Füsûs-ül Hikem

336. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ

ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR] 

İmdi vaktâki Fir'avn ashâbına "O elbette mecnûndur" (Şuarâ, 26/27) dedi. Nitekim biz onun mecnûn olması / ma'nâsında dedik. Fir'avn ilm-i ilâhîde onun mertebesini bilmek için, Mûsâ beyânda ziyâde etti. Zîrâ Fir'avn'ın bunu bildiğini bilir idi. Binâenaleyh    رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ    (Şuarâ, 26/28) dedi. Böyle olunca zâhir ve müstetir olan şeyi getirdi ve o zâhir ve bâtındır,    وَمَا بَيْنَهُمَا   (Şuarâ 26/28): dahi O'nun    شَيْءٍ عَلِيمٌ وَهُوَ بِكُلِّ     (Hadîd, 57/3) kavlidir.    تَعْقِلُونَ  إِن كُنتُمْ    (Şuarâ, 26/28) Eğer siz ashâb-ı takyîd iseniz, demektir. Zîrâ akıl takyîddir (23).

Ya'nî Fir'avn sorduğu suâl (soru) üzerine Mûsâ (a.s.)’dan Hakk'ın izâfâtıyla (bağıntılarıyla, (esma ve sıfatlarıyla) ) cevap aldıktan sonra, o mecliste hazır olan ashâbına (kimselere):"Size gönde rilen resûlünüz elbette mecnûndur" (Şuarâ, 26/27). Ya'nî benim kendisinden suâl ettiğim (soru sorduğum) şeyin ilmi (bilgisi) ondan mestûrdur (örtülmüştür, gizlenmiştir),  deyince, Fir'avn ilm-i ilâhîde (Allah’ın ilminde) kendisinin mertebesini bilmek için Mûsâ (a.s.) cevâbını ziyâdeleştirdi (arttırdı). Zîrâ (çünkü) Mûsâ (a.s.) muhakkak Fir'avn'ın kendi kelâmını (sözlerini) anladığını bilir idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) cenâb-ı Mûsâ    رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا إن كُنتُم مُّوقِنِينَ    (Şuarâ, 26/24) dedikten sonra    رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَمَا بَيْنَهُمَا إِن كُنتُمْ   تَعْقِلُونَ    (Şuarâ, 26/28) dedi. Şu halde zâhir (açıkta olan) ve müstetir (gizli) olan şeyi beyân etmiş (açıklamış) oldu. Zîrâ (çünkü) maşrık (doğu), şemsin (güneşin) mahall-i zuhûrudur (kendini gösterdiği yerdir) ve mağrib (batı) ise şemsin (güneşin) mahall-i istitârıdır (kendini gizlediği yerdir). Ve "maşrık" (doğu) ism-i Zâhir'in (zahir isminin) mazharı (göründüğü yer) ve "mağrib" (batı) ism-i Bâtın'ın (batın isminin) mazharıdır. (göründüğü yerdir) Binâenaleyh (bundan dolayı) cenâb-ı Mûsâ, "Rabbû'l-maşrıkı ve'l-mağrib" (doğu ve batının rabbi) demekle hem zâhir (görünen, meydanda olan) ve hem de müstetir olan (görünmeyen, gizli olan) şeyi getirmiş oldu. Ve Hak Teâlâ bilcümle (bütün) mezâhir (görüntü yerleri (açığa çıkmış birimler) ) ile zâhir (meydanda) ve müteayyindir (bellidir) ve her bir mahzarın (görüntü yerinin) bâtınıdır (gizli olanıdır, (içidir).Ve    وَمَا بَيْنَهُمَا    kavli (sözü) dahi, Hak Teâlâ'nın    وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ    (Hadîd, 57/3) ya'nî: Hak Teâlâ maşrık (doğu) ile mağrib (batı) ve zâhir (açık) ile bâtın (gizli) arasını ve her bir mazhar (görüntü yeri) ile zâhir (görünür) ve müteayyin (belirmiş) olmakla mezâhiri (görüntü yerlerini) ve her bir mazharın (görüntü yerinin) bâtını (gizlisi, bilinmeyeni) olmakla onların bevâtınını (saklısını, gizlisini) âlimdir (bilir) demek olur.    إِن كُنتُمْ تَعْقِلُونَ    (Şuarâ. 26/28) ya’nî: Eğer siz ashâb-ı akıl (akıl sahipleri) ve takyîd (kayıtlı) iseniz, demektir. Zîrâ (çünkü) akıl takyîdi (kayıtlılığı) iktizâ eder (gerektirir). Ve aklen (akıl yoluyla) "teşbîh", Hakk'ı takyîd etmek (kayıtlamak) demektir. Ve "tenzîh" ise tahdîddir (sınırlamaktır). Binâenaleyh (bundan dolayı) ashâb-ı akıl (akıl sahipleri) Hakk'ı teşbîh ettikleri vakit ecsâma (cisimlere) teşbîh ile (benzeterek) takyîd ederler (kayıtlarlar). Ve tenzîh ettikleri vakit dahi, O'nu suver-i âlemden (evren suretlerinden) ve ecsâmdan (cisimlerden) tenzîh ile (beri, mukaddes kılarak) tahdîd etmiş (sınırlamış) olurlar.

Devam edecek

 

 

 
 
İzmir - 26.08.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com