[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
İmdi vaktâki Fir'avn ashâbına "O elbette mecnûndur"
(Şuarâ, 26/27) dedi. Nitekim biz onun mecnûn olması /
ma'nâsında dedik. Fir'avn ilm-i ilâhîde onun mertebesini
bilmek için, Mûsâ beyânda ziyâde etti. Zîrâ Fir'avn'ın
bunu bildiğini bilir idi. Binâenaleyh
رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ
(Şuarâ, 26/28) dedi. Böyle olunca zâhir ve müstetir olan
şeyi getirdi ve o zâhir ve bâtındır,
وَمَا بَيْنَهُمَا
(Şuarâ 26/28): dahi O'nun
شَيْءٍ عَلِيمٌ
وَهُوَ بِكُلِّ
(Hadîd, 57/3) kavlidir.
تَعْقِلُونَ
إِن كُنتُمْ
(Şuarâ, 26/28) Eğer siz ashâb-ı takyîd iseniz, demektir.
Zîrâ akıl takyîddir (23).
Ya'nî Fir'avn sorduğu suâl
(soru) üzerine Mûsâ (a.s.)’dan Hakk'ın
izâfâtıyla (bağıntılarıyla,
(esma ve sıfatlarıyla) ) cevap aldıktan
sonra, o mecliste hazır olan ashâbına
(kimselere):"Size
gönde rilen resûlünüz elbette mecnûndur" (Şuarâ, 26/27).
Ya'nî benim kendisinden suâl ettiğim
(soru sorduğum)
şeyin ilmi (bilgisi)
ondan mestûrdur
(örtülmüştür, gizlenmiştir),
deyince, Fir'avn
ilm-i ilâhîde (Allah’ın
ilminde) kendisinin mertebesini bilmek için
Mûsâ (a.s.) cevâbını ziyâdeleştirdi
(arttırdı).
Zîrâ (çünkü)
Mûsâ (a.s.) muhakkak Fir'avn'ın kendi
kelâmını (sözlerini)
anladığını bilir idi. Binâenaleyh
(bundan dolayı)
cenâb-ı Mûsâ
رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا إن
كُنتُم مُّوقِنِينَ
(Şuarâ, 26/24) dedikten sonra
رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَمَا بَيْنَهُمَا إِن
كُنتُمْ تَعْقِلُونَ
(Şuarâ, 26/28) dedi. Şu halde zâhir
(açıkta olan) ve
müstetir (gizli)
olan şeyi beyân etmiş
(açıklamış) oldu. Zîrâ
(çünkü) maşrık
(doğu),
şemsin (güneşin)
mahall-i zuhûrudur
(kendini gösterdiği yerdir)
ve mağrib (batı)
ise şemsin (güneşin)
mahall-i istitârıdır
(kendini gizlediği yerdir).
Ve "maşrık"
(doğu) ism-i Zâhir'in
(zahir isminin)
mazharı (göründüğü yer)
ve "mağrib"
(batı) ism-i Bâtın'ın
(batın isminin)
mazharıdır. (göründüğü
yerdir) Binâenaleyh
(bundan dolayı)
cenâb-ı Mûsâ, "Rabbû'l-maşrıkı ve'l-mağrib"
(doğu ve batının rabbi)
demekle hem zâhir
(görünen, meydanda olan) ve hem de müstetir
olan (görünmeyen, gizli
olan) şeyi getirmiş oldu. Ve Hak Teâlâ
bilcümle (bütün)
mezâhir (görüntü yerleri
(açığa çıkmış birimler) ) ile zâhir
(meydanda) ve
müteayyindir (bellidir)
ve her bir mahzarın
(görüntü yerinin)
bâtınıdır (gizli olanıdır,
(içidir).Ve
وَمَا بَيْنَهُمَا
kavli (sözü)
dahi, Hak Teâlâ'nın
وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
(Hadîd, 57/3) ya'nî: Hak Teâlâ maşrık
(doğu) ile mağrib
(batı) ve zâhir
(açık) ile bâtın
(gizli) arasını ve
her bir mazhar (görüntü
yeri) ile zâhir
(görünür) ve müteayyin
(belirmiş) olmakla
mezâhiri (görüntü yerlerini)
ve her bir mazharın (görüntü
yerinin) bâtını
(gizlisi, bilinmeyeni) olmakla onların
bevâtınını (saklısını,
gizlisini) âlimdir
(bilir) demek
olur.
إِن كُنتُمْ تَعْقِلُونَ
(Şuarâ. 26/28) ya’nî: Eğer siz ashâb-ı akıl
(akıl sahipleri) ve
takyîd (kayıtlı)
iseniz, demektir. Zîrâ
(çünkü) akıl takyîdi
(kayıtlılığı) iktizâ
eder (gerektirir).
Ve aklen (akıl
yoluyla) "teşbîh", Hakk'ı takyîd etmek
(kayıtlamak)
demektir. Ve "tenzîh" ise tahdîddir
(sınırlamaktır).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) ashâb-ı akıl
(akıl sahipleri)
Hakk'ı teşbîh ettikleri vakit ecsâma
(cisimlere) teşbîh
ile (benzeterek)
takyîd ederler (kayıtlarlar).
Ve tenzîh ettikleri vakit dahi, O'nu suver-i âlemden
(evren suretlerinden)
ve ecsâmdan
(cisimlerden) tenzîh ile
(beri, mukaddes kılarak)
tahdîd etmiş
(sınırlamış) olurlar.
Devam edecek |