiğim
(sorduğum) şeyin
ilmi (bilgisi)
ondan "mestûr"dur
(örtünmüştür, gizlenmiştir).
Zîrâ
(çünkü) o şeyin
ma'lûm olması (bilinmesi)
aslâ mutasavver
(düşünülür, olabilir) değildir, dedi. Zîrâ
(çünkü) mâhiyyet-i
ilâhiyyeyi (ilahi zatı)
ve hakîkat-i Hakk'ı
(Hakk’ın hüviyetini),
Hak'tan gayri
(başka) kimse bilmez.
İmdi (buna göre)
Fir'avn'ın kelâmında
(sözlerinde) iki vecih
(şekil) vardır:
Birisi Fir'avn huzzâra
(bizzat orda bulunanlara) kendisini Mûsâ
(a.s.)’dan daha âlim
(bilgili) göstermek için: "Ey huzzâr
(hazır bulunanlar),
bakınız ben ona mâhiyyet-i Hak'tan
(Hakk’ın aslından (zatından)
suâl ettim;
(sordum) o kavâid-i mantıkıyyeye
(mantık kurallarını)
vâkıf' olmadığı
(bilmediği) için, mâhiyyetin
(aslın) "cins" ile
"fasıl"dan (bölümlerden)
terekküb ettiğini
(meydana geldiğini)
bilmedi: Mâhiyyetin (aslın)
izâfâtiyle
(bağıntılarıyla (sıfatlarıyle)) cevap verdi.
Benim suâlimi (sorumu)
anlayamadı" demek idi. İkincisi, huzzâra
(orda bulunanlara)
karşı sûret-i zâhirede (dış
görünürde) Mûsâ (a.s.)’ın nübüvvetini
(peygamberliğini)
inkâren (inkar ederek)
ve sûret-i bâtınede
(batın manasında)
Mûsâ (a.s.)’ın cevâbı, resûle lâyık
(uygun, yaraşır) bir
cevap olduğunu tasdîkan
(tasdik için) ve onun risâletine
(peygamberliğine)
şehâdeten (şahitlik ederek):
"Benim suâl ettiğim
(sorduğum) şeyin ilmi
(bilgisi) ondan
mestûrdur (örtünmüştür,
gizlenmiştir).
Zîrâ (çünkü)
hakîkat-ı Hak
(Hakk’ın hakikati),
Hak'tan gayri
(başka) kimsenin ma'lûmu
(bilgisinde)
değildir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) resûl risâleti
(resulluğu) hininde
(zamanında)
hakâyık-ı eşyâdan
(varlıkların hakikatinden) ve esrâr-ı kazâ
(kaza sırrından) ve
kaderden muhtecibdir
(örtülüdür).
Onun vazifesi zât-ı mutlakaya
(kayıtsız zata (Hakk’ın zatına)
) da'vet değil, sıfât-ı ilâhiyyeye
(Hakk’ın sıfatlarına)
da’vettir. Ve zâttan suâl olunduğu
(soru sorulduğu)
vakit izâfât (bağıntılar
(sıfatlar) ile cevap verir" demek idi.
Devam edecek |