[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
İmdi cevâb-ı evvel mükınînin cevâbıdır ve onlar ehl-i
keşf ve vücûddur. Binâenaleyh onlara: "Eğer siz mûkınîn
iseniz" (Şuarâ,, 26/24) dedi. Ya'nî eğer siz ehl-i keşf
ve vücûd iseniz, muhakkak ben size şuhûdunuzda ve
vücûdunuzda teyakkun ettiğiniz şeyi bildirdim. İmdi eğer
siz bu sınıftan değil iseniz, ehl-i akıl ve takyîd
iseniz ve edille-i ukûlünüzün i'tâ eylediği şeyde Hakk'ı
hasr ederseniz, muhakkak ben size cevâb-ı sânîde cevap
verdim, demek olur. Böyle olunca Fir'avn onun fazlını va
sıdkını bilmek için Mûsâ vecheyn ile zâhir oldu. Ve Mûsâ
bildi ki, muhakkak Fir'avn bunu anladı veyâhut anlar.
Zîrâ Fir'avn mâhiyyetten suâl etti. Binâenaleyh bildi
ki, "mâ" ile suâlde onun suâli istılâh-ı kudemâ üzere
değildir. İşte bunun için cevap verdi: İmdi ondan bunun
gayrini fehm ede idi, suâlde onu tahtıe ederdi. Vaktaki
Mûsâ, mes'ûlün-anhi ayn-ı âlem kıldı, Fir'avn ona bu
lisân ile hitâb eyledi. Halbuki kavmin şuûrları yok idi
(24).
Ya'nî Fir'avn'ın
وَمَا رَبُّ الْعَالَمِينَ
(Şuarâ, 26/23) diye mâhiyyet-i ilâhiyyeden
(Hakk’ın hakikatinden)
vâkı' olan (oluşan)
suâline
(sorusuna) Mûsâ (a.s.)’ın evvelen
(ilk önce)
رَبُّ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا إن
كُنتُم مُّوقِنِينَ
(Şuarâ, 26/24) diyerek cevap vermesi mûkınîn olan
(ikan sahibi olan (tam kesin
bilen) ) kimselere mahsûs
(ait) olan cevaptır.
Ve "mûkınîn" (ikan sahibi)
zümresi (camaati),
ehl-i keşf (keşif
sahibi) ve vücûd
(varlık) olan zümredir
(cemaattır).
Zîrâ (çünkü)
ehl-i keşf (keşif
sahibi) ve vücûd, eşyânın
(şeylerin) / vücûd-i
hakîkî-i Hakk'a (Hak’ın
hakiki varlığına) muzâf
(bağlı) olan vücûdât
(vücutlar) olup,
onların Kayyûm'u (var edeni,
ayakta tutanı)
Hak olduğunu ve cümlesi
(hepsi) Rabb-i mutlakın
(mutlak, kayıtsız rabbin)
merbûbu (kulu)
bulunduğunu ve kendi vücûdları
(varlıkları) dahi
eşyâ-yı âlemden (alemin
şeylerinden) bir şey olup, Rabb-i mutlakın
(kayıtsız rabbın)
kendilerinde dahi rubûbiyyetle
(rablıkla) zâhir
olduğunu (açığa çıktığını)
yakînen (kesin,
tam olarak bilirler) müşâhede ederler
(görürler).
Binâenaleyh
(bundan dolayı) Mûsâ (a.s) bu ilk cevabında:
"Eğer siz ehl-i keşf (keşif
ehli) ve vücûd iseniz muhakkak ben size
şuhûdunuzda (seyrimizde)
ve vücûdunuzda, ya'nî âfâk
(dış) ve enfüste,
(içte) teyakkun
ettiğiniz (tam, kesin
bildiğiniz) şeyi bildiririm" demiş oldu. Ve
ondan sonra ikinci cevâb tasaddî buyurup
(başlayıp)
رَبُّ الْمَشْرِقِ وَالْمَغْرِبِ وَمَا بَيْنَهُمَا إِن
كُنتُمْ تَعْقِلُونَ
(Şuarâ 26 28) dedi Ve bu cevap dahi ehl-i akıl
(akıl sahibi) ve
takyîde (kayıtlanmışa)
mahsûs (ait)
olan cevaptır. Zîrâ
(çünkü) ehl-i akıl
(akıl sahibi) ve
takyîd (kayıtlı olan)
Hakk'ı ecsâma
(cisimlere) teşbîh ederek
(benzeterek) takyîd
(kayıtlar) veyâ
ecsâmdan (cisimlerden)
tenzîh ederek
(mukaddes kılarak) tahdîd ederler
(sınırlarlar).Binâenaleyh
(bundan dolayı)
Mûsâ (a.s.) bu ikinci cevâbında: "Eğer siz ehl-i keşf
(keşif sahibi) ve
vücûd sınıfından olmayıp ehl-i akıl
(akıl sahibi) ve
takyîd (kayıtlı)
iseniz ve akıllarınızın icâd eylediği
(yarattığı) deliller
(kanıtlar) ile
Hakk'ı cihât (taraflarda,
yönlerde) ve ecsâmda
(cisimlerde) hasr
(sıkıştırır, sınırlar, hasr)
edersiniz, teşbîh ve tenzîhi mutazammın olan
(içiren) Hakk'ın
zuhûr (görünmesini)
ve istitârını
(gizlenmesini) size bildiririm" demiş oldu.
