[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
Ve bunda bir sırr-ı
kebîr vardır. Zîrâ o, "hadd-i zâtî" den suâl eden
kimseye "fiil" ile cevap verdi. Binâenaleyh hadd-i
zâtiyi, suver-i âlemden onunla zâhir olduğu şeye
veyâhut suver-i âlemden kendisinde zâhir olan şeye
izâfetinin aynı kıldı. İmdi keennehû onun
وَمَا رَبُّ الْعَالَمِينَ
(Şuarâ, 26/23) kavlinin cevâbında ona “Eğer siz ehl-i
îkân iseniz, semâdan ibâret olan ülüvvden ve arzdan
ibâret olan süflden âlemlerin sûretleri kendisinde zâhir
olandır, yâhut onlarla zâhir olandır” dedi (22).
Ya'nî Fir'avn'ın
mâhiyyet-i ilâhiyyeden
(Hakk’ın zatından) vâkı'
(olmuş) olan
suâline
(sorusuna) karşı, Mûsâ (a.s.)’ın hakîkat-i
ilâhiyyeye (Hakk’ın
hakikatine) muzâf
(bağlı) olan
rubûbiyyet-i mutlaka ile
(kayıtsız rububiyetle (esma mertebesinden) )
cevap vermesinde büyük bir sır vardır. Zîrâ
(çünkü) Mûsâ (a.s.)
"hadd-i zâtî"den (Hakk’ın
zatından) suâl eden,
(soru soran) ya'nî
"Hakîkat-i ilâhiyyeyi
(Hakk’ın hakikatini) ta'rîf eyle!" diyen
Fir'avn'a, Hakk'ın "fiil"i olan rubûbiyyetle
(isimlerle)
cevap verdi. Ve zât-ı Hakk'ın
(Hakk’ın zatının)
ta'rîfini (tanımını),
Rabb'in suver-i âlemden /
(evren suretlerinden)
zâhir olduğu (göründüğü)
şeye izâfetinin
(bağıntısının (isim ve sıfatının) ) aynı
kıldı. Veyâhut Rabb'in vücûdunda
(varlığında) suver-i
âlemden (evren
suretlerinden) zâhir olan
(açığa çıkan) şeye
onun izâfetinin
(bağıntısının) aynı kıldı. Ve cemî'-i
rubûbiyyât-ı cüz'iyyeyi (cüz
isimlerin bütün hepsini) câmi' olan
(kendinde toplayan)
rubûbiyyet-i mutlakayı
(kayıtsız, sınırsız rububiyeti (esma mertebesini) )
Hakk'a izâfet
(bağlamak) sûretiyle ta'rîf' etti
(tanımını yaptı).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) onun suver-i âlemde
(evren suretlerinde)
zâhir olduğu (açığa
çıktığı) rubûbiyyet-i mutlaka
(kayıtsız rububiyet)
ile tavsîfi
(vasıflandırılması),
hakîkat-i Hakk'ı
(Hakk’ın zatının) ta'rîfîn
(tanımının) aynı
oldu. Zîrâ (çünkü)
suver-i ulviyye (yüksek
suretler) ve süfliyyede
(alçak suretlerde)
bi-hasebi'l-esmâ (isimleri
bakımından) müteayyin olan
(görülen, açığa çıkan)
vücûd-i Hak'tır (Hakk’ın
varlığıdır).
Ve bu suverin
(suretlerin) kâffesi
(bütün hepsi)
vücûd-ı vâhid-i hakîkî-i Hak'tan
(tek gerçek varlık olan
Hak’tan) mürabdır
(zuhur etmiştir, mazhar
olmuştur).
Şu halde Fir'avn'ın "Rabbül-âlemin
(alemlerin rabbi) ne
şeydir?" (Şuarâ, 26/23) kavlinin
(sözlerinin)
cevâbında, Mûsâ (a.s.) "cins" ile "fasıl"dan
(bölümden) mürekkeb
(bileşik) olan
mâhiyyetten (asıldan)
bahs etmeyip
(konuşmayıp) keennehû
(guya) Fir'avn'a
dedi ki: "Eğer siz Hakk'ı suver-i âlemde
(evren suretlerinde)
ve kendi nefsinizde
(zatınızda)
müşâhede edip (görüp)
O'ndan gayri (başka)
vücûd-ı hakîkî
(gerçek varlık) sâhibi olmadığına müteyakkın
olmuş (kesin, şüphesiz
bilen) tâifeden
(topluluktan) iseniz, Rabbü'l-âlemin
(alemlerin Rabbi),
âlemlerin suver-i ulviyye
(yüksek suretleri)
ve süfliyyesi (alçak
suretleri) kendisine zâhir olan
(görünen) veyâhut
kendisi bu sûretler ile zâhir olan
(görülen) Zât-ı
vâhiddir (tek zattır).
"Fir'avn imtihânen
(imtihan etmek amacıyla)
sorduğu suâlin (sorunun)
cevâbını kendi vukûf
(anlayış) ve şuûruna
mutâbık (uygun)
olarak aldı. Fakat hâzır-bi'l-meclis olan
(mecliste bizzat bulunan)
hükemâ
(bilginler) "cins" ve "fasıl"dan
(bölümden) mürekkeb
(bileşik) bir
mâhiyyetin (aslın)
ta'rîfine (tanımını)
muntazır olduklarından
(beklediklerinden)
ve onlar, Fir'avn'ın vâkıf olduğu
(bildiği) şeyden
câhil bulunduklarından, Mûsâ (a.s.)’ın bu cevâbı onlara
kâfî gelmedi. Velâkin
(fakat) Fir'avn Mûsâ (a.s.) tarafından
verilen cevâbın isâbetini
(yerinde ve doğru olduğunu) takdîr ve
da'vâ-yı risâlette (risalet
davasındaki) sıdkını
(doğruluğunu, gerçekliğini)
ârif olmakla
(bilmekle) berâber, hubb-i riyâset
(reis olma, baş olma tutkusu)
sâikasıyla
(sebebiyle),
huzzârın (orda
bulunanların) zehâbından
(öyle sanmalarından)
bi'l-istifâde (istifade
ederek) tezvîr
(yalan) tarîkına
(yoluna) zâhib olup,
(kapılıp) zâhiren
(görünüşte) Mûsâ
(a.s.)ı tasdîk ile
(doğrulayarak) mü'mîn
(iman etmiş) olmadı.
Velhâsıl (sözün kısası)
Mûsâ (a.s.) bu cevâb ile zât-ı Hakk'ı
(Hakk’ın zatını)
âlemin (evrenin)
"ayn"ı (hakikati, zatı)
kılmış (yapmış)
oldu. Ve Hakk'ı reviş-i risâletine
(risalet tarzına)
muvâf'ık (uygun, yerinde)
bir ta'rîf
(tanım) ile beyân eyledi
(anlattı).
Devam edecek |