Füsûs-ül Hikem

335. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ

ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR] 

     Ve bunda bir sırr-ı kebîr vardır. Zîrâ o, "hadd-i zâtî" den suâl eden kimseye "fiil" ile cevap verdi. Binâenaleyh hadd-i zâtiyi, suver-i âlemden onunla zâhir   olduğu şeye veyâhut suver-i âlemden kendisinde zâhir olan şeye izâfetinin aynı kıldı. İmdi keennehû onun    وَمَا رَبُّ الْعَالَمِينَ    (Şuarâ, 26/23) kavlinin cevâbında ona “Eğer  siz ehl-i îkân iseniz, semâdan ibâret olan ülüvvden ve arzdan ibâret olan süflden âlemlerin sûretleri kendisinde zâhir olandır, yâhut onlarla zâhir olandır” dedi (22).

     Ya'nî Fir'avn'ın mâhiyyet-i ilâhiyyeden (Hakk’ın zatından) vâkı' (olmuş) olan suâline (sorusuna) karşı, Mûsâ (a.s.)’ın hakîkat-i ilâhiyyeye (Hakk’ın hakikatine) muzâf (bağlı) olan rubûbiyyet-i mutlaka ile (kayıtsız rububiyetle (esma mertebesinden) ) cevap vermesinde büyük bir sır vardır. Zîrâ (çünkü) Mûsâ (a.s.) "hadd-i zâtî"den (Hakk’ın zatından) suâl eden, (soru soran) ya'nî "Hakîkat-i ilâhiyyeyi (Hakk’ın hakikatini) ta'rîf eyle!" diyen Fir'avn'a, Hakk'ın "fiil"i olan rubûbiyyetle (isimlerle) cevap verdi. Ve zât-ı Hakk'ın (Hakk’ın zatının) ta'rîfini (tanımını), Rabb'in suver-i âlemden / (evren suretlerinden) zâhir olduğu (göründüğü) şeye izâfetinin (bağıntısının (isim ve sıfatının) ) aynı kıldı. Veyâhut Rabb'in vücûdunda (varlığında) suver-i âlemden (evren suretlerinden) zâhir olan (açığa çıkan) şeye onun izâfetinin (bağıntısının) aynı kıldı. Ve cemî'-i rubûbiyyât-ı cüz'iyyeyi (cüz isimlerin bütün hepsini) câmi' olan (kendinde toplayan) rubûbiyyet-i mutlakayı (kayıtsız, sınırsız rububiyeti (esma mertebesini) ) Hakk'a izâfet (bağlamak) sûretiyle ta'rîf' etti (tanımını yaptı). Binâenaleyh (bundan dolayı) onun suver-i âlemde (evren suretlerinde) zâhir olduğu (açığa çıktığı)  rubûbiyyet-i mutlaka (kayıtsız rububiyet) ile tavsîfi (vasıflandırılması), hakîkat-i Hakk'ı (Hakk’ın zatının) ta'rîfîn (tanımının) aynı oldu. Zîrâ (çünkü) suver-i ulviyye (yüksek suretler) ve süfliyyede (alçak suretlerde) bi-hasebi'l-esmâ (isimleri bakımından) müteayyin olan (görülen, açığa çıkan) vücûd-i Hak'tır (Hakk’ın varlığıdır). Ve bu suverin (suretlerin) kâffesi (bütün hepsi) vücûd-ı vâhid-i hakîkî-i Hak'tan (tek gerçek varlık olan Hak’tan) mürabdır (zuhur etmiştir, mazhar olmuştur). Şu halde Fir'avn'ın "Rabbül-âlemin (alemlerin rabbi) ne şeydir?" (Şuarâ, 26/23) kavlinin (sözlerinin) cevâbında, Mûsâ (a.s.) "cins" ile "fasıl"dan (bölümden) mürekkeb (bileşik) olan mâhiyyetten (asıldan) bahs etmeyip (konuşmayıp) keennehû (guya) Fir'avn'a dedi ki: "Eğer siz Hakk'ı suver-i âlemde (evren suretlerinde) ve kendi nefsinizde (zatınızda) müşâhede edip (görüp) O'ndan gayri (başka) vücûd-ı hakîkî (gerçek varlık) sâhibi olmadığına müteyakkın olmuş (kesin, şüphesiz bilen) tâifeden (topluluktan) iseniz, Rabbü'l-âlemin (alemlerin Rabbi), âlemlerin suver-i ulviyye (yüksek suretleri) ve süfliyyesi (alçak suretleri) kendisine zâhir olan (görünen) veyâhut kendisi bu sûretler ile zâhir olan (görülen) Zât-ı vâhiddir (tek zattır). "Fir'avn imtihânen (imtihan etmek amacıyla) sorduğu suâlin (sorunun) cevâbını kendi vukûf (anlayış) ve şuûruna mutâbık (uygun) olarak aldı. Fakat hâzır-bi'l-meclis olan (mecliste bizzat bulunan) hükemâ (bilginler) "cins" ve "fasıl"dan (bölümden) mürekkeb (bileşik) bir mâhiyyetin (aslın) ta'rîfine (tanımını) muntazır olduklarından (beklediklerinden) ve onlar, Fir'avn'ın vâkıf olduğu (bildiği) şeyden câhil bulunduklarından, Mûsâ (a.s.)’ın bu cevâbı onlara kâfî gelmedi. Velâkin (fakat) Fir'avn Mûsâ (a.s.) tarafından verilen cevâbın isâbetini (yerinde ve doğru olduğunu) takdîr ve da'vâ-yı risâlette (risalet davasındaki) sıdkını (doğruluğunu, gerçekliğini) ârif olmakla (bilmekle) berâber, hubb-i riyâset (reis olma, baş olma tutkusu) sâikasıyla (sebebiyle), huzzârın (orda bulunanların) zehâbından (öyle sanmalarından) bi'l-istifâde (istifade ederek) tezvîr (yalan) tarîkına (yoluna) zâhib olup, (kapılıp) zâhiren (görünüşte) Mûsâ (a.s.)ı tasdîk ile (doğrulayarak) mü'mîn (iman etmiş) olmadı. Velhâsıl (sözün kısası) Mûsâ (a.s.) bu cevâb ile zât-ı Hakk'ı (Hakk’ın zatını) âlemin (evrenin) "ayn"ı (hakikati, zatı) kılmış (yapmış) oldu. Ve Hakk'ı reviş-i risâletine (risalet tarzına) muvâf'ık (uygun, yerinde) bir ta'rîf (tanım) ile beyân eyledi (anlattı).

Devam edecek

 

 

 
 
İzmir - 19.08.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com