[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ
ULVİYYE" BEYÂNINDA
OLAN FASTIR]
İşte Fir'avn'ın Hz. Mûsâ'ya cevâbı bu mertebeden
idi. İmdi (buna göre)
Fir'avn cevâbına devâm edip der ki: Yâ Mûsâ, eğer
sen lisân-ı işâretle (işaret
lisanıyla) bana: "Ey Fir'avn, sen vaîdin
sebebiyle muhakkak câhil oldun. Ya’nî:
لَأَجْعَلَنَّكَ مِنَ الْمَسْجُونِينَ
(Şuarâ. 26/29) tarzındaki
(şeklindeki) va'dde
(verilen sözde
(mükafatlandıracağına dair verilen söz) ,
bu vaîdi
(verilen sözü (doğru yola
sevketmek için cezalandıracağına dair verilen söz)
kendi nefsine izâfe ettin
(bağladın, mal ettin)
ve "Seni ben mescûnînden
(hapse atılmışlardan) kılarım" dedin. Ve
kendi nefsini ortaya koymakla câhil oldun. Halbuki
vücûd-ı hakîkî (gerçek
varlık) ayn-ı vâhidedir
(tek hakikattir).
Sen kendini ve beni ortaya koymakla o ayn-ı
vâhideyi (tek hakikati)
nasıl tefrîk ettin
(ayırdın)?"
diyecek olursan,
Fir'avn dahi senin bu suâline
(soruna) cevâben der
ki: O vûcûd-i hakîkînin
(gerçek varlığın) ayn-ı vâhidesi
(tek hakikati)
mûteferrık (ayrı, ayrı)
olmadığı gibi, kendi zâtında da inkısâma
(bölünmeye)
uğramadı. Belki onun mertebeleri "ayn"ını
(“zat”ını) tefrîk
eyledi (ayırdı).
Ve benim şimdiki mertebem, yâ Mûsâ bi'l-fiil
(fiil olarak)
tahakküm etmektir
(hükmetmektir). Ve vücûd-i hakîkînin
(gerçek varlığın)
ayn-ı vâhide (tek
hakikat) olmasına nazaran
(göre),
ben senim; ve rütbe
ile senin gayrinim (senden
başkayım) .
Zîrâ (çünkü)
rütbe-i fir'avniyyet
(firavun’luk rütbesi)
ile rütbe-i mûseviyyet
(musa’lık rütbesi) yekdîğerinin
(biri diğerinin)
aynı değildir. Mesnevî:
موسئ با موسئي در جنك شد
چو نكه بي رنكي ا سير رنك شد
موسى با فرعون اندر آشتى
چون ببيرنكي رسى كان دا شتي
Vaktâki (ne zaman ki)
Mûsâ (a.s.) Fir'avn'dan bu ma'nâyı fehm etti
(anladı),
ona: Sen buna kâdir değilsin, demek sûretiyle
ona hakkını verdi. Zîrâ
(çünkü) Fir'avn'ın tevhîdde
(birlemede)
kudreti olmadığı bâlâdaki
(yukarıdaki) izâhât
(açıklamalar) ile
tezâhür etti (belirdi).
Ve tevhîdde
kudret
اخرج بصفاتي الى خلقي من رآك فقد رآني ومن قصدك قصدني ومن
احبك احبني
ya'nî "Benim halkıma benim sıfâtımla çık, seni gören
beni görür ve seni kasd eden beni kasd eder ve seni
seven beni sever" hadis-i kudsîsine muhâtab olan insân-ı
kâmile mahsûstur (aittir)
. Fir'avn'da bu
kudret nerede! Fir'avn'da bu kudret-i bâtıne
(batın (ruhi) kudreti)
olmamakla berâber rütbe-i hükümdârî
(hükümdarlık rutbesi)
mevcûd idi. Ve Fir'avn'ın bu rütbesi, Fir'avn'ın
Mûsâ (a.s.) üzerine kudret ile ve bu kudret eserini Mûsâ
(a.s.) üzerinde ızhâr etmekle
(göstermekle)
Fir'avn için şâhiddir. Zîrâ
(çünkü) Hakk-ı mutlak
(kayıtsız Hakk)
Fir'avn'ın rütbesinde müteayyin olarak
(belirerek) sûret-i
zâhireden (görünen suretten)
bu rütbede hükm eder
(emreder).
Ve rütbe-i fir'avniyyenin
(Firavun’luk rütbesinin)
bu mecliste
rütbe-i mûseviyye (Musa’lık
rütbesi) üzerine tahakkümü
(hakimliği) vardır.
Çünkü zâhirde (dışta)
Fir'avn hükümdar ve sâhib-i seyfdir
(kılıç sahibidir).
Mûsâ (a.s.) ise nebiyy-i zî-şân
(şerefli, ulu bir nebi
(peygamber) ) olmakla berâber o mecliste
kudret-i zâhire (dış kuvvet)
ile muhkem
(kuvvetli) değildir. Binâenaleyh
(bundan dolayı) Mûsâ
(a.s.)’ı Fir'avn'ın sûret-i zâhiresinden
(dış suretinden)
müteessirdir
(etkilenmektedir).
Velâkin (fakat)
sûret-i bâtınede
(iç surette) rütbe-i Mûsâ
(Musa a.s’.ın rütbesi)
(a.s.), rütbe-i Fir'avn'dan
(Firavun’un rütbesinden)
elbette a'lâdır
(yüksektir).
Çünkü ondaki cem'iyyet-i esmâiyye
(esma topluluğu)
Fir'avn'da yoktur. Ve işte bu tefevvuk-ı bâtınî
(batıni üstünlük)
netîcesidir ki, /Mûsâ (a.s.) âkıbet
(sonunda) Fir'avn'ın
kudret-i zâhiresini (zahiri
kuvvetini) hükümsüz bıraktı; ve saltanatını
(hükümdarlığını)
zîr ü zeber (alt üst)
eyledi. Ve bu ulviyyete
(yüceliğe, yüksekliğe) mebnî
(dayalı) Hak Teâlâ
hazretleri
لَا تَخَفْ إِنَّكَ أَنتَ الْأَعْلَى
(Tâhâ, 20/68) ya'nî "Korkma, muhakkak sen a'lâsın
(yücesin) !"
buyurdu
Devam edecek |