Füsûs-ül Hikem

337. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ

ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR] 

     İmdi cevâb-ı evvel mükınînin cevâbıdır ve onlar ehl-i keşf ve vücûddur. Binâenaleyh onlara: "Eğer siz mûkınîn iseniz" (Şuarâ,, 26/24) dedi. Ya'nî eğer siz ehl-i keşf ve vücûd iseniz, muhakkak ben size şuhûdunuzda ve vücûdunuzda teyakkun ettiğiniz şeyi bildirdim. İmdi eğer siz bu sınıftan değil iseniz, ehl-i akıl ve takyîd iseniz ve edille-i ukûlünüzün i'tâ eylediği şeyde Hakk'ı hasr ederseniz, muhakkak ben size cevâb-ı sânîde cevap verdim, demek olur. Böyle olunca Fir'avn onun fazlını va sıdkını bilmek için Mûsâ vecheyn ile zâhir oldu. Ve Mûsâ bildi ki, muhakkak Fir'avn bunu anladı veyâhut anlar. Zîrâ Fir'avn mâhiyyetten suâl etti. Binâenaleyh bildi ki, "mâ" ile suâlde onun suâli istılâh-ı kudemâ üzere değildir. İşte bunun için cevap verdi: İmdi ondan bunun gayrini fehm ede idi, suâlde onu tahtıe ederdi. Vaktaki Mûsâ, mes'ûlün-anhi ayn-ı âlem kıldı, Fir'avn ona bu lisân ile hitâb eyledi. Halbuki kavmin şuûrları yok idi (24).

     Ya'nî Fir'avn'ın    وَمَا رَبُّ الْعَالَمِينَ    (Şuarâ, 26/23) diye mâhiyyet-i ilâhiyyeden (Hakk’ın hakikatinden) vâkı' olan (oluşan) suâline (sorusuna) Mûsâ (a.s.)’ın evvelen (ilk önce)    رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا إن كُنتُم مُّوقِنِينَ    (Şuarâ, 26/24) diyerek cevap vermesi mûkınîn olan (ikan sahibi olan (tam kesin bilen) ) kimselere mahsûs (ait) olan cevaptır. Ve "mûkınîn" (ikan sahibi) zümresi (camaati), ehl-i keşf (keşif sahibi) ve vücûd (varlık) olan zümredir (cemaattır). Zîrâ (çünkü) ehl-i keşf (keşif sahibi) ve vücûd, eşyânın (şeylerin) / vücûd-i hakîkî-i Hakk'a (Hak’ın hakiki varlığına) muzâf (bağlı) olan vücûdât (vücutlar) olup, onların Kayyûm'u (var edeni, ayakta tutanı) Hak olduğunu ve cümlesi (hepsi) Rabb-i mutlakın (mutlak, kayıtsız rabbin) merbûbu (kulu) bulunduğunu ve kendi vücûdları (varlıkları) dahi eşyâ-yı âlemden (alemin şeylerinden) bir şey olup, Rabb-i mutlakın (kayıtsız rabbın) kendilerinde dahi rubûbiyyetle (rablıkla) zâhir olduğunu (açığa çıktığını) yakînen (kesin, tam olarak bilirler) müşâhede ederler (görürler). Binâenaleyh (bundan dolayı) Mûsâ (a.s) bu ilk cevabında: "Eğer siz ehl-i keşf (keşif ehli) ve vücûd iseniz muhakkak ben size şuhûdunuzda (seyrimizde) ve vücûdunuzda, ya'nî âfâk (dış) ve enfüste, (içte) teyakkun ettiğiniz (tam, kesin bildiğiniz) şeyi bildiririm" demiş oldu. Ve ondan sonra ikinci cevâb tasaddî buyurup (başlayıp)    رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَمَا بَيْنَهُمَا إِن كُنتُمْ تَعْقِلُونَ    (Şuarâ 26 28) dedi Ve bu cevap dahi ehl-i akıl (akıl sahibi) ve takyîde (kayıtlanmışa) mahsûs (ait) olan cevaptır. Zîrâ (çünkü) ehl-i akıl (akıl sahibi) ve takyîd (kayıtlı olan) Hakk'ı ecsâma (cisimlere) teşbîh ederek (benzeterek) takyîd (kayıtlar) veyâ ecsâmdan (cisimlerden) tenzîh ederek (mukaddes kılarak) tahdîd ederler (sınırlarlar).Binâenaleyh (bundan dolayı) Mûsâ (a.s.) bu ikinci cevâbında: "Eğer siz ehl-i keşf (keşif sahibi) ve vücûd sınıfından olmayıp ehl-i akıl (akıl sahibi) ve takyîd (kayıtlı) iseniz ve akıllarınızın icâd eylediği (yarattığı) deliller (kanıtlar) ile Hakk'ı cihât (taraflarda, yönlerde) ve ecsâmda (cisimlerde) hasr (sıkıştırır, sınırlar, hasr) edersiniz, teşbîh ve tenzîhi mutazammın olan (içiren) Hakk'ın zuhûr (görünmesini) ve istitârını (gizlenmesini) size bildiririm" demiş oldu.

