Füsûs-ül Hikem

340. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ

ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR] 

     İşte Fir'avn'ın Hz. Mûsâ'ya cevâbı bu mertebeden idi. İmdi (buna göre) Fir'avn cevâbına devâm edip der ki: Yâ Mûsâ, eğer sen lisân-ı işâretle (işaret lisanıyla) bana: "Ey Fir'avn, sen vaîdin sebebiyle muhakkak câhil oldun. Ya’nî:    لَأَجْعَلَنَّكَ مِنَ الْمَسْجُونِينَ    (Şuarâ. 26/29) tarzındaki (şeklindeki) va'dde (verilen sözde (mükafatlandıracağına dair verilen söz) ,  bu vaîdi (verilen sözü (doğru yola sevketmek için cezalandıracağına dair verilen söz) kendi nefsine izâfe ettin (bağladın, mal ettin) ve "Seni ben mescûnînden (hapse atılmışlardan) kılarım" dedin. Ve kendi nefsini ortaya koymakla câhil oldun. Halbuki vücûd-ı hakîkî (gerçek varlık) ayn-ı vâhidedir (tek hakikattir). Sen kendini ve beni ortaya koymakla o ayn-ı vâhideyi (tek hakikati) nasıl tefrîk ettin (ayırdın)?"  diyecek olursan, Fir'avn dahi senin bu suâline (soruna) cevâben der ki: O vûcûd-i hakîkînin (gerçek varlığın) ayn-ı vâhidesi (tek hakikati) mûteferrık (ayrı, ayrı) olmadığı gibi, kendi zâtında da inkısâma (bölünmeye) uğramadı. Belki onun mertebeleri "ayn"ını (“zat”ını) tefrîk eyledi (ayırdı). Ve benim şimdiki mertebem, yâ Mûsâ bi'l-fiil (fiil olarak) tahakküm etmektir (hükmetmektir). Ve vücûd-i hakîkînin (gerçek varlığın) ayn-ı vâhide (tek hakikat) olmasına nazaran (göre),  ben senim; ve rütbe ile senin gayrinim (senden başkayım) . Zîrâ (çünkü) rütbe-i fir'avniyyet (firavun’luk rütbesi) ile rütbe-i mûseviyyet (musa’lık rütbesi) yekdîğerinin (biri diğerinin) aynı değildir. Mesnevî:

                  موسئ با موسئي در جنك  شد               چو نكه  بي رنكي ا سير رنك شد           

                    موسى با فرعون اندر آشتى                 چون ببيرنكي رسى كان دا شتي           

     Vaktâki (ne zaman ki) Mûsâ (a.s.) Fir'avn'dan bu ma'nâyı fehm etti (anladı), ona: Sen buna kâdir değilsin, demek sûretiyle ona hakkını verdi. Zîrâ (çünkü) Fir'avn'ın tevhîdde (birlemede) kudreti olmadığı bâlâdaki (yukarıdaki) izâhât (açıklamalar) ile tezâhür etti (belirdi).  Ve tevhîdde kudret    اخرج بصفاتي الى خلقي من رآك فقد رآني ومن قصدك قصدني ومن احبك احبني    ya'nî "Benim halkıma benim sıfâtımla çık, seni gören beni görür ve seni kasd eden beni kasd eder ve seni seven beni sever" hadis-i kudsîsine muhâtab olan insân-ı kâmile mahsûstur (aittir) . Fir'avn'da bu kudret nerede! Fir'avn'da bu kudret-i bâtıne (batın (ruhi) kudreti) olmamakla berâber rütbe-i hükümdârî (hükümdarlık rutbesi) mevcûd idi. Ve Fir'avn'ın bu rütbesi, Fir'avn'ın Mûsâ (a.s.) üzerine kudret ile ve bu kudret eserini Mûsâ (a.s.) üzerinde ızhâr etmekle (göstermekle) Fir'avn için şâhiddir. Zîrâ (çünkü) Hakk-ı mutlak (kayıtsız Hakk) Fir'avn'ın rütbesinde müteayyin olarak (belirerek) sûret-i zâhireden (görünen suretten) bu rütbede hükm eder (emreder). Ve rütbe-i fir'avniyyenin (Firavun’luk rütbesinin) bu mecliste rütbe-i mûseviyye (Musa’lık rütbesi) üzerine tahakkümü (hakimliği) vardır. Çünkü zâhirde (dışta) Fir'avn hükümdar ve sâhib-i seyfdir (kılıç sahibidir). Mûsâ (a.s.) ise nebiyy-i zî-şân (şerefli, ulu bir nebi (peygamber) ) olmakla berâber o mecliste kudret-i zâhire (dış kuvvet) ile muhkem (kuvvetli) değildir. Binâenaleyh (bundan dolayı) Mûsâ (a.s.)’ı Fir'avn'ın sûret-i zâhiresinden (dış suretinden) müteessirdir (etkilenmektedir). Velâkin (fakat) sûret-i bâtınede (iç surette) rütbe-i Mûsâ (Musa a.s’.ın rütbesi) (a.s.), rütbe-i Fir'avn'dan (Firavun’un rütbesinden) elbette a'lâdır (yüksektir). Çünkü ondaki cem'iyyet-i esmâiyye (esma topluluğu) Fir'avn'da yoktur. Ve işte bu tefevvuk-ı bâtınî (batıni üstünlük) netîcesidir ki, /Mûsâ (a.s.) âkıbet (sonunda) Fir'avn'ın kudret-i zâhiresini (zahiri kuvvetini) hükümsüz bıraktı; ve saltanatını (hükümdarlığını) zîr ü zeber (alt üst) eyledi. Ve bu ulviyyete (yüceliğe, yüksekliğe) mebnî (dayalı) Hak Teâlâ hazretleri    لَا تَخَفْ إِنَّكَ أَنتَ الْأَعْلَى    (Tâhâ, 20/68) ya'nî "Korkma, muhakkak sen a'lâsın (yücesin) !" buyurdu

Devam edecek

 

 

 
 
İzmir - 23.09.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com