Şu halde Mûsâ (a.s.), Fir'avn kendisinin fazlını
(üstünlüğünü) ve
sıdkını (doğruluğunu)
bilmek için zikr olunan
(anlatılan) iki vech ile
(şekilde) zâhir oldu
(göründü).
Ve Fir'avn mâhiyyet-i ilâhiyyeden
(Hakk’ın zatından)
suâl etmiş (soru sormuş)
olduğu için, Mûsâ (a.s.) bu iki vech ile
(şekilde) verdiği
cevâbı Fir'avn'ın anladığını veyâhut anlamak isti'dâdı
olduğunu; ve binâenaleyh
(bundan dolayı) "mâ" ile mâhiyyet-i Hak'tan
(Hakk’ın aslından)
Fir'avn'ın suâl etmesi,
(soru sorması) ıstılâh-ı kudemâ
(eski alimlerin tanımlamaları)
üzere mâhiyyet-i Hak'ta
(Hakk’ın zatından)
"cins" ile "fasıl"dan mürekkeb
(terkip edilmiş) bir
cevap verileceğine intizâren
(bekleyerek) vâkı'
olmadığını
(gerçekleşmediğini) bildi. Eğer Mûsâ (a.s.)
Fir'avn'ın suâline
(sorusuna) bunun gayrini
(başka olanını),
ya'nî Fir'avn'ın "cins" ile "fasıl"dan
mürekkeb (bileşik)
bir cevâba intizâr ettiğini
(beklediğini) fehm
ede (anlamış olsa)
idi, ona vecheyn ile
(iki taraflı) cevaptan sarf-ı nazar buyurup,
(vazgeçip)
"mahiyyet"[-i Hakk'ın]. "cins" ve "fasıl"dan
(bölümden) mürekkeb
olmadığını (terkip
edilmediğini) beyân ile
(söyleyerek) suâlde
(sorusunda) onu
tahtıe ederdi (yanlışını
çıkarırdı).
İşte Mûsâ (a.s.) Fir'avn'ın maksadını ârif
olduğu (bildiği)
için ona vecheyn ile (iki
taraf olarak) cevap verdi. İmdi
(buna göre) vaktâki
(ne vakit ki)
Mûsâ (a.s.) mes'ûlün-anh olan
(hakkında soru sorulan)
Hakk'ı âlemin (evrenin)
aynı (hakikati)
kıldı; Fir'avn o hazrete bu lisan ile ya'nî
lisân-ı tevhîd (tevhid dili)
ile hitâb eyledi
(konuştu).
Halbuki o meclisde hâzır olan
(bizzat bulunan)
Fir'avn'ın (Firavun’un)
vüzerâ
(vezirleri) ve ukalâsı
(akıllı olanları) bu
suâl (soru) ve
cevapların zevkıne varamadılar. Zîrâ
(çünkü) onların
ukûlü (akılları)
kavâid-i mantıkıyye (mantık
kaideleri) dâiresinde
(sınırları içersinde)
mahsûr (sıkışmış)
kalmış idi. Ve bu sebeble kendileri kasîrü'l-fehm
(kıt anlayışlı)
idiler. Ve Fir'avn'ın
(firavunun) lisân-ı tevhîd
(tevhid dili) ile
hitâbı (konuşması)
bervech-i âtîdir:
(aşağıda olduğu gibidir). |