     Şu halde Mûsâ (a.s.), Fir'avn kendisinin fazlını (üstünlüğünü) ve sıdkını (doğruluğunu) bilmek için zikr olunan (anlatılan) iki vech ile (şekilde) zâhir oldu (göründü). Ve Fir'avn mâhiyyet-i ilâhiyyeden (Hakk’ın zatından) suâl etmiş (soru sormuş) olduğu için, Mûsâ (a.s.) bu iki vech ile (şekilde) verdiği cevâbı Fir'avn'ın anladığını veyâhut anlamak isti'dâdı olduğunu; ve binâenaleyh (bundan dolayı) "mâ" ile mâhiyyet-i Hak'tan (Hakk’ın aslından) Fir'avn'ın suâl etmesi, (soru sorması) ıstılâh-ı kudemâ (eski alimlerin tanımlamaları) üzere mâhiyyet-i Hak'ta (Hakk’ın zatından) "cins" ile "fasıl"dan mürekkeb (terkip edilmiş) bir cevap verileceğine intizâren (bekleyerek) vâkı' olmadığını (gerçekleşmediğini) bildi. Eğer Mûsâ (a.s.) Fir'avn'ın suâline (sorusuna) bunun gayrini (başka olanını), ya'nî Fir'avn'ın "cins" ile "fasıl"dan mürekkeb (bileşik) bir cevâba intizâr ettiğini (beklediğini) fehm ede (anlamış olsa) idi, ona vecheyn ile (iki taraflı) cevaptan sarf-ı nazar buyurup, (vazgeçip) "mahiyyet"[-i Hakk'ın]. "cins" ve "fasıl"dan (bölümden) mürekkeb olmadığını (terkip edilmediğini) beyân ile (söyleyerek) suâlde (sorusunda) onu tahtıe ederdi (yanlışını çıkarırdı). İşte Mûsâ (a.s.) Fir'avn'ın maksadını ârif olduğu (bildiği) için ona vecheyn ile (iki taraf olarak) cevap verdi. İmdi (buna göre) vaktâki (ne vakit ki) Mûsâ (a.s.) mes'ûlün-anh olan (hakkında soru sorulan) Hakk'ı âlemin (evrenin) aynı (hakikati) kıldı; Fir'avn o hazrete bu lisan ile ya'nî lisân-ı tevhîd (tevhid dili) ile hitâb eyledi (konuştu). Halbuki o meclisde hâzır olan (bizzat bulunan) Fir'avn'ın (Firavun’un) vüzerâ (vezirleri) ve ukalâsı (akıllı olanları) bu suâl (soru) ve cevapların zevkıne varamadılar. Zîrâ (çünkü) onların ukûlü (akılları) kavâid-i mantıkıyye (mantık kaideleri) dâiresinde (sınırları içersinde) mahsûr (sıkışmış) kalmış idi. Ve bu sebeble kendileri kasîrü'l-fehm (kıt anlayışlı) idiler. Ve Fir'avn'ın (firavunun) lisân-ı tevhîd (tevhid dili) ile hitâbı (konuşması) bervech-i âtîdir: (aşağıda olduğu gibidir).

 

 

 
 
İzmir - 02.09.